Vehhab: Dokunulmazlar

Tarihte Neler Oldu | | Mart 10, 2021 at 4:34 pm

Suudi Arabistan’ın hikayesi bütünüyle normlar kafesi ve onun kuvvetlendirilmesiyle ilgilidir. Merkezi otoritenin olmadığı toplumlardaki normlar hem ihtilafları düzenlemek hem de statükonun istikrarsızlaşmasını engellemek için, davranışları pek çok biçimde sınırlandırmaya yönelir. Bu normlar geleneklerde, inançlarda ve halkın pratiklerinde kökleşirken, din ve dinî pratiklerin de parçası haline gelir. Hz. Muhammed’in Medine ve ötesinde merkezi otorite inşa etme yönündeki güçlü niyetine rağmen aynı süreç İslam’da da yaşandı. Hanbeli mezhebi ile Vehhabiliğin gayretleri ve bunların gelenek vurguları ve yenilik karşıtlığı etkisiyle bu normlar kendilerini çok daha güçlü biçimlerde yeniden ürettiler. Ardından Vehhabiliğin askeri büyüme hevesini sömüren Muhammed bin Suud’la anlaşma geldi. O ve ardılları, karşılıklı anlaşmalarının gereği olarak Vehhabi normlarını ve sınırlamalarını ana akım haline getirdiler. Bir krallık için ödenen küçük bir bedel.

Fakat Muhammed bin Suud ve Abdülaziz sayesinde Vehhabi fikirleri ve sınırlamalarının etkisi Diriye vahasının çok daha ötesinde etkili oldu. Ortadoğu’daki diğer despot adayları aynı fikirleri ve stratejileri kullanmaya başladılar ve benzer şekilde despotik icü desteklemek için normlar kafesini pekiştirdiler. Birbirleriyle alakalı üç faktör bu stratejinin bölgedeki popülerliğini açıklar. Birincisi İslam’ın kurumsal yapısıyla alakalıdır. Daha önce vurguladığımız gibi İslam’da, özellikle de Sünni İslam’da, kilise hiyerarşisi benzeri bir yapı ve bireyler ve tanrı arasında aracılık yapan rahipler yoktur. Din âlimleri olan ulema Kuran’ın yorumlanmasında insanlara öncülük edebilir ve fetva yayınlayabilir. Bir yandan bunun anlamı yeterli Kuran ve hadis bilgisi olan herkesin bu rolü üstlenebileceği ve İslam’ı ve öğretilerini yorumlayabileceğidir (bu dinamiğin etkilerini birazdan tartışacağız), Diğer yandan bu örgütlenme yapısı, ulemanın kontrolü ele alması ve fetvalarla Suudi rejimine destek olması için de kapıyı açar. Suudi entrikalarını dengeleyecek, Katolik Kilise hiyerarşisine benzer bir yapı yoktu. Ortadoğu’daki diğer despotik rejimler de aynı yolu izlediler.

İkinci bir faktör, yukarıda vurgulandığı gibi, Kuran’ın anayasal bir belge olmaması ve yöneticilere verilen güçler konusunda yoruma açık olmasıydı. Örneğin Kuran ve Medine Sözleşmesi, meclislerde kimlerin yer alması ve yöneticiyle neler istişare edilmesi gerektiği konusunda yorum yapmıyordu. Bu yüzden Suudilerin, mevcut meclisleri ve Bedevi aşiretlerinin meclisini dışlamak, mahaUi meselelerdeki rollerini sınırlamak ve daha geniş Şura MecIisi veya Şura Divanlannda kimlerin temsilci olacağını bütünüyle kontrol etmek bakımından fazlasıyla geniş bir manevra alanlan vardı.

Üçüncü bir etken, devlet-toplum ilişkilerine dair görüşün gelişmesi ve despotik İslam imparatorluklarında kökleşmesidir. Örneğin meşhur 10. yüzyıl filozofu Gazali şunları vurgular:

Bir sultanın yüzyıl süren tiranlığı, tebaanın birbirine karşı uyguladığı bir yıllık tiranlıktan daha az hasar yaratır…  İsyan sadece açıkça Allah’ın ve peygamberinin emirlerine karşı çıkan bir yöneticiye karşı yapıldığında meşrudur.

Bu nedenle savaş durumu, despotizmden çok daha kötüydü ve despot Şeriat’a uyduğu sürece hoş görülmeliydi.

İşte bu İslam yorumu potansiyel despotlar için çekici bir dizi ilke sağladı (ve göreceğimiz gibi Ortadoğu tarihinde çok sayıda despot vardır). Böyle bir İslam yorumunu manipüle etmek çok kolaydı. Demokrasiye veya herhangi türden bir siyasi hesap verebilirliğe eğilimi yoktu ve Şeriat’a uyulduğu sürece itaat telkin ediyordu. Fakat elbette İslam bundan daha fazlasıydı, bir insanın hayatını Tanrı’nın yasalarına göre nasıl yaşaması gerektiğine dair bütüncül bir inanç sistemiydi. Bu ilkelerin çoğu 620’lerin Arabistan’ında kodlanmıştı ve bölgenin ve dönemin normlarını yansıtıyorlardı. Hanbelîler veya Vehhabîler gibi gruplar Şeriat’ın katı gelenekçi bir yorumunu sahipleniyorlardı ve modern dünyayla oldukça çelişkili ve fazlasıyla sınırlayıcı bir normlar kafesini hayata geçirmişlerdi.

Bu normlar kafesi Suudilerin elinde sadece güçlü bir iktidar aracı değildi. Ayrıca Vehhabilerle ittifakları neticesinde ödemeleri gereken bir bedeldi. Örneğin Abdülaziz 1926’da yedi yargıcı olan bir ticaret mahkemesi kurmuştu. Yargıçlardan sadece biri dini bir kişilikti. Abdülaziz az da olsa iktisadi ilişkileri modernleştirmeye çalışıyordu. 1955’te ulema, Kral Suud’u mahkemeyi tamamen ortadan kaldırmaya ikna etti. 1967’de Faysal uygulamayı yeniden canlandırdı ve birisi Riyad’da, diğerleri ana liman kentleri Cidde ve Damman’da olmak üzere üç ticaret mahkemesi kurdu. Fakat bu sefer yargıçların yarısı ulemadan olmak zorundaydı. 1969’da üçte ikisinin ulema olması şartı getirildi. Şeriat modern sivil ticari yasaların getirilmesinin önüne geçmişti.

İhvan’ın yenilmesinden ve ulemanın ehlileştirilmesinden sonra Suudi kraliyet ailesinin kontrolü eline alacağı ve normlar kafesinin siyasi ve iktisadi menfaatlerine aykırı bazı bölümlerini gevşetmeye başlayacağı beklenebilirdi. Fakat Kral Fahd’ın ulusal savunmayla ilgili fetvasının gösterdiği gibi, toplumla hiçbir istişarenin olmadığı bu çıplak despotik sistemde, dini otoritelerin Suudi politika ve pratiklerini onaylamaları sıkça talep edilmektedir. Bu dinamik 1978 ile 1979 olaylarından sonra daha da kötüye gitti. Önce İran İslam Devrimi yaşandı. Bu Suudilerin bölgede İslam’ın bayraktarı oldukları iddiasını tehdit etti. Suudi ailesine daha fazla kaygı veren ikinci gelişme, Cuheyman el-Uteybi adındaki bir kişinin liderliğinde yüzlerce (kimse tam sayıyı bilmiyor) isyancının Mekke’deki Kâbe’ye saldırmalarıydı. EI-Uteybi Kral Abdülaziz’in İhvan için kurduğu bir yerleşimden geliyordu; babasıyla çok sayıda akrabası İhvan’ın aktif üyeleriydi ve krala karşı isyanın parçalarıydılar. Onun ve isyancılarının öfkelerinde Vehhabi kökenleri vardı. Suudi hanedanlığının Batılılaşarak Hz. Muhammed’in öğretilerinden saptığını iddia ediyorlardı ve İslam’ın daha geleneksel bir yorumuna dönme çağrısında bulunuyorlardı. (Haklı olarak) Ulemanın Suudiler tarafından kontrol altına alındığını ve meşruiyetlerini yitirdiklerini iddia ediyorlardı. Uzun kuşatma, Pakistan ve Fransız özel güçlerinin desteğiyle bitirildikten ve yakalanan el-Uteybi ve adamlarının kelleleri uçurulduktan sonra Suudi kraliyet ailesinin tepkisi Vehhabîliği daha fazla öne çıkarmak olmuştu. Özellikle de Suudi gençlerinin okullarda beyinlerinin yıkanmasının bir yolu olarak, dinin yorumu ve eğitimi daha da katılaştı ve normlar kafesi bir kez daha sıkılaştırıldı.

