İngiltere nasıl büyük devlet oldu?
Tarihte Neler Oldu | Daron Acemoglu | Nisan 19, 2014 at 3:42 pmİngiltere on dördüncü yüzyılın ortasında nüfusunun yarıdan fazlasını veba yüzünden kaybetmişti. Amerika kıtasındaki fetihlerde en sona kaldı. Yeni topraklardan altın ve değerli maden yağması işlerinde mesela İspanyolların yüz yıl kadar gerisinde kaldığı için Avrupa’nın en fakir ve geri ülkelerinden biri olmuştu. 1500 yılında başkent Londra’nın nüfusu sadece 50 bin, Kongo Krallığının başkenti Mbanza’nın ise 60bin idi. Ülke 1588’de İspanyol armadası tarafından tamamen fethedilmekten kıl payı kurtulmuştu.
Nasıl oldu da dünyadaki hızlı gelişme çağının önünü açan 18nci yüzyıldaki Sanayi Devrimi başka herhangi bir ülkede değil de İngiltere’de gerçekleşti. Nasıl oldu da hepsi 2-3 yüzyıl içinde İngilizce dünyadaki her 4 kişiden birinin konuştuğu bir dil haline geldi ve İngiltere kültürel, ekonomik ve siyasi bakımdan neredeyse tüm dünyaya hükmeden, ufkunda güneş batmayan bir çok uluslu büyük devlet haline geldi.
Başka herhangi bir ülkenin değil de en önce İngiltere’nin bu konuma gelmesindeki dönüm noktası kapsayıcı kurumların inşası, sömürücü müesseselerin kısıtlanması, iktidarın yetki kullanımına sınırlama getirmesi üzerine verilen mücadeleler ve yaratıcı yıkımın ortaya çıkmasını sağlama noktasında aşağıdaki tarihi gelişmeleri hatırlamak aydınlatıcı olacaktır.
Halkla bir kral arasında imzlanan ilk sözleşme Magna Carta (1215)
Kurumlar ve kaynakların dağılımı üzerine süren çatışma tarihin her döneminde yaygındır. İngiliz tarihi de monarşi ile tebaası arasındaki çatışmalarla, iktidar için savaşan fraksiyonların çatışmalarıyla ve elitler ile yurttaşlar arasındaki çatışmalarla doludur. Fakat sonuç her zaman iktidardakini güçlendirecek şekilde olmamıştır. 1215’te baronlar, yani kralın altındaki elit tabaka Kral John’a kafa tutarak ona Runnymede denilen yerde Magna Carta (Büyük Ferman) isimli belgeyi imzalattılar. Bu belge iktidarın yetki kullanımına sınırlama getirme üzerine verilen mücadelelerde tarihte kazanılmış ilk zaferi temsil etmektedir.
Bu belge, kralın otoritesine meydan okuyan bazı temel ilkeleri yasalaştırdı. En önemlisi, kralın vergileri yükseltmek için baronlara danışmasını zorunlu hale getirdi. 61. madde en çekişmeli olanıydı ve şöyle diyordu: “Krallığımızın sınırları içerisinde bulunan baronlar kendi aralarından diledikleri 25 kişiyi seçecekler ve bu 25 kişi tüm güçleriyle halihazırdaki bu fermanla kendilerine bağışladığımız ve teyit ettiğimiz barışı ve özgürlükleri uygulayacak, bunlara uyacak ve karşı tarafın da uymasını sağlayacaklardır”. Esas itibariyle baronlar kralın fermanı uyguladığından emin olmak için bir meclis oluşturacaktı ve uygulamaması halinde bu 25 baron kalelere, topraklara ve servete el koymaya hak sahibi olacaktı. “ta ki kendi kararlarıyla [yasal] değişiklikler yapılıncaya dek”. Kral John Magna Carta’dan hiç hoşlanmamıştı, baronlar dağılır dağılmaz da Papa’ya feshettirdi. Fakat hem baronların siyasal gücü hem de Magna Carta’nın etkisi devam etti. İngiltere çoğulculuğa doğru ilk ikircikli adımını atmıştı.
Kurumlar üzerine çatışma devam etti ve 1265’te seçimle gelen ilk parlamento monarşinin gücünü daha da sınırlandırdı. Parlamentonun üyeleri Roma’nın Pleb Meclisi’nin ya da günümüzün seçime dayalı yasama organlarının aksine, ilk başta feodal soylular ve daha sonra ülkenin şövalyeleri ve varlıklı aristokratlarıydı. İngiliz Parlamentosu elitlerden oluşmasına rağmen iki ayırt edici özellik geliştirdi. Birincisi, yalnızca krala yakın elitleri temsil etmekle kalmıyordu, ticaret ve sanayi gibi farklı uğraş alanlarından küçük aristokratlar ve daha sonra tüccarlardan ve sınıf atlayan çiftçilerden oluşan yeni bir sınıf olan “eşraf” gibi farklı çıkarları da temsil ediyordu. Böylelikle parlamento toplumda oldukça geniş bir koalisyonu yetkilendirmiş oldu; özellikle de o zamanın standartları göz önünde tutulduğunda. İkincisi, büyük ölçüde ilk özelliğin bir sonucu olarak, pek çok parlamento üyesi monarşinin gücünü arttırma girişimlerine mütemadiyen karşı çıktı ve önce İngiliz iç savaşında, ardından Muhteşem Devrim’de monarşiye karşı savaşanlara dayanak noktası oluşturdular.
Monarşinin güçleri ve kimin kral olacağı üzerine siyasal çatışma Magna Carta’ya ve seçimle gelen ilk parlamentoya rağmen devam etti. Bu elitlerin iç hesaplaşması Güller Savaşı’yla; krallığa talip iki aile olan Lanchaster ve York hanedanları arasındaki uzun düelloyla sonuçlandı. Lanchaster hanedanı galip gelirken tahta aday gösterdikleri Henry Tudor 1485’te VII. Henry oldu.
Birbiriyle ilişkili iki süreç daha cerayan etti. Tudorlarla başlayan artan siyasal merkeziyetti. 1485’in ardından VII. Henry aristokrasiyi silahsızlandırdı, askeri fonksiyonlarına son verdi. ve böylece merkezi devletin gücünü muazzam ölçüde artırdı. Ardından oğlu VIII. Henry, başbakanı Thomas Cromwell sayesinde hükümette bir devrim yaptı. Cromwell 1530’larda bürokratik bir devletin tohumlarını attı. Hükümet, kralın “özel evi” olmak yerine ayrı bir kurumlar dizisine dönüşebilirdi. Bunu VIII. Henry’nin Roma Katolik Kilisesi’yle yollarını ayırması ve Kilise’nin tüm topraklarına el koymasını sağlayan “Manastırların Feshi” tamamladı. Kilise otoritesinin ortadan kaldırılması devleti daha merkezi bir hale getirme sürecinin parçasıydı. Devlet kurumlarının merkezileştirilmesi ilk kez kapsayıcı kurumların mümkün hale gelmesi anlamını taşıyordu. VII. Henry ve VIII. Henry’nin başlattığı bu süreç yalnızca devlet kurumlarını merkezileştirmekle kalmadı, daha geniş tabanlı bir siyasal temsil talebini de artırdı. Aslına bakılırsa siyasal merkeziyet süreci bir mutlakıyet biçimine yol açabilir; çünkü kral ve yandaşları toplumdaki diğer güçlü grupları ezebilirler. Devletin merkezileşmesine muhalefet edilmesinin nedenlerinden biri de budur. Yine de, bu kuvvetin aksine, devlet kurumlarının merkezileştirilmesi Tudor İngilteresi’nde olduğu gibi başlangıç aşamasındaki bir çoğulculuk biçimi için de talep doğurabilir. Baronlar ve yerel elit siyasal gücün giderek daha merkezi hale geldiğini ve bu süreci durdurmanın zor olduğunu fark ettiklerinde merkezi gücün nasıl kullanılacağı hakkında söz hakkı talep edeceklerdir. Bu durum, İngiltere’de geç 15. ve 16. yüzyılda parlamentoyu kraliyet gücünü dengelemek için bir karşı ağırlık olarak kullanmak ve devletin işleyişini kısmen kontrol edebilmek için bu grupların büyük çaba sarf etmelerine yol açtı. Böylece Tudor projesi kapsayıcı kurumların payandalarından biri olan siyasal merkeziyetçiliği başlatmakla kalmadı, aynı zamanda kapsayıcı kurumların bir diğer payandası olan çoğulculuğa da dolaylı yoldan katkıda bulundu.
Siyasal kurumlardaki bu gelişmeler toplum doğasındaki diğer büyük değişimler çerçevesinde cereyan etti. Özellikle dikkate değer olansa, monarşi ve siyasal elite baskı yapabilen grupların genişlemesine yol açan siyasal çatışmanın büyümesiydi. Bunların en önemlisi, sonrasında İngiliz elitinin ardı ardına halk ayaklanmalarıyla sarsılacağı 1381’deki köylü isyanı’ydı. Siyasal iktidarın yeniden bölüşümü artık basitçe kral ile lordlar arasında değil, aynı zamanda elit ile halk arasında gerçekleşiyordu. Bu değişiklikler kralın yetkilerindeki sınırlandırmalarla birlikte mutlakıyet karşıtı geniş tabanlı bir koalisyonun ortaya çıkmasını mümkün kıldı ve böylelikle çoğulcu siyasal kurumların temellerini attı. Aksi yönde görüşler olsa da, Tudorların devraldığı ve sürdürdüğü siyasal ve ekonomik kurumlar açık bir biçimde sömürücüydü. İngiltere tahtına 1558’de çıkan I. Elizabeth, VIII. Henry’in kızı, 1603’te ardında çocuk bırakmadan öldü ve Tudorların yerini Stuart hanedanı aldı.
Stuartların tahta çıkardıkları ilk kral olan I. James yalnızca bu kurumları değil bunlar için sürdürülen çatışmaları da devralmıştı. James mutlakıyetçi bir hükümdar olma arzusundaydı. Devletin daha merkezi bir hale gelmiş olmasına ve sosyal değişimin siyasal iktidarı toplum içinde yeniden bölüştürmesine rağmen siyasal kurumlar henüz çoğulcu nitelikte değildi. Sömürücü kurumlar ekonomide kendilerini yalnızca icatlara karşı çıkarak değil tekeller ve başka tekeller biçiminde belli ettiler. 1601’de bu tekellerin bir listesi Parlamentoda yüksek sesle okunduğunda üyelerden biri ironiyle “Ekmek yokmu orada?” diye sormuştu. 1621’e gelindiğindeyse sayıları 700’e ulaşmıştı. İngiliz tarihçiCristopher Hill’in ifade ettiği gibi, insanlar,
Tekel tuğlalarından yapılmış […] tekel camından pencereleri olan (tekel ürünü İrlanda kerestesinden olan) evlerde yaşıyor, tekel demirinden yapılma ocaklarda tekel kömürüyle ısınıyordu […] Tekel sabunuyla yıkanıyor, giysilerini tekel kolasıyla kolalıyordu. Tekel dantelinden, tekel keteninden, tekel derisinden, tekel sırma telinden elbiseler giyiyordu […] Elbiselerini tekel kemerleri, tekel düğmeleri ve tekel iğneleriyle tutturuyordu. Bu elbiseler tekel boyasıyla boyanıyordu. Tekelin yağını, tekelin kuşüzümünü, tekelin tütsülenmiş ringa balığını, tekelin somonunu ve tekelin ıstakozunu yiyordu. Yiyecekleri tekel tuzuyla, tekel biberiyle ve tekel sirkesiyle tatlandırıyordu […] Tekel kalemiyle tekel kağıdına yazıyor, (tekel mumlarının ışığında tekel gözlükleriyle) tekelin bastığı kitaplar okuyordu.
Bu tekeller ve daha niceleri, çok sayıda ürünün yegane üretim hakkını belirli kişi ya da gruplara veriyordu. Ekonomik refah için hayati önem taşıyan yetenek dağılımını engelliyorlardı.
Hem I. James hem de oğlu ve halefi I. Charles monarşiyi güçlendirme, parlamentonun etkisini azaltma ve İspanya ile Fransa’dakilere benzer mutlakıyetçi kurumlar inşa edip bunları daha da sömürücü hale getirerek kendilerinin ve elitin ekonomi üzerindeki kontrolünü artırma hevesindeydiler. I. James ile parlamento arasındaki çatışma 1620’lerde doruk noktasına ulaştı. Bu çatışmanın merkezinde hem denizaşırı hem de Britanya adaları arasındaki ticaretin kontrolü meselesi vardı. Kraliyetin tekel hakkı bağışlama yetkisi devlet gelirinin en önemli kaynaklarından biriydi ve genellikle kralın destekçilerine münhasır haklar tanımak için kullanılıyordu. Beklenebileceği gibi, piyasaya yeni girişleri engelleyen ve piyasanın işleyişini kısıtlayan bu sömürücü kurum ayni zamanda ekonomik faaliyet ve parlamentonun pek çok üyesinin çıkarları için de son derece sakıncalı idi. 1623’de parlamento I. James’i yeni yerli tekeller oluşturmaktan men eden Tekel Kanunu’nu geçirerek önemli bir başarı elde etti. Fakat parlamentonun uluslar arası ilişkilerde yetkisi olmadığından James uluslar arası ticarette tekel hakkı bağışlamaya devam edebilecekti. Mevcut tekeller ise uluslar arası olsun olmasın olduğu gibi kalacaktı.
Parlamento düzenli bir biçimde toplanmıyordu ve oturumlar için kralın çağrıda bulunması gerekliydi. Magna Carta’nın ardından ortaya çıkan düzene göre yeni vergilerin onaylanması için kralın parlamentoyu toplantıya çağırması gerekiyordu. 1625’te tahta geçen I. Charles 1629’dan sonra parlamentoyu çağırmayı reddetti ve I. James’in izinden giderek daha katı bir mutlakıyetçi rejim inşa etmeye yoğunlaştı. Zorunlu kredi uygulaması başlatarak insanları kendisine borç vermeye mecbur bıraktı. Fakat kredinin şartlarını tek taraflı olarak değiştirerek borçlarını ödemeyi reddetti. Tekel Kanunu’nun ona bıraktığı tek alanda, yani uluslararası ticaret girişimlerinde tekeller oluşturdu ve bunları sattı. Ayrıca yargının bağımsızlığını zedeledi ve hukuki davaların sonuçlarına müdahale etmeye çalıştı. Pek çok para cezası ve harç uygulaması başlattı. Bunların en tartışmalı olanı 1634’te Kraliyet Donanması’nı desteklemeleri için kıyısı olan vilayetlerden alınmaya başlanan “gemi parası” idi; 1635’te iç kesimlerdeki vilayetler de bu harç kapsamına alınacaktı. Gemi parası 1640’a kadar her yıl tahsil edildi.
Charles’ın giderek artan mutlakıyetçi tutumu ve sömürücü politikaları tüm ülkede kızgınlık ve direniş yarattı. 1640’da İskoçya’yla çatışma yaşadı ve cepheye sürmek için düzgün bir ordu kuracak parası olmadığından daha fazla vergi istemek için parlamentoyu toplamak zorunda kaldı. “Kısa Parlamento” denen bu parlamentonun yalnızca üç haftalık bir ömrü oldu. Londra’ya gelen parlamenterler vergi hakkında konuşmayı reddettiler fakat Charles onları azledinceye dek pek çok şikâyeti dile getirdiler. Charles’in ülkeden destek görmediğini fark eden İskoçlar İngiltere’ye saldırıp Newcastle şehrini işgal etti. Müzakereleri başlatan Charles, İskoçların parlamentonun da bu müzakerelere katılması talebiyle karşılaştı. Bu durum Charles’i 1649’a kadar oturumlara devam ettiği için “Uzun Parlamento” olarak bilinen ve Charles talep ettiğinde dahi dağılmayı reddeden parlamentoyu toplamaya razı etti.
Kral I. Charles’ın Parlamento Kararıyla İdam Edilmesi
Parlamento içinde kraliyet yanlısı pek çok üye olmasına rağmen 1642’de Charles ve parlamento arasında İç Savaş patlak verdi. Çatışmalar, ekonomik ve siyasal kurumlar için verilen mücadeleyi yansıtıyordu. Parlamento mutlakıyetçi siyasal kurumlara bir son vermek isterken kral daha da güçlendirmek istiyordu. Bu çatışmaların temelinde yatansa ekonomik nedenlerdi. Birçokları kraliyeti destekledi. Çünkü kendilerine kârlı tekeller bahşedilmişti. Örneğin Shrewsbury ve Oswestry’nin zengin ve güçlü tüccarlarının kontrolündeki yerel tekeller, kraliyet tarafından Londralı tüccarların rekabetinden korunuyordu. Bu tüccarlar I. Charles’ın tarafını tutuyordu. Öte yandan, metalürji sanayi Birmingham’da filizlenmişti; çünkü orada tekeller zayıftı ve bu sektöre yeni girenler ülkenin diğer kesimlerinde olduğu gibi yedi yıllık bir çıraklıktan geçmek zorunda kalmıyorlardı. İç savaş boyunca kılıç imal ettiler ve parlamentonun tarafını tutan gönüllüleri oluşturdular. Benzer biçimde, Lancashire vilayetinde loncalara ilişkin bir düzenlemenin olmayışı 1640’dan önce yeni bir hafif giysi tarzının, “yeni kıyafetler”in gelişimine olanak tanıdı. Bu giysilerin üretiminin yoğunlaştığı bölge, Lancashire’ın parlamentoyu destekleyen tek bölgesiydi.
Oliver Cromwell önderliğindeki parlamenterler –saç kesimlerinden ötürü Yuvarlakkafa (Roundheads) olarak bilinirlerdi – Süvariler(Cavaliers) olarak bilinen kralcıları yenilgiye uğrattı. Charles 1649’da yargılandı ve idam edildi. Yine de, yenilgisi ve monarşinin feshedilmesi, kapsayıcı kurumların ortaya çıkışıyla sonuçlanmadı. Bunun yerine, oligarşinin yerini Oliver Cromwell’in diktatörlüğü aldı. Cromwell’in ölümünün ardından 1660’da monarşi yeniden tesis edildi ve 1649’dan beri mahrum bırakıldığı pek çok ayrıcalığı iade edildi. Daha sonra Charles’in oğlu II. Charles İngiltere’de mutlakıyetçiliğin tesis edilmesine yönelik ayni programı uygulamaya koydu. 1685’de II. Charles’ın ölümüyle tahta geçen kardeşi II.James bu girişimleri daha da yoğunlaştırdı. 1688’de James’in mutlakıyetçiliği yeniden kurma girişimi başka bir krize ve başka bir iç savaşa neden oldu. Ancak bu defa parlamento birbirine daha kenetli ve daha örgütlüydü. James’in yerine geçmesi için Hollanda genel valisi III. William’ı ve eşi Mary’yi (James’in Protestan kızı) davet ettiler. William beraberinde bir ordu getirerek, ülkeyi mutlakıyetçi bir monarşiyle değil, parlamentonun kuracağı anayasal bir monarşiyle yönetmek için taht üzerinde hak iddia etti. William’ın Devon’daki Brixham’da Britanya adalarına adım atmasından iki ay sonra James’in ordusu dağıldı ve kendisi de Fransa’ya kaçtı.
Sınırsız yetki kullanmakta ısrar eden kralın tahttan indirilmesi – Muhteşem Devrim (1688)
Muhteşem Devrim’in zaferinin ardından Parlamento ve William yeni bir anayasa müzakere ettiler. William’ın işgalden kısa bir süre önce yaptığı “Deklarasyon” değişikliklerin habercisiydi. Parlamento tarafındn 1689 Şubatı’nda hazırlanan “Haklar Bildirgesi” ile bu değişiklikler kutsandı. Deklarasyon, William’a tacın teklif edildiği oturumda okundu. Deklarasyon, birçok yönden belirsizlik taşıyordu. Yine de hayati öneme sahip bazı temel anayasal ilkeler oluşturdu. Tahta nasıl geçileceğini belirledi ve bunu kalıtsal ilkelere dayalı daha önceki uygulamadan önemli ölçüde farklı bir biçimde yaptı. Eğer parlamento geçmişte bir hükümdara el çektirip yerine beğendiği bir diğerini koyabilmişse bunu neden bir kez daha yapmasındı? Haklar bildirgesi ayrıca hükümdarın yasaları iptal edemeyeceğini ya da kendisinin yasa hazırlayamayacağını da belirtti ve parlamentonun izni olmadan vergi koymanın yasadışı olduğunu tekrar vurguladı. Buna ek olarak, İngiltere’de parlamentonun izni olmaksızın daimi bir ordunun olamayacağını beyan etti. Belirsizlik “Parlamento üyelerinin seçimi serbest olmalıdır” diyen fakat “özgürlük” kavramının nasıl tanımlanacağı konusuna açıklık getirmeyen 8. Madde gibi maddelerle başladı. Özü itibariyle parlamentonun sık sık toplanması gerektiğini söyleyen 13. Madde ise daha da belirsizdi. Parlamentonun toplanıp toplanmayacağı, toplanırsa ne zaman toplanacağı tüm yüzyıl boyunca ihtilaflı bir konu olarak kaldığından bu maddenin çok daha detaylı olması beklenebilirdi. Her şeye rağmen bu belirsiz ifade tarzının nedeni açıktır. Maddelerin uygulanması bir zorunluluktu. II. Charles’ın hükümdarlığı boyunca parlamentonun en az üç yılda bir toplanması gerektiğini ileri süren bir “Triennial Act” yürürlükteydi. Fakat Charles bunu görmezden geldi ve hiçbir şey olmadı; çünkü bunu uygulamak için bir yöntem yoktu. 1688’in ardından parlamento bu maddenin uygulanabilmesi için bir yöntem bulmaya çalışabilirdi çünkü kral John’un Magna Carta’yı imzalamasından sonra baronların kendi meclisleriyle bir işi kalmamıştı. Bunu yapmadılar, çünkü buna ihtiyaçları yoktu. Bunun nedeni ise otoritenin ve karar alma gücünün 1688’den sonra parlamentoya geçmiş olmasıydı. William belirli anayasal kurallara ya da yasalara bile gerek kalmadan kendisinden önceki kralların pek çok uygulamasını terk etti. Yargının kararlarına müdahale etmekten ve ömür boyu gümrük vergisi almak gibi önceki “haklarından” vazgeçti. Birlikte ele alındığında siyasal kurumlardaki bu değişiklikler parlamentonun kral üzerindeki zaferini ve böylece İngiltere’de ardından Büyük Britanya’da (İngiltere ve İskoçya 1707’de birleşme yasasıyla birleştiği için) mutlakıyetin sona erişini yansıtıyordu. Bu tarihten itibaren parlamento devlet siyaseti üzerinde sıkı bir kontrole sahipti. Parlamentonun çıkarları daha önceki Stuart krallarınınