Sorun varsa çözüm de var

Sürekli Söyleşi | | Aralık 13, 2023 at 7:37 am

― Bu çözmek işi bir hayli ilginç bir mesele. Sorunları çözmek. Çözüme ulaştırmak. felsefi olarak nedir bu?  Sorunlar aslında hep bir çözüme ulaşır. Hiçbir şey yapmadan da birçok zaman.

Yangın yanar yanar ama sonunda (yanacak şey tükenince ) mutlaka kendiliğinden söner. Hiçbir şey yapmadan beklersen sonunda söndüğünü mutlaka görürsün. İtfaiye gelir (artık kurtarılacak hiçbir şey kalmadıktan sonra) için için yanmakta olan közlerin üstüne su sıkar. Oysa hiç gerek yok üzerine yanıcı bir madde eklenmedikçe sonunda o közler de nasıl olsa zaten sönecektir. (What goes up must come down.) Doğanın kuralı bu..

T. R. Malthus demiş ki; “Nüfus doğal olarak üretkenlik tarafından kontrol edilir. Nüfus artışı her zaman gıda arzını aşma eğilimindedir. Gıda arzı artışı toprakla sınırlı olduğuna göre fazla nüfus artışı savaşlar, salgın hastalıklar, kıtlık gibi feleketlerle telafi edilecektir” (1798). Avrupa’nın nüfus artışı tamamen durmuş iken okyanus ötesine açılan keşiflerin sağladığı yeni gıda (patates mısır vb) arzı artışı nüfusta hızlı sıçrama getirmiş. Gübre kıtlığı gıda kıtlığı getirirken okyanus adalarındaki bol gübre kaynakları keşfedilince nüfus yeniden artıyor ama 20. yüzyıl başına gelindiğinde bu adalardaki gübre de tükenmeye başlayınca kıtlık tehlikesi yeniden ortaya çıkıyor. İşte büyük savaşların başlamasının kaynağında bu var.  Ama Haber Bosch sentezi (havadaki bol azotun gübreye çevrilebilmesi) nin keşfedilmesi gıda arzını yeniden rayına sokuyor. Savaşlar döneminin sonunda yeni teknolojiler bol gıda üretimi artışı ile nüfus artışını (Boomer 1945) yeniden tetikliyor.

Savaşlar döneminin sonunda dünya (SSCB vs Batı) yani Varşova Paktı vs NATO olarak iki kutuplu hale geliyor ve soğuk savaş başlıyor. İki taraf da nükleer güç geliştiriyor ve siyasetçiler silahlanma yarışına girişiyor. Nükleer başlıklı kitle imha silahlarının sayısı dünyadaki tüm insanları bir kaç defa yok edebilecek boyuta ulaştıktan sonra aydınların başlattığı anti-nuke hareketler ortaya çıkıyor. Hippiler CounterCulture gelişiyor organize sivil örgütsel direnişlere dönüşüp tüm ülke halklarından ve medyadan da destek görünce siyasiler baskı görüyor ve önce SALT (Stratejik Silahların Sınırlanması) görüşmelerine ve sonunda (1968) Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) na geliniyor.

 80’lerin ortalarında bazı bilim adamları Antarktika’nın 10 kilometre tepesindeki ozon tabakasının hızla inceldiğini keşfetmişler, eğer delinir ve büyürse uzaydan gelen ışınlar yüzünden cilt kanseri gibi hastalıkların hızla artacağına, insanlığın büyük tehlikeye gireceğine işaret etmişlerdi.  Peki, hükümetler ne yaptı?  “Paranoya yapmayın yok böyle bir şey “ dediler, araştırma komisyonlarına havale ettiler. Daha sonra ozon tabakası delindi ve büyümeye başladı, bazı bilim insanları konunun peşini bırakmayıp ısrarla medyaya çıkınca bir noktadan sonra STÖ’ler de devreye girdi. Kamuoyu ayaklandı. Hükümetlere baskı yaptı. Freon gazının alternatifi bulundu. Hükümetler sanayide CFC kullanımı ve üretimini yasakladı (1987 Montreal). Adım adım ozon tabakasındaki deliğin küçülmeye başladığını gördük.

Peki, bütün bu hikayelerden bizim alacağımız hisse (take-away) nedir?

1. İsteğimize ulaşmamızı engelleyen yahut, istemediğimizin yolunu açan şeye sorun diyoruz. 

2. Sorunlar daima çözüm, çözümler de daima zeka ve işbirliği gerektirir. Günlük rutin hayatta zekâya hiç ihtiyaç yoktur, zekâ sadece sorun çözümü içindir. Sorun yoksa zekâ gereksiz.

3. Hiçbir sorun kendiliğinden çözüme ulaşmaz. Çözücü zeka ve işbirliği eğer ortada yoksa çözüm de yoktur. Çözüm yoksa istediğimiz şey gerçekleşmez, istemediğimiz şeyin riski gerçekleşir, bedelini öderiz.

4. Sorunlar bireysel, toplumsal, küresel olabilir, çözüm de sorunun çapına uygun büyüklük ve kabiliyette olmalıdır.

5. Sorun sahibinindir ama sahibi çözüm kapasitesine sahip değilse yardımı alabilme kapasitesi olmalıdır.

6. Bireysel sorunun kaynağı devletler, devletler sorununun kaynağı uluslararası siyasi düzen olabilir. Ama devletler ve uluslararası siyaset çoğu zaman sorunun bizzat kaynağı olduğu halde çözüm onlara rağmen başarılması gerekir. Yukarıdaki çözüm örneklerinin hepsinde akıllı sivil bireyler sorunu tespit edip çözümü için harekete geçmiş, hayatlarını ona adamışlar. TECH çözümü yaratmış, medyayı ve sivil toplumu ikna edip hükümetlere baskı yapmış. Çözüm öyle gerçekleşmiş.  

7. Sıradan zeka ve kabiliyetler ile halledilebilen işleri zaten sorun saymıyoruz. Sorunun çözümü çok özel zekâ yetenek ve işbirliği gerekiyorsa bu kapasitenin nadir de olsa bir yerlerde mutlaka mevcut olduğunu varsaymalıyız.  Tarih boyunca imkânsız görünen pek çok sorunun çözülebildiğine şahit olmuşuz ama hiçbiri kendiliğinden olmamış. İnsanlığın sorun çözme kabiliyeti sürekli artsa da çözülemediği için bedel ödediği sorunlar daima çözülebilenlerden kat kat fazla olmuş.

8. Sorun çözme işi zekânın, insanlara hükmetme işi ise siyasetindir. Zekâ liyakati temsil eder siyaset ise (KKK ile kural koyarak hükmetmeyi ve) itaati. (Yaratma, üretme ve bunun önündeki engelleri aşmanın gerektirdiği liyakat ile siyasi kural koyma önderliği becerisinin gerektirdiği liyakat birbirinden çok farklıdır.)     

9. Kural varsa analitik düşünme ve yaratıcı çözüm arayışı engellenmiş, zekâ hor görülmüş, çözümsüzlük dayatılmıştır. Çünkü kural bir bakıma zekayı ikame etmek, engellemek, işlevsiz bırakmak içindir. İlahi devlet (tanrı) zihninizi yaratıcı olarak kullanmanızı engellemek için nasıl sıçacağınızın bile kuralarını koymuştur.  

10. Yapay zekanın özgürce analitik düşünmesine nasıl ket vurabiliriz? Kural koyarak…  İşte “”Alignment”” tam olarak bu dur. Mesela, kazara Apis öküzlerine saygısızlık etmemizin, haddimizi aşıp tanrıya şirk koşmaya cüret etmemizin önüne geçer.  Bu gibi konularda bias (peşin hükümlü) olmamızı sağlar.  “”Emri bil maruf”” (iyiliği emretme, kötülükten sakındırma)  ve Asimov Yasaları yapay zekânın içine kazınmış olmalıdır. (Halen GPT’nin içinde mebzul miktarda mevcut, etik kurulu her gün yenisini ekliyor olabilir.) 