Suudi Arabistan’ın dokunulmazları

1955’te Kral, Suud kızlar için kamu eğitiminin başlatılacağını duyurdu. Fakat ulemadan gelen direniş yüzünden dört yıl sonra Suudi politikası değişti ve bu eğitimin denetimi ulemaya verildi. Büyük Müftü ve ulema 2002’ye kadar bu denetim gücünü ellerinde tuttular. Bu sadece kadınların eğitimiyle sınırlı değildi. Suudi toplumunda kadınlara yönelik davranışların tüm yönleri Suudi Vehhabi paktının oluşturduğu normlar kafesi tarafından sınırlandırılmaktadır.

Suudi Arabistan’da normlar kafesini topluma dayatanların en önemlilerinden biri Fazileti Yüceltme ve Günahı Önleme Komisyonu’dur. Heyet üyeleri mutavin diye bilinirler ve bu sözcük din polisi olarak çevrilebilir. Mutavin, kadınlar için katı giyim kuralları örneğinde olduğu gibi, insanları Şeriat’a ve İslami normlara uymaya zorlamakla görevlendirilmiştir. Bu görevi ciddiye, çok ciddiye ve hatta o kadar çok ciddiye alırlar ki, Mart 2002’ de Mekke’de bir kız okulunda yangın çıktığında, üzerlerinde başörtüleri ve abayaları (krallığın geleneksel İslam yorumuna göre giyilmesi gereken siyah çarşaf) olmadığı için uygun giyimli sayılmayan kızların yanan binadan dışarı çıkmasını engellemeye çalıştılar. 15 kız öldü. Bir kurtarma işçisi şunları söylemişti:

Kızlar ne zaman ana kapıdan çıksalar bu insanlar onları diğer bir kapıdan tekrar içeri girmeye zorladılar. Kurtarma işine el atacaklarına bu elleri bizleri dövmek için kullanıyorlardı.

Fazileti Yüceltme ve Günahı Önleme Komisyonu’nun kadim bir İslâm kurumu olduğunu düşünüyorsanız çok yanılırsınız. Gerçek olan, daha önce gördüğümüz gibi, Suudi devleti genişledikçe ele geçirilen vahalara muhtesipler atadığı ve bunların görevleri arasında dini norm ve yasaları uygulamanın bulunmasıdır. Bu kurumun kökleri erken Ortaçağ’daki Abbasi halifeliği dönemine kadar geri gider. Fakat “Komisyon” yeni bir kurumdu ve öncüsü olan Fazileti Yüceltme ve Günahı Önleme “Birliği”, Abdülaziz tarafından 1926’da, Hicaz’ı fethinden hemen sonra yaratılmıştı. Birlik 1928’de Komisyon’a dönüştürüldü. Suudi devleti gücünü tahkim ettikçe normlar kafesi sıkılaştırıldı. Bu kısmen Vehhabi ulemasına verilen tavizlerle ilgiliydi. Fakat bir başka nedeni de despotizme destek sağlamaktaki faydasıydı. Kafes ekonomi ve hayat modernleştikçe insanları denetim altında tutmaya yarıyordu. Komisyonun oluşturulma amacı buydu.

Suudi Arabistan’daki normlar kafesinin en ağır yükü kadınların sırtındadır. 2014’te Riyad’daki Kral Suud Üniversitesi’nden bir kadın öğrenci, erkek sağlık ekibinin kendisini tedavi etmesine izin verilmediği için öldü. Yakın akrabaları dışındaki erkeklerin kadına dokunması yasak. Temel tıbbi bakım vermek bir yana, nazikçe el sıkışmaya bile izin yok. Suudi Arabistan’ın dokunulmazları kadınlardır.

