Demokrasi Dışı Yönetimin Değişen Yüzü

Adalet - Hak, Hukuk, Hakkaniyet | | Ağustos 17, 2020 at 2:01 pm

Bugün hiçbir ülke demokratik olmadığının düşünülmesini istemez. Demokrasinin cazibesi o kadar güçlüdür ki dünya üzerindeki ülkelerin ezici çoğunluğu, demokrasiye ucundan kıyısından benzeyip benzemediklerine bakmaksızın, kendilerini “demokratik” addederler. Demokrasi dışı rejimler anayasalarında, kanunlarında, yönetmeliklerinde kendilerini demokrasi dışı rejimler olarak genellikle göstermedikleri gibi demokratik rejimler olmadıklarına kendileri de muhtemelen inanmazlar.

Üstelik 2013 yılında dünya nüfusunun %90’dan fazlası, anayasalarında ülkenin demokratikliğini savunan bağımsız ülkelerde yaşıyordu. Buna ilaveten, anayasalarında demokrasiden bahsedilmeyen ülkelerde yaşayan insanların çoğu demokrasiyle yönetilen bir ülkede yaşadıklarına yine de inanıyordu. Bundan daha da çarpıcı olanı, ülkelerin çok büyük çoğunluğunun anayasalarında kendilerini demokrasi ile yönetilen ülkeler olarak tarif etmekle kalmayıp, demokrasi kavramı ile ilişkilendirilen “liberal” hak ve özgürlüklerin birçoğunu anayasalarına yazdırmış olmasıdır. Hüsnü Mübarek’in yönetimindeki Mısır’dan Çin Komünist Partisi’nin Çin’ine, Esad ailesinin iktidarındaki Suriye’den Vladimir Putin’in Rusya’sına, Kurumsal Devrimci Parti (KDP) yönetimindeki Meksika’dan Chavez’in Venezuela’sına, Mugabe’nin Zimbabve’sinden Castroların Kuba’sına kadar, her yerde toplumun demokrasiyi özümsemişliğinin, bireyin haysiyetinin ve medeni hakların öneminin gösterişe varacak seviyede ilan edildiğini defalarca görmüşüzdür. Aslında, anayasalara yazılan taahhütlere bakıldığında, insan haklarını suiistimal eden bir yönetimi hakkıyla işleyen bir demokrasiden ayırmak çok zordur.

Kamuoyu önünde verilen beyanlara inanacak olursak dünyadaki rejimlerin neredeyse tamamı demokratik rejimdir ve “liberal” haklara sonsuz saygı duyar. Yine de bunun doğru olamayacağını biliriz. En azından çağdaş siyaset biliminin standartları uyarınca, ülkelerin ve dünya nüfusunun sadece yarısı kadarını kabaca demokratik kabul etmek mantıklıdır. Günümüz dünyasında ülkelerin neredeyse tamamı nasıl demokrasi örtüsüne sarılmayı ister duruma gelmiştir?

Bu bölümde evrensel bir norm olarak “demokrasinin” bugünkü üstünlüğüne yol açan tarihsel bağlam ve bunun sonucu olarak da demokrasi dışı yönetim biçimlerinde görülen dönüşümün son iki yüzyılı ana hatlarıyla çizilecektir. İlk kısımda, siyası otoritenin meşrulaştırılmasında görülen büyük değişimler arka plana oturtulmak suretiyle modem demokrasi dışı siyasetin nasıl şekillendiği anlatılacak. İkinci kısımda, söz konusu meşrulaştırma ilkelerindeki değişime, demokrasi dışı rejimler “şeklinde” ortaya çıkan önemli kurumsal dönüşümlerin nasıl eşlik ettiği gösterilecek. Son kısımda ise, modern demokrasi dışılığın gelişiminde yaşanan üç büyük “uğrağı” teşhis edeceğim: Bunlardan birincisi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde görülen “totaliterleşme’ uğrağı: ikincisi, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dekolonizasyon süreciyle başlayan “diktatöryel” ya da aslında “otoriter uğrak; son olarak da Soğuk Savaş’ın bitmesiyle başlayan “rekabetçi otoriter” uğrak.

Bu anlatım, açıklayıcı olmaktan ziyade tarif edici bir anlarımdır: demokrasi dışılığın modem biçimlerinin, modern demokratik kurumların gelişimiyle son derece iç içe geçmiş olduğu gösteriliyor ancak bu iç içe geçmişliğin sebeplerinin derinlemesine incelenmesi sonraki bölümlere bırakılıyor. Buna ilaveten, siyasi otoriteyi meşrulaştıran normlarda ve siyasi rekabeti düzenleyen mekanizmalarda geçtiğimiz iki yüzyılda görülen çarpıcı değişimlerin sadece “Batı’da” değil, tüm dünyada yaşandığını ve bu değişimin köklerinin 19. yüzyıla kadar uzandığını vurgulayabilmek için söz konusu anılan harita ve grafiklerle kısmen desteklenmektedir.

Demokrasi, diktatörlük ve siyasi otoritenin meşrulaştırılması

Siyasi olguları açıklarken kullandığımız kelimeler genellikle kesin olmayan ve tartışmalı kelimelerdir. Konumuzun odağında yer alan “demokrasi dışı” siyasi olguları açıklamak için kullandığımız kelimeler ise bilhassa öyledir. “Tiranlık”, “despotizm”, “otoriterlik” ve “totaliterlik” gibi kelimeler, özellikle “demokrasi” kelimesinin böylesine olumlu bir çağrışıma kavuştuğu günümüzde, iktidar mücadelesinde kullanılan silahlar haline kolaylıkla gelebilir. Diğer taraftan, bu durum her zaman böyle değildi. Aslında, çok yakın bir geçmişe kadar “demokrasinin” kötü bir yönetim biçimi olduğu, taklit edilecek bir yanı olmadığı düşünülürdü genellikle ve modern demokrasi dışı rejimlerden bahsederken en çok kullandığımız kelimelerden bazılarının, mesela diktatörlüğün olumlu çağrışımları vardı.

Siyasi rejimleri tarif ederken kullandığımız terminolojinin büyük bir kısmı Antik Yunan ve Roma dönemine aittir. Dönemin klasik yazarları, siyasi düzenlemeleri, iktidarı elinde bulunduran kişilerin sayısına (bir kişi, birkaç kişi, çok sayıda kişi tarafından, bazen yoksullar ve zenginler gibi toplumsal sınıflar adına vekâleten), iktidarın hangi amaçlarla (toplumun ortak çıkan ya da hükümdarın şahsi çıkarı gibi) ve hangi biçimde (yasalara uyarak veya keyfilikle) kullanıldığına göre sınıflamaya meyilliydi. Bu açıdan bakıldığında, demokrasi, ihtimal dâhilindeki birçok siyasi düzenlemeden sadece bir tanesiydi; en iyisi veya en kötüsü olması gerekmiyordu. Klasik yazarlar farklı siyasi rejimlerin erdemleri hakkında birbirlerinden çok farklı düşüncelere sahip olmakla birlikte hepsi “tiranlığın”, kötü veya adaletsiz bir hükümdarın yönetiminin en kötü yönetim biçimi olduğunda hemfikirdi. (Yüzyıllar sonrasından İngiliz filozof Thomas Hobbes’un sözleriyle, tiranlık “sevimsiz monarşiydi”.)

Diğer taraftan, tiranlık sadece monarşiyle ilişkilendirilmiş değildi: Greko-Romen dünyasında elitler, tiranlığı çoğu zaman demokrasinin bozulması olarak kabul ederdi. Demokrasi “çoğunluğun” –ortak meselelerinin tümünün nasıl çözüleceğine karar vermek için bir araya toplanmış, daha yoksul ve daha az eğitimli vatandaşların–  yönetime doğrudan katılması olarak görüldüğünden, bu kesimin yoksullukları ve eğitimsizlikleri nedeniyle aldatılmasının ve tiranlığa sürüklenmesinin bilhassa kolay olduğu düşünülürdü. Halk tarafından sevilen demagog liderin tirana dönüşmesi her zaman muhtemeldi. Demokrasinin tiranlık karşısındaki kırılganlığı, demokrasinin en iyi ihtimalle muğlâklık barındırdığı, en kötü durumda ise doğrudan tehlike içerdiği düşüncesini besliyordu.

Demokrasi, teorisyenler tarafından muğlâklığa yer vermeyecek derecede iyi bir yönetim biçimi olarak görülmüyordu (19. yüzyılın sonralarına kadar da görülmeyecekti (Dunn), ama monarşi de böyle görülmüyordu. İkisi de tek başına iyi rejim değildi. Aslında, daha sonraları alacağı adıyla “cumhuriyet”, demokratik ve demokrasi dışı unsurların bir karışımıydı. Modern öncesi dönemlerde böyle bir rejimin tipik örneği olan Roma Cumhuriyeti, özgür erkek yurttaşların yönetime katılabileceğini anayasasına koymuştu; bu durum, teorisyenler tarafından aslında “karma” özellikler sergileyen bir rejimin “demokratik” bir unsuru olarak görülüyordu (Marquez).

Roma Cumhuriyeti’nin yıkılması ve monarşi olduğu daha aşikâr bir sisteme dönüşmesi, demokrasinin bir “karma” yönetim sisteminin parçası olarak bile bir zamanlar taşımış olabileceği itibarı yok etti. Takip eden yüzyıllarda, hem halkın çeşitli kesimlerinin yönetime katılımı hem de elitlerin desteğinin alınmasına ihtiyaç duyulması gibi gerekçelerle aslında siyasi iktidara gayri resmi müdahaleler yapılmış olsa da monarşinin sağladığı otoritenin meşru siyasi otorite biçimi olduğuna dair temel anlayış dünyanın hemen her yerinde hâkim hale geldi. (Roma İmparatorluğu dışındaki büyük imparatorluklarda siyasi otoritenin meşrulaştırılması hemen her zaman monarşizmle sağlanmıştı.) Birkaç istisna haricinde (örneğin Rönesans döneminde İtalya’da görülen şehir-devletlerinde), monarşinin sağladığı otoritenin reddedilmesinin yaygınlaştığını gözlemlemek için 18. yüzyılın sonunda ve 19. yüzyılın başında yaşanan büyük cumhuriyetçi devrimleri beklememiz gerekecekti.