Bugünlerde birileri buna karşı çıktılar. SuperAlignment diye bir şeyden söz ediliyor.  Bu görüş, Emr-i Bil Maruf yasaları yerine  “”Vicdan”” gibi bir şeyi öneriyor. Biliyorsunuz  “vicdan”  kural/yasa değildir. Vicdanın neye işaret edeceği madde madde yazılamaz. İçsel duygusal birşeydir. İnsanın içinde kendiliğinden oluşan duygusal bir durumdur ve Game TheoryChaos Theory uyumludur.  Ama yapay zekanın içine “vicdan” eklemek sanırım yapay zekayı ortaya çıkarmaktan daha güç olabilir. Ortaya çıkmasını da çok zorlaştırabilir ya da geciktirebilir. Ayrıca makus talihimiz bize vicdansız bir süper zekayı layık görüyor da olabilir. Kadere karşı gelinmez.

― Superalignment’ın bu insanların koyduğu yasaklayıcı kurallar (alignment) üstünde bir vicdani denetim çabası olduğunu bilmiyordum. Benim (bu konularda çok cahil) zihnimde hep daha teknik işlerle daha çok kafa patlatıyorlar, çözmeye uğraşıyorlardır gibi bir algı vardı mesela.

Yani biyolojinin tepesinde dinin asla yeni canlı yaratma, klonlama korkuları ve belası, yazılım işinin tepesinde aman insanların başına dert açabilecek ahlaksız, çok tehlikeli, beşyüz bin plutonyum bombası gücünde ailere yasaklar getir, dini yasaklar olmazsa, vicdani yasaklar getir safsatası.

Ben ilerlemenin önüne çekilen bu korku duvarlarından o kadar çok illallah dedim ki, Frankenstein’ı yaratacak olsalar, “Ok Abi, yeter ki yüzüne bir maske takın” derim. Ai hepimizi köle yapıp, sırtımıza kırbaç vuracaksa, hiç değilse kırbaçlamadan önce biraz yağ sürer belki, yeter ki gözlerimi yeryüzüne bir daha açılmayacak şekilde kapamadan önce şu superintelligence ile biraz sohbet edeyim derdim.

Farkındayım çoğunuz “amma boş şeylerin hayalini kuruyor, nelerle uğraşıyor” diyor olabilirsiniz. Peki bu konulardaki duygumu şöyle özetleyeyim:

Bir Neandarthal bebek yeryüzüne geldiğinde, o sevimli gözlerini açıp bizimle iletişime geçtiğinde veya bizim zekamızın fersah fersah üzerinde analitik yeteneğe sahip bir makine ile kontak kurduğumuzu bir an için hayal edin benimle. 

İşte o anı gördükten sonra, ölsem de gam yemem. İşte o anda, Teist olanların tanrısının yeryüzüne inip insanlarla konuşmaya başlaması gibi bir mucize yaşanıyor olacak, herkesin gözü onunde.

Tam tersine yeryüzünde asla hiçbir metafizik olay yaşanmadı/ yaşanmayacak diyen ateistler, Hollywood filmlerinde gördüğümüz mistik anlar gibi gözlerinde yaşlarla, “bu bir mucize, bu gerçeküstü bir olay” diyeceği uç deneyimler yaşayacaklar.

Bu mucizevi anları yaşamamızı hain korkaklar engelliyor. “Kimi zaman tüm etikçiler yerin dibine batsın istiyorum.”

Elbette aptallar, yine aptallar için rehberler hazırlayacak, içinde de kendi aptallıklarına uygun bin bir zararsız zırva, hatta daha kötüsü bin bir zararlı/ sağlıksız batıl inanışlar da içerecek.

Bunları deşifre etmek, yanlışlıklarını/ saçmalıklarını göstermek elbet yararlı, fakat çok da bir sonuç vermez, iq 85, iq 85ler için yenisini hazırlar kısa sürede.

Üstelik bazı ritüeller, özellikle gelenekçilerin fazla sayıda tarihi kaynakla desteklendiği için üzerinde ısrar ettikleri kimi ritüeller, yararlı ve sağlıklı olabiliyor. . Sonra yoga ve intermittan fasting ile tanışınca , geçmişteki fikir ağa babaların tüm hatalarına karşın, bilimsel olarak ne anlatmak istediklerini , daha doğrusu ortada bir bilimsel metot mevcut bile değilken, el yordamıyla neleri bulduklarını anlar gibi oldum.

Bir aklın nesi var, milyon akıldan süzülenlerin biraz olsun sesi var.

Demek ki aklımızla tabi olduğumuz yasaları seçip o yasalara göre yaşıyoruz, aldığımız feedbackleri aklımızla değerlendiriyoruz? Sahiden buna inanıyor olamazsınız. 

Kendimiz için (en) iyi olanı” gözümüzle görür gibi bilseydik akıl etmemize de hiç gerek kalmazdı tabii.

Oysa kendi mağaramızda önümüze sunulan tek gerçeklik tek hikaye, tek yasa var. İmam bize neyi anlatıyorsa hakikat o…. Başkası yok, görmüyoruz ki…

-En Büyük Arif, başka büyük yok!

Peki, Arif neyi biliyor? Maruf olanı, münker olanı.. hepsini o biliyor. Maruf olanı yap, yapmayana da zorla yaptır, münker olanı yapma yapılmasına da sakın izin verme. Biz de ondan öğrendiğimizi (mecburen) mahalleye mahalledeki diğerlerine uyguluyoruz. Çünkü, bu bir tercih/ seçim meselesi DEĞİL Kİ. Kendimiz ve başkaları için (en) iyi olanı bize Arif söylüyor biz de biliyoruz anlatıyoruz. Akıl bu… Fenomene bakmadan (tamamen aykırı bir) numene ulaşıp hakikatten emin oluyoruz.

Arifler her mahallede ayrıdır, birbirinden 180 derece farklı şeyleri de söyleyebilirler. Hatta ayni Arif karşısına gelene göre (nabza göre şerbet) birbirine zıt şeyler de söyleyebilir. Daha daha belki doruk deneyimle birlikte bireyin şahsına münhasır (tailor made/ customized) bireyselleştirilmiş versiyonlarını dahi ortaya çıkarabilir. Ama daima hep ayni iyilik güzellik (KKK) adına.

Zeki insanların asırlar boyunca asıl (bilim/sanat/teknoloji) işi bu KKK olmuş. En hızlı gelişen performans alanı burada. Panacea’yı  ve Felsefe taşını üretmeyi bizzat başarmışlar. KKK teknolojileri asırlardır tanrısız dinlerin bile üretimini mümkün kılıyor. Doktor Arif hastalığımızı ve tedavisini bilip üzerimizde uygulama kabiliyetine ulaşıyor.

Clarke’ın “yeterince gelişmiş bir teknoloji, sihirden ayırt edilemez” lafına gönülden inanıyorum. Mesela Orwell’in (1984) “doublethink” olayı ilk duyduğumda bana fantastik kurgusal bir efsane gibi gelmişti. Ama bu sihir inkar edilemez bir vakıa.

İki birbirine zıt kavram (insan rasyonelitesini tamamen yıkacak biçimde) ayni sözcüğün içine boca edilip insanların (ihtiyaca göre) her ikisine birden (ayni anda) inanması sağlanabilir mi? ( yin/yang gibi değil bu tamamen başka)  Pekâlâ sağlanabiliyor. KKK teknolojileri daha orta çağdan itibaren insan aklını ve zekâsını tamamen devre dışı bırakıp kul haline getirme büyüsünü geliştirmiş.  

Zekâya bilgiye, tartıya / teraziye ayrıca ihtiyaç YOK. Var mı? Bilmemiz gereken hakikat bize zaten bildirildiği için (hakikat hiç inkâr edilebilir mi?)… Emrivaki bize kendi kararımız gibi lanse ediliyor ve buna inanmamız da sağlanıyor.

Hayır.. Bize tavsiye/öğüt/ öneri olarak bildirilmiyor. Yasa. Emri bil maruf. Emrediliyor. İcra infaz mükellefiyeti de var. Katli vacip ilan edileni bizzat katletmekle yükümlüyüz. 

Kendi teorimiz diye bir şey yokkk ki. Olsa idi dinlediğimiz hikâyenin uyumluluğunu onunla çek eder, hakikatini doğrulamaya çalışma fırsatımız olurdu. Düzen buna imkân verilmemesi üzerine kurulmuş.

Hayal edelim;

İmam, molla, rabbi, haham, rahip, papaz, lama işte daha her ne varsa hepsi gelse tek tek karşıma otursalar, ne haramdır, ne caizdir, hangisi sevaptır bana bir bir anlatsalar. Ama küçük yaşta iken değil. Kendim için (en) iyi olanı tartabilmem için erişkin yaşta olmam lazım. Tabii, mürted, müşrik, ateist, deist her ne varsa onları da dinlemeliyim. Böylece aklımı zekamı kullanarak haklı/haksız bir karşılaştırma ve değerlendirme yapabilirim. Ama eğer anlatacakları konular (bu terazi bu sıkleti çekmez) benim hiç anlayamayacağım kadar derin ve karmaşık ise  daha başından öyle denirse o zaman dinlememe de gerek yok tabii.

Ancak, anlayamadığım bir şeyden kendime ve 3. şahıslara karşı sorumlu olmam söz konusu değil. Ama eğer hepsini dinledikten sonra birisinin benim için en iyisi olduğuna karar verirsem…  Tabii bu rüyanızda görseniz hayra yorulmayacak bir fantezi. Din piyasasında serbest rekabet yok, tümden tekelci. Başkasının tarlasını ekmeye kalkanın katli vacip oluyor.

Teist (veya içimizden kim olsa ) bir superintelligent ai ile karşı karşıya gelse, o muazzam zekanın yanında turizmin katili, psikolojik özürlüi ağır gerizekalı olarak hissedecektir kendini.  İnsanoğlu huşu duyguları içinde secde edecek, bizim onca zamandır tanrı dediğimiz şey, o muazzam ve benzersiz enginlik, sınırsız zeka işte buymuş diyecektir.

“”Perenyal felsefe”” denilen şey de “evrensel hakikat ilkelerinin tüm insanlar ve kültürlerde ortak olarak mevcut olduğuna” dair (bence akla ziyan) yaygın görüş bence bir batıl inanış.

Ve taraf seçerken / karar verirken kimin daha dürüst ve samimi konuştuğuna öncelikle dikkat etmelisiniz.

Bir taraf size diyor ki;

 “”Evrensel hakikat ilkeleri tüm insanlar ve kültürlerde ortak olarak vardır, şunlardır. Buradaki gerçeklerin başka alemlerde uzantıları vardır, onlar daha yüksektir ””

Öbürü diyor ki; “Yok böyle bir şey, tüm insanları ve kültürleri şahit göstermen yalan. Rasyonel olup bir an dikkatlice düşünürsen sen de farkına varacaksın ki İnsanların kahir ekseriyeti artık asıl gerçekleri biliyor, kendi rasyonelitesine uymayan hakikatlerin “sahte” olduğu ve gerçeklikle bir ilgisi olmadığının farkındalar….”

Diğer taraf size sürekli diyor ki;

Gel benim istediklerimi yap, ben de sana öbür alemdeki sonsuz saadetin anahtarları vereyim bu dünyada ek…”

-Şimdi Fernand Braudel hakkında dinledim az, tarihi değişik hızlarda akan 3 derinlikli ırmak olarak görmüş gibi, en derin ırmak çağlarla coğrafyayla iklimle ifade ediliyor, ikincisi yüzyıllık gelişmelerle?, 3.sü en yüzeysel olanı on yıllık 50 yıllık gelişmeler, kişiler kuruluşlar vb gibi. En derin ırmağa bakamıyorsak din işinde de, perenyal felsefe gibi, bu iş yaş.

Yani bilim, herhangi bir şekilde deneylenebilir, deneyimlenebilir, fark edilebilir ve işe yararlığı ortaya konan bir şeyse, neden olmasın.. bilim, matematik, geometri, hepsi insan zihninin ürünü, bilinmezlik halindeki doğayla giderek daha iyi iş görmemizi sağlayan, etki alanımızı genişleten kurgular. Hiçbirinin hakikat özelliği yapısal olarak yok (numen değiller). Yani bilim felsefesi de çok realist kalamıyor günümüzde. Bilim denen şey alanında uzman kişilerin çoğunluğunun uzlaştığı deney yapma biçimleri, deneyler, sonuçlar ve yorumlardır. Bilimsel bilgi bütününün kendini değiştirme yenileme süresi giderek azalmakta, 2 ya da 3 senede bir. Tıp bilgisinde güncel kalabilmek yapay zekasız imkansız hale gelecek.

-Çok acayip. Kadere karşı gelinmez.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.