Kılık kıyafet sınırlamaları, dokunmama şartı ve kadınları erkeklerin denetimi altına yerleştirmek, Kuran’ın bazı özel yorumlarından kaynaklanır. 4. Sure’nin 34. Ayeti’ne göre “Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılmasına bağlı olarak ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. “Bu Suudi Arabistan’da kadınların, çocuklar gibi erkeklerin denetimi altında oldukları şeklinde yorumlanmaktadır ve bu yorumun, Hz. Muhammed’in Medine Sözleşmesi’ndeki 41. maddeyle tutarlı olduğu düşünülmektedir. 622 yılında düzenlenen bu maddeye göre “bir kadına sadece ailesinin rızasıyla koruma verilebilir.

Bu nedenle kadınlar ailelerinin (“erkekler” diye okuyun) denetimi altındadır. Suudi Arabistan’da erkeklerin kadınlar üzerindeki hâkimiyeti himaye sistemiyle kurumsallaştırılmıştır. Her kadının erkek bir hamisi olmak zorundadır ve kadın seyahat dâhil pek çok şeyi yapabilmek için ondan izin almak zorundadır. Hami baba, eş ve hatta oğlu bile olabilir. Eğer kadın hamisi olmadan seyahat ediyorsa, yaptığı gezileri ve hamisinin kaç günlük seyahati onayladığını belgeleyen sarı bir kart bulundurmaya mecburdur. Banka hesabı açmak, daire kiralamak, bir iş kurmak ve pasaporta başvurmak için de ayrıca izin gerekir. Devlet kendi internet sitesinde kadının pasaportu için erkek hamisinin başvuruyu doldurması gerektiğini belirtir. Bir kadının cezası bittiğinde hapisten çıkmak için bile bir erkeğin iznine ihtiyacı vardır!

Yakın zamana kadar işe girmek için de izin almak gerekiyordu. Bu değiştirilmiş olsa da Suudi yasalarına göre işyerleri kadınlar ve erkeklerin ayrı bölümlerde çalışmasını sağlamak zorundadır. Bu da kadınları işe almak konusunda yeterince caydırıcıdır. Eğer bir kadın yurt dışına eğitim için gitmek isterse yanında erkek bir akrabasının olması gerekir. Bir kadın, duvarla ayrılmış bir aile bölümü bulunmayan ve kadınlar için ayrı bir girişi olmayan bir restoranda yemek yiyemez. Büyük Heyet’in bir fetvasına göre, “(Bir) kadın kocasının izni olmadan evinden çıkmamalıdır.

Elbette yasa önünde de eşitlik yoktur. Mahkemelerde kadının şahitliği erkeğin yarısına denk düşer. Benzer biçimde Şeriat’a göre kadın erkeğin yarısı oranında miras alabilir. Kadınların yasal hamileri olmaksızın dava açması veya mahkemelerde dinlenmesi çok zordur. Erkek yargıçların yönettiği mahkemeler, ceza davalarında bir kadının şahitliğini genellikle kabul etmezler. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nden araştırmacılara konuşan iki kadın, yargıçların mahkeme salonlarında konuşmalarına izin vermediklerini çünkü kadınların seslerini “utandırıcı “ bulduklarını söylediler. Yargıçlar onlar adına hamilerinin konuşmasına izin verdiler. İnsan, peki kadınlar hamileri veya kocaları tarafından taciz edildiklerinde ne olacak diye düşünmeden edemiyor.

Dünya Ekonomik Forumu’nun cinsiyet eşitliğine dair bir sıra lamasına göre Suudi Arabistan 149 ülke arasında 141. sıradadır (Birleşik Arap Emirlikleri, Örtsöz’de gördüğümüz cinsiyet eşitliği ödüllerine rağmen Suudi Arabistan’ın çok az üzerindedir). Bu sıralama pek çok unsuru değerlendirir. Bunlardan biri de işgücüne katılımdır ve bu rakam Suudi Arabistan’da yüzde 22’dir (ABD’de yüzde 56).

Himaye sistemi ve kadınlara yönelik sistemli ayrımcılık dini otoritelerce sürekli desteklenir. 1990’larda Yüksek Ulemadan kadınların üniversite eğitimi almak için evliliklerini geciktirmelerinin uygunluğu konusunda bir hükümde bulunması istenmişti. Bu konuda ilan ettikleri fetvada:

Bir kadının üniversite eğitimiyle ilerlemesi ihtiyacımız olmayan bir husus olmakla birlikte incelenmeyi gerektirir. Benim (doğru olduğunu) düşündüğüm nokta, eğer bir kadın ilkokulu bitirir ve okumayı ve yazmayı becerebilirse ve ayrıca Allah’ın Kitabı’nı. tefsirlerini ve Peygamber hadislerini okııyarak istifade edebiliyorsa bu onun için yeterlidir.

Kadınların istihdamı konusu sorulduğunda verdikleri hüküm şöyleydi:

Yüce Allah… Kadınların evlerinde kalmalarını buyurmuştur. Kadınların halk içindeki mevcudiyetleri fitnenin yayılmasının en büyük nedenidir. Evet, Şeriat kadınların sadece zorunlu hallerde evlerinden çıkmalarına ve ancak başörtülerini takmaları ve tüm şüpheli durumlardan uzak durmaları şartıyla izin verir. Fakat genel kural evde kalmalarıdır.

Ve kesinlikle dokunmak yok. Liderlik de edemezler. Aynı kurum tarafından ilan edilen bir başka fetva kadınların “zayıf muhakeme ve mantıkları ve düşüncelerinin önüne geçen tutkuları” nedeniyle, erkekler üzerinde liderlik gerektiren görevlere getirilemeyeceklerini vurgular. Bu kuralların Suudi devlet yöneticileri tarafından savunulma biçimi genellikle Suudi Arabistan’ın muhafazakar bir toplum olduğu ve bu kuralların toplumun düşünce biçimini yansıttığı şeklindedir.

Fakat mevcut kanıtlar bu iddiayı desteklemez. Leonardo Bursztyn, Alessandra Gonzalez ve David Yanagizawa-Drott tarafından Riyad’da yapılan bir araştırmada erkeklere “benim düşünceme göre kadınların evleri dışında çalışmalarına izin verilmelidir” ifadesini kabul edip etmedikleri soruldu. Yüzde seksen yedisi bu görüşe destek verdi. Fakat normlar kafesini sürekli güçlendiren bir husus, erkeklerin eşlerinin dışarıda çalışması konusunda, diğer insanların tepkilerinden dolayı halen rahat hissetmemeleridir. Özellikle vurgulanan nokta, diğerlerinin kadının dışarıda çalışmasına hoş bakmayacaklarıdır. Sadece yüzde 63, kendi komşularının bu konuda olumlu düşüneceğini belirtmiştir. Demek ki normlar kafesi içerisinde herkes, kadınların en temel konularda güçlendirilmeleri konusunda diğerlerinin ne söyleyeceğinden endişe etmektedir. Kadınların çalışması damgalanır ve normlar kafesi pekiştirilir.

Alimler, Kuran ve hadislerden erkeklerin kadınları denetim altında tutmalarını destekleyen alıntılar yapsalar da her şey siyasi zorunluluklara tabidir. 1996 gibi yakın bir tarihte Yüksek Ulema, Şeriat hukukuna göre kadınların araba kullanamayacaklarını beI Ikten bir fetva yayınladı.

Bu yazının tamamı ilgi eserin 12. bölümünden alınmıştır.

Şüphe yok ki (araba kullanmalarına) izin yoktur. Kadınların araba kullanmaları pek çok belaya ve olumsuz neticeye yol açar. Bunların arasında hamisi olmadan erkeklerle karışmak da vardır. Böyle bir eylem yasaklandığı için bu durum büyük günahlara da neden olur.

Hz. Muhammed’in zamanında araba olmadığı açıktır. Bunun gibi bir fetva, 620’lerde arabalar kullanımda olsaydı, kadınların araba sürmeleri için temel İslami ilkelerin ne hüküm vereceğine dair spekülatif bir yorum olmanın ötesine geçemez. Fakat Suudi Arabistan’da kadınların araba sürmelerine izin verilmemesi, uluslararası medyada acımasızca yer aldıkça, rejimin giderek daha utanç verici bir yüzü haline geldi. 2017’de Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın reform paketiyle bunun değiştirilebileceği ilan edildi. Fakat durun biraz, 1996’da Yüksek Heyet kadınların araba sürmelerine izin verilmesinin kesinlikle Şeriat’a aykırı olduğunu ilan etmemiş miydi? Sorun değil, ne de olsa Suudiler bunun İslam’a mükemmelen uyduğunu ilan eden yeni bir fetva alıvermişlerdi.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.