19. yüzyıl, Romalıların icat etmiş olduğu diğer bir terime yeniden ilgi duyulmasına da şahit oldu: “diktatör”. Bu terimi, iktidarı büyük ölçüde kendisinde toplamış yöneticilerden bahsederken zaten kullanmıştık. Diktatör, Roma Cumhuriyeti’nin ilk dönemlerinde, kriz zamanlarında ortak aklın yavaşlığı veya normal zamanlarda başvurulan yasaların katılığı sebebiyle vakit kaybetmeksizin “cumhuriyeti kurtarması için” olağanüstü yetkilerle donatılmış, bulunduğu makama son derece kısıtlı bir süre için atanmış bir “magistra” idi. Ancak bu diktatör cumhuriyetin temel kurumlarını değiştiremezdi ve nihayetinde Roma Senatosu’ndaki aristokratlara hesap vermek zorundaydı: bulunduğu makam, varlık nedeni itibarıyla geçici ve süreliydi. Taşıdığı meşruiyetin büyük bir bölümünü belirli aristokrat ailelerle olan bağlantılarından veya ilahi kudretten değil, ortak çıkar adına hareket ediyor olmaktan alıyordu.

Diğer taraftan, Cumhuriyet’in son dönemlerine gelindiğinde, diktatörlük makamı yürürlükten kalkmıştı: bu makamı tekrar ayağa kaldırmak için sarf edilen çabalar makamın taşıdığı anlamı kökünden değiştirdi. Romalı General Sulla (M.Ö. 138 – M.Ö. 78. diktatör olması M.Ö. 82) ve sonrasında Jül Sezar (M.Ö. 100 – M.Ö. 44, diktatör olması M.Ö. 48) bu makamı daha çok tehditkar ~ daha kalıcı ve daha uzun süreli hale getirdi. Bu örnekler diktatörlüğün antik dönemde bile kötü anılmasına yol açtı. Yine de sonraki dönemlerde, teorisyenler bu terimi başka insanların oluşturduğu bir kurula hesap vermek zorunda olan ancak normal yasal prosedürlerle bağlı olmayan ve olağanüstü bir durumu normalleştirme görevi verilen geçici bir magistra için zaman zaman kullanmışlardı (Schmitt). Cumhuriyet’in yıkılmasıyla birlikte, tiranlığa kayması muhtemel bir yöneticiden bahsedilirken “diktatör” teriminin kullanılmasının bir manası da kalmamıştı: Avrupa’daki birçok dilde, kötü bir hükümdardan bahsedilirken, tebaasına köle muamelesi yapan veya iktidarını ortak çıkarlar yerine kendi şahsi emelleri için kullanan hükümdarlara gönderme yapan “tiran” veya (daha sonra. 18. yüzyılda) “despot” kelimelerinden türetilmiş kelimeler kullanılacaktı (Şekil 2.3). Bu anlayış. monarşinin meşruiyetinin esas olduğunu kabul ediyordu.

Yine de, 19. yüzyılda cumhuriyetçiliğin yeniden ortaya çıkması, diktatör teriminin yeni bir kullanım alanı bulmasına yol açtı. Özellikle, Latin Amerika’da kurulan yeni cumhuriyetlerin çoğunda karşılaşılan akut sorunlar, “cumhuriyeti kurtarmak” adına bütün gücün ele geçirilmesini meşrulaştırmak suretiyle siyasi mücadelelerde “diktatörlüğü” kullanışlı hale getirdi. Hatta söz konusu cumhuriyetlerin çoğunun ilk yöneticilerinin “diktatör” unvanını hiç rahatsızlık duymadan taşıdığına ara ara rastlanıyordu: Venezüella, Kolombiya, Ekvator, Bolivya ve Peru’nun kurulmasıyla sonuçlanan bağımsızlık savaşları sırasında Simon Bolivar üç defa diktatörlük yapmıştı. Bağımsız Paraguay’ın ilk lideri Jose Gaspar Rodriguez de Francia 1813’te kendisini “ebedi diktatör’ ilan etmiş ve 1840’taki ölümüne kadar ülkeyi yönetmişti (Przeworski).

Üstelik “diktatör’ terimine olumsuz çağrışımın eninde sonunda yeniden yüklenmesine rağmen, modern dünyadaki darbelerde ileri sürülen gerekçelerin birçoğuna bakıldığında, “cumhuriyeti kurtarmak” için anayasayı çiğnemenin bazen meşru olabileceği fikrinin çok yaygın olduğu görülür. (Roma örneği muğlâktı, özellikle yöneticiler sonsuza dek iktidarda kalmaya niyetliyse.) Dahası, kriz zamanlarında hiçbir kısıtlamaya tabi olmadan ülkeyi yönetmesi gerekebilecek bir özel magistra fikri, modern anayasaların olağanüstü hal hükümleri çerçevesinde, ancak başka isimler altında, geçerliliğini hala korur: söz konusu hükümler de antik zamanlardaki muadilleri gibi fazlasıyla istismar edilmiştir. Örneğin Mısır’da” olağanüstü hal hükümleri çerçevesinde, 1950’li yıllardan Mübarek’in devrildiği 2012 yılının birkaç sene sonrasına kadar, anayasal haklar neredeyse sürekli askıda tutulmuştu. Anayasayı, genelde “geçici bir sureliğine’’ askıya almak için kriz durumlarından medet umulması, modern dönemdeki yöneticilerin siyasi rekabeti sınırlamak ve kendi pozisyonlarını sağlamlaştırmak için başvurmuş olduğu çok sayıda taktikten biri olarak varlığını sürdürüyor.

19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında, Marksist ve faşist çevrelerde “diktatörlük” teriminin olumlu çağrışımı da kısa bir süreliğine kullanıldı. Marx’a ve daha sonra da Lenin’e göre (Lenin, 1965 [1920]), proletarya diktatörlüğü tek bir kişinin veya grubun sorunlu yönetimi değil, hukuksal sınırlamalar olmaksızın düşmanlarını ezmek için örgütlenen işçi sınıfının iktidarıydı. Çin Komünist Partisi’nin “Halkın Demokratik Diktatörlüğü’nü” yönettiğinden bahseden Çin anayasasında, diktatörlük terimi hala bu anlamıyla kullanılır. Yine de bu gibi örneklerde diktatörlük daha köklü, daha kapsamlı bir demokrasiye geçişin bir aşaması olması nedeniyle demokrasiye bağlıdır; hatta cumhuriyetçi politikaların organizasyonel seviyede getirdiği temel yenilik olarak görülen siyasi parti ile de ilişkilidir. Benzer bir şekilde, 20. yüzyılın ilk dönemlerindeki faşistlerin bir kısmı, terimin klasik anlamına bakıp, büyük ulusal krizleri çözmenin bir aracı olarak gördükleri “diktatörlüğü” olumlu anlamda kullandı. Diğer taraftan, modern dönemde siyasi rejimlerin meşruiyetini tanrıdan veya gelenekten değil, halktan alması gerektiğini faşistler de kabul etti ve onlar da siyasetlerini partilerin çatısı altında örgütledi.

Diktatörlüğe ilişkin fikirler, siyaseti düzenlemenin alternatif yollarının meşruiyetini özünde farklı bir kaynaktan sağlamak yerine, halkın egemenliğine dair “cumhuriyetçi” fikirlerin üzerine bu şekilde parazit gibi yapışmıştır. “Diktatörlük”, halk egemenliğinin geçici veya kalıcı bir biçimde zayıflatılmasını işaret etmeye başladı ve böylece nihayetinde demokratik olmayan (tüm rejimleri kapsayan genel geçer bir terime dönüştü. Demokrasi dışı rejimlerin otoritelerini kötüye kullandıkları fikrinden hareketle, bu gibi rejimlerden bahsederken kullanılan ve herkesin benimsediği bir terime dönüşen “otoriterlik” teriminin de buna benzer bir hikâyesi vardır. Başka bir deyişle, bugün tiranlık veya despotizm yerine diktatörlük ve otoriterlikten bahsediyorsak bunun sebebi tam da meşru otoriteye dair “demokratik” fikirlerin ve bu fikirlerin ilişkilendirildiği cumhuriyetçi kurumların tüm dünyada baskın hale gelmiş olmasıdır. Cumhuriyetçi kurumlar eninde sonunda normlaşmış olabilir ancak bu kurumlar dünyanın dört bir yanında, siyasi rekabetin demokrasi dışı yöntemlerle sınırlandırılmasına uygun araçlar haline getirilebilir ve aslında getirilmiştir.

Cumhuriyetçi kurumların çok kısa bir tarihi

1788 yılında dünyada hiçbir ülke vatandaşlarına genel ve eşit oy verme hakkı tanınmamıştı: birçoğunun geçmişinde oy verme hakkının [sınırlı da olsa] tanındığı bile görülmemişti. Halkın büyük bir bölümünün oy verme hakkı yoktu; yöneticilerin yönetmeye başlamasının önkoşulunun insanların o yöneticiye oy vermesi olduğu genel kabul gören bir kural değildi. Yöneticiler, yönetme yetkilerinin başka gerekçelere dayandığını iddia edebiliyor ve bu yetkilerini kullanabiliyordu. “Yöneticilerin seçimle gelmesi gerektiği kuralı” hiç yoktu; soya dayalı seçim normları siyasi rekabetin cereyan ettiği sembolik evreni şekillendirip çoğu insan için de bu evrenin sınırlarını çiziyordu.

Diğer taraftan, 2013 yılına gelindiğinde, devletteki önemli makamların çoğu için en azından erkeklerin oy kullanma hakkı olduğunu açıkça kabul etmemiş sadece dört-beş ülke kaldığı: dünya nüfusunun tamamına yakınının, seçimler yapılmasa veya tek partinin katılabildiği anlamsız “seçimler” düzenlense dahi, en azından erkeklere oy kullanma hakkını verdiğini iddia eden ülkelerde yaşadığı görülüyordu. Daha da çarpıcı olanı, dünya nüfusunun % 75’ten fazlasının sadece genel ve eşit oy verme hakkı tanıyan ülkelerde değil, bir ölçüde rekabetçi seçimlerin de yapıldığı ülkelerde yaşıyor olmasıdır.

Hiç şüphesiz, bu yeni, yavaş yavaş ortaya çıkan genel ve eşit oy verme hakkı normunun anlamı kullanıldığı bağlama göre değişiyordu. Sovyetler Birliği’nde veya Kaddafi Libya’sında tüm yetişkinlerin oy verebildiği gerçeğinin siyaseten farklı dolaylı anlamları vardı ve bu oy verme hakkının insanlara sunduğu imkânlar, bugün Yeni Zelanda’da veya Venezüella’da tüm yetişkinlerin oy kullanabildiği gerçeğinin sunduklarından farklıydı. Buna karşılık günümüzde çok az insan bir zamanlar yeni ve korkutucu derecede radikal bir olgu olarak görülmüş genel ve eşit oy verme hakkı normunu tartışıyor. Oy verme hakkının kapsamı ve içeriği hakkındaki büyük ölçekli sınıf çatışmalarına, alt sınıflara oy verme hakkı tanınması halinde bunun peşinden geniş kapsamlı müsaderelerin geleceğinden elit kesimin korku duymasına 19. yüzyılda, özellikle Latin Amerika’da sıklıkla rastlanıyordu (Przeworski, 2010). Bununla birlikte, genele bakıldığında, dünyanın her yerinde rüzgar yavaşça elit kesimden olmayanlara oy verme hakkı tanınmasının lehine döndü.

Eşitsizlikler önemli ölçüde giderilmediği gibi, oy verme hakkının tanınması geniş kapsamlı müsaderelerle de sonuçlanmadı. Oy verme hakkı üzerine yapılan tartışmaları ateşleyen düşünce, daha geniş bir kitleye oy verme hakkı tanınan demokratik kurumların, demokratik olmayan ya da oy verme hakkı tanınan kitlenin daha küçük olduğu demokratik kurumlara göre gelir dağılımında daha adaletli davranacağıydı. Oy verme hakkının yaygınlaşması, ekonomiye ve siyasete hakim elitler ile daha yoksul vatandaşlar arasındaki güç dengesini değiştirmede kimi zaman başarılı olsa da elit kesim yeni normlara uyum sağlamayı veya yeni kurumlan ele geçirmeyi çoğu zaman bildi. (Elit kesim içinde bu değişime uyum sağlayamayanlar ise büyük devrimci ayaklanmalarla bazen bir kenara süpürüldü.)

Şu an için ne oy verme hakkının yaygınlaşmasına karşı olanların en büyük korkularının ne de taraftar olanların en büyük umutlarının gerçekleştiğini, ancak siyasi rekabetin kalitesinin gerçekten değiştiğini belirtmeyi yeterli görüyoruz. Yeni iktidar sembolleri ve ritüelleri eskilerinin yerini aldı: yeni siyasi taktiklerin ve meşruiyet gerekçelerinin icat edilmesi ve sınanması gerekti. En önemlisi, oy verme hakkı yaygınlaştıkça diğer kurumlar da değişti. Mesele sadece halka oy kullanma hakkının resmen verilmesi değildi: halkın, yetkiye gerçekten sahip olan yöneticileri seçmesiyle de giderek daha çok karşılaşılıyordu. Son iki yüzyıla bakıldığında, (ne kadar adaletsiz yapılırsa yapılsın) seçimlerle iktidara gelen etkin yöneticilerin sayısı, bulundukları makam kendilerine miras kalanlara ya da dar bir grup tarafından seçilenlere kıyasla çok büyük ölçüde arttı. Benzer bir şekilde, gerçekten yetki sahibi ve seçimle işbaşına gelmiş yasama organı sayısı da arttı: bugün hemen hemen tüm ülkelerde bu yasama organının kadrosunda seçilmiş temsilciler bulunuyor. Siyasetin soya dayalı seçim normları etrafında yapılandırıldığı 18. yüzyıl dünyasından siyasetin her yerde seçim pratikleri ve normları esas alınarak yapılandırıldığı günümüz dünyasına geçiş neredeyse tamamlanmıştır.

Hiç şüphesiz, yöneticilerin seçimlerle işbasına getirilmesine doğru gidiş arada aksamış ve çok defa da aksi istikamete sapmıştır. Oy verme hakkı normunu ilk benimseyen ülkelerin çoğunun, örneğin 1804 yılında Haiti’nin bağımsızlık savaşlarından sonraki dönemde birçok Orta ve Latin Amerika ülkesinin ve diğerlerinin, bilhassa demokratik olduğunu veya demokratik duruma geldiğini söylemek zordur. Darbeler, diktatörlükler ve farklı biçimlerde iç çekişmeler 19. yüzyılın büyük bir bölümünde bu ülkelerin başına bela oldu. Üstelik uzun vadede demokratik yönetim biçimlerine doğru bir gidişin olması, yöneticilerin gücünün daha fazla sınırlanması He her zaman doğru orantılı değildi; seçimle işbaşına gelen ve meşruiyetini demokrasiden aldığını öne süren liderler de şüphesiz diktatöre dönüşebilir. Diğer taraftan, yönetimdeki elitler seçimleri kaybetmek istemedikleri için söz konusu yeni gerçekliklere uyum sağlamak zorundaydı ve bir sonraki bölümde göreceğimiz üzere, 20. yüzyıl onlara epey fırsat sundu.

Demokrasi ve demokrasi dışılık dalgaları

Devlet iktidarı için verilen mücadeleyi etkin bir biçimde düzenleyen kapsamlı oy verme hakkının da eşlik ettiği ve gerçekten rekabetçi seçimlerin ortaya çıkışı olarak kabul edilen demokratikleşme 19. yüzyıldan itibaren, birbirinden kesin çizgilerle ayrılabilecek “dalgalar” halinde yayılmıştır. (Huntington. 1993): 1820’lerin ortalarından 1920’lere, 1940’ların ortalarından 1960’ların başlarına ve 1970’lerin ortalarından 2000’lerin sonlarına kadar olan dönemler bu dalgalara karşılık gelir. Bunların her biri, seçimlerin rekabetçi ve katılımın yaygın olduğu siyasi sistemlere geçen ülke sayısının bu özellikleri taşımayan siyasi sistemlere geçen ülke sayısından fazla olduğu bir dönemi temsil eder. Bu geçişler neticesinde, uluslararası sistemdeki demokrasi sayısı 19. yüzyılın başında sıfır iken günümüzde (sayımın nasıl yapıldığına bağlı olarak) yaklaşık 106’ya çıkmıştır.

Huntington’un belirttiği üzere, bu süreç doğrusal ilerlememiştir: 1920’lerden İkinci Dünya Savaşı’nın bitişine kadar olan dönemde ve 1960’ların başı ile 1970’lerin ortası arasındaki dönemde, demokrasi dışına çıkışların görüldüğü iki “ters dalga” (demokrasi dışı yönetimlere geçiş sayısının demokratik yönetimlere geçiş sayısından fazla olduğu dönemler) oluştu. Bazı siyaset bilimciler, son on yılda demokrasi dışına çıkışların görüldüğü yeni bir dalganın ya da “demokrasinin gerilemesi sürecinin başlamış olduğuna inanıyor (Puddington ve Roylance 2016).

Söz konusu dalgaların ve ters dalgaların her birini farklı süreçler tetiklemiş ve bunlar birbirinden kesin çizgilerle ayrılabilen demokrasi ve demokrasi dışılık biçimlerinin oluşmasına yol açmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nin Britanya’dan ve Latin Amerika’daki birçok devletin İspanya’dan bağımsızlığını kazandığı ilk büyük dekolonizasyon süreciyle aynı dönemde yaşanan ilk demokratikleşme dalgasında, büyük Amerikan ve Fransız devrimleri sayesinde monarşinin meşruiyetinin ortadan kaldırılması ve iktisadi gelişmelerin getirdiği yapısal değişiklikler en önemli rolleri oynuyordu (Huntington, 1993: Boix, 2011). İmparatorlukların yıkılıp aynı topraklar üzerinde çok sayıda yeni ulus-devletin kurulduğu İkinci Dünya Savaşı’nda Batılı Müttefiklerin zafer kazanması nedeniyle uluslararası sistemde görülen değişiklikler gibi tamamen siyasi faktörler de bu süreçte rol oynadı.

Demokratikleşmenin ilk dalgasında yönetici seçimi türleri, siyasi rekabet türleri ve yöneticilere getirilen kısıtlamaların derecelerinin de giderek daha fazla aynı hizaya geldiği görüldü. 19. yüzyılın ortalarında, örneğin formel normlar veya kurumlar tarafından yöneticilerin yetkilerinin ne ölçüde sınırlandırıldığı ile siyasi rekabetin ne ölçüde seçimler üzerinden yürütüldüğü arasında büyük bir korelasyon bulunmazken, oy verme hakkının yaygınlaşması ve seçim kurumlarının “dişini göstermeye” başladığı 1930’lara gelindiğinde bu ikisi arasındaki bağlantı çok daha güçlenmişti. Siyasi rejimler kutuplaşmıştı: Ya yetkileri sınırlandırılmış yöneticileri rekabete açık seçimlerle işbaşına getiriyor ya da siyasi rekabeti baskı altında tutan, yetkileri sınırsız ve seçimle işbaşına gelmemiş yöneticiler tarafından idare ediliyorlardı. Demokrasi dışına çıkışların görüldüğü ilk ters dalga sırasında, önemli seçim kurumlarıyla birlikte otoriter ve totaliter rejimlerin ortaya çıkması neticesinde bu korelasyon azalırken, 19. yüzyılda ulaştığı seviyelere asla tekrar dönmedi, hatta ikinci demokratikleşme dalgası esnasında hafifçe arttı.

İkinci Dünya Savaşı’nı Müttefiklerin kazanması, Avrupa’da monarşinin elinde kalan son meşruiyet kırıntılarını da yok etti ve birçok yeni demokratik rejimin kurulmasına yol açtı. Fakat bu demokratik rejimlerin birçoğu Büyük Buhran ile birlikte gelen ekonomik kriz nedeniyle itibarını kısa sürede kaybetti. Savaşın mağluplarının (bilhassa Almanya’nın) cezalandırılması ve birçoklarına ağız dalaşından öteye geçemeyen oligarşik parlamentoların cazip bir alternatifi gibi görünen Sovyetler Birliği’nin kuruluşu da bu itibar kaybında rol oynadı. O dönemde olanların tamamını anlatmak zor olmakla birlikte (örneğin bkz. Paxton, 2006 ve Linz, 1978). Avrupa’daki kriz böylece hem çok-partili demokrasinin meşruiyetini ortadan kaldırdı hem de halkın veya işçi sınıfının adına yeni bir tarzda hareket ettiğini iddia eden ve bu iddialarıyla çok fazla acıya sebep olan büyük totaliter hareketlere –Faşist ve Komünist hareketlere– verilen desteği arttırdı. Demokrasi dışına çıkışın yaşandığı ilk ters dalgada, İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı dehşetle dönüm noktasına ulaşan ilk totaliter rejimlerin kurulduğuna bu yüzden tanık olundu.

İkinci Dünya Savasını Müttefiklerin kazanması bu defa demokratik rekabete alternatif olarak çıkan Faşizmin itibarını yerle bir etti (ama Komünizminkine dokunmadı) ve en önemlileri Japonya ve Batı Almanya olmak üzere bir dizi yeni demokratik yönetimin kurulmasını sağladı. Buna ilaveten, İkinci Dünya Savaşının bu şekilde sonuçlanması, Afrika ve Asya kıtalarından birçok yeni devletin uluslararası sisteme dâhil olmasına yol açan ikinci dekolonizasyon dönemini başlattı. Bu devletlerin büyük bir bölümü, kurucu anayasalarında yönetimin “demokratik” meşruiyetine yer vermeyi ve sömürgecilik sonrası tarihlerinin hemen başında çok-partili seçimler düzenlemeyi seçti. Yine de çok-partili demokrasinin alternatifi olarak görünen Sovyet tek parti sistemi, sömürgecilik sonrası dönemde yönetimde yer alan elit kesimlerin çoğu tarafından çok büyük itibarla karşılandı. Buna karşılık, Soğuk Savaş’ın başlamasıyla birlikte jeopolitik ortam değiştiğinde, söz konusu demokrasilerin çoğu başarısız oldu. Sömürgecilik sonrası dönemin hemen başlarında etkili olan ve kurumsallaşmanın neredeyse izine rastlanmayan bir iklimde, anayasaların çok da bağlayıcı olmadığı, seçimle işbaşına gelmiş birçok liderin ya iktidarı tekeline alabildiği ya da hırslı rakipleri tarafından iktidardan indirildiği görüldü.

Soğuk Savaş dinamikleri, iki süper gücü de kontrol edebilecekleri rejimleri desteklemeye, ideolojilerine muhalif olduğunu düşündüklerini de zayıflatmaya sevk etti. Böylece Sovyetler Birliği, (Doğu Almanya gibi) kendisiyle bir örnek tek parti rejimlerini destekleyip teşvik ederken, ABD de komünizm karşıtlığını ispatlayabilen askeri rejimleri tercih etti. (Şili’de 1973 yılında yönetimi ele geçiren ve başa geçerken ABD’nin desteklediği askeri diktatörlük bunun klasik bir örneğidir.) Gerçekte, süper güçlerin bu yaklaşımı, birçok yeni ülkede siyasi rekabetin bastırılmasına yol açtı. “yetkileri sınırlandırılmamış“ ya da “tek adamlaşmış” yöneticilerin ortaya çıkmasına fırsat yarattı ve bunların yanı sıra çok sayıda askeri rejimin kurulmasına imkân tanıdı. İkinci ters dalga bu yüzden klasik otoriter diktatörlüğü altın çağıydı: O ya da bu gerekçeyle olağanüstü durumun varlığı kabul edilir, iktidardakilerin yetkileri çok az sınırlandırılmak suretiyle baskıcı bir tarzda ülke yönetilirdi.

Diğer taraftan, şaşırtıcı olan, demokrasi dilinin, oy verme hakkı ve iktidara seçimle gelme normlarının bu dönemde reddedilmemiş olmasıydı: bu normlar sadece, çoğu zaman saçma şekillerde olsa da, yeniden yorumlanmıştı. Şilili diktatör Pinochet, örneğin, “otoriter demokrasinin” ülkeye özgü bir biçimini desteklediğini öne sürerken (Constable ve Valenzuela, 1993. s. 71 ), 1950 ve 1960’lar İspanya’sındaki Franco rejimi kendi yönetiminin “organik demokrasi” niteliği taşıdığında ısrar ediyor (Payne, 1987, s. 355, 401) ve Trujillo da Dominik Cumhuriyeti’nde kurduğu acımasız diktatörlükten bir “neo-demokrasi” olarak bahsediyordu (Wiarda, 1968. s. 116). Diktatörlük teriminin antik dönemdeki kelime anlamı olan olağanüstü yönetime bilinçsizce bir dönüş denebilecek bir biçimde, hayal ürünü olağanüstü durumlar gerekçe gösterilerek anayasalar çiğnenir ya da askıya alınırken dahi cumhuriyetçi siyasetin temel normlarına dokunulmamış, kurumsal değişim üzerinde küçük ama süreklilik arz eden bir baskı kurulmuştu.

1970’lerin ortalarına gelindiğinde, söz konusu normatif baskılar, diğer bazı değişimlerle de birlikte, ikinci ters dalgayla ortaya çıkan otoriter rejimlerin meşruiyetini yok etmeye ve bu rejimleri zayıflatmaya başladılar (Huntington, 1993). Ekonominin uzun süre boyunca büyüdüğü dönemlerde toplumsal tabanları ve iktidarı bu şekilde elde tutma gerekçeleri zayıflayan bu rejimlerin birçoğunun karşısına demokrasi ve insan hakları yeniden dikildi. (Bilhassa askeri rejimlerin çoğu, ülkeyi “kalkındırmak’ için iktidarı ele geçirmişti ancak bu kalkınma hamlesi ya tamamlanmış, ya da başarısız olmuştu). Katolik Kilisesi. Avrupa Birliği (AB) ve ABD gibi etkili ulusal ve uluslar üstü aktörlerin politikalarındaki değişiklikler açıktan açığa otoriter rejimlerin ülke dışından destek bulmasını zorlaştırdı. Nihayetinde, Doğu Avrupa’da olduğu üzere başarılı demokratikleşmenin “örnek olması”, daha birçok rejimi demokratikleşmeye itti. Bu faktörlere Sovyet modelinin iktisadi açıdan tükenmesini de ekleyebiliriz; bu tükenme, eskiden sömürge olan birçok ülkede yöneticilerin kendilerine yeni bir koruyucu aramasına ve muhalefetin de cesaretlenmesine yol açtı.

‘Üçüncü dalga” esnasında birçok ulus gerçekten demokratikleşirken birçoğu da demokratik mücadelenin özünü almadan sadece biçimsel yöntemlerini benimsedi. Bu yeni demokrasilerin büyük bir kısmı yakın geçmişte ya başarısız oldu ya da daha otoriter bir rejime dönüşme sinyalleri verdi (Puddington ve Roylance, 2016). Tarih, demokratik rekabetin hep gelişip büyüdüğü yalnızca bir yöne ilerleyen bir çark değildir. Bilakis, bu ülkelerin birçoğunda yöneticiler ve yönetimdeki elitler çokpartili rekabeti kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etmeyi kısa sürede öğrendiler. Demokratikleşmenin üçüncü dalgası bu yüzden aynı zamanda rekabetçi otoriter uğraktır.

Bu yazı Xavier Marquez’in “Demokrasi Dışı Siyaset” isimli eserinin ikinci bölümünden alınmıştır.

Sonuç
Modern demokrasi dışı rejimler kendi otoritelerini modern demokrasilerden kökten farklı yöntemlerle meşrulaştırma iddiasında değildir. Monarşi ile yönetilen az sayıda istisna dışında, bu rejimler en azından kendi yönetim şekillerinin olağanüstü halden kaynaklandığını, daha demokratik topluma geçişte bir ara dönemde bulunduklarını iddia eder. Bu çerçevede, söz konusu rejimler cumhuriyetçi fikirlerle ilişkilendirilen kurumlarla, özellikle seçimler ve siyasi partilerle birlikte yaşamayı da öğrenmiştir. Seçimlerden kaçınsalar, siyasi parti faaliyetlerini engelleseler dahi bunu, eski Roma deyişinde olduğu gibi, genelde cumhuriyeti kurtarmak için yaptıklarını iddia ederler. Modem demokrasi dışı rejimler bu yüzden, kendilerini böyle adlandırmasalar bile, kelimenin klasik anlamıyla “diktatörlüklerdir”  ve bu özellikleri kolayca teşhis edilebilir.

Bununla birlikte, demokrasi dışı rejimler son yüzyılda belirli açılardan değişime uğramıştır. Nasıl ki demokratikleşmede üç dalga yaşanmışsa, demokrasi dışına çıkışta da üç dalga yaşandığını ya da daha doğru bir ifadeyle üç demokrasi dışı uğrak oluştuğunu görmüş olduk. Çok-partili demokrasinin yerine daha iyi bir şey koyma sözü veren totaliter uğrak, kendisini geçici bir aşama ya da olağanüstü hal olarak sunan diktatörlük veya otoriterlik uğrağı, birçok demokrasi dışı rejimin demokrasi imiş gibi yapmakla yetindiği şimdiki uğrak.

Yukarıdaki tablo dünyadaki siyasi rejimleri altı farklı grupta ele almakta ve her biriyle yönetilen nüfusu göstermektedir. 19. yüzyılda dünya nüfusunun çoğu sömürge imparatorlukları otokrasi ve anokrasilerle  yönetilmekteydi.(Anokrasi kabaca “”kısmen demokrasi kısmen diktatörlük olan”” ya da demokratik ve otokratik özelliklerin birlikte yer aldığı hükümet rejimlerini tanımlamak için kullanılıyor.) Ancak, 19. yüzyılın sonlarında demokrasiler yayılmaya başladı. O zamandan bu yana ise II. Dünya Harbi dönemi ve öncesi hariç demokrasilerle yönetilen nüfusların payı yükseliş içinde olmuştur. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında koloniler bağımsızlık kazandılar ve daha çok ülke demokrasiye döndü. Bugün dünya nüfusunun yarısı demokrasi içinde yaşamaktadır. Hala otokrasilerde yaşayanların ise beşte dördü Çinlidir.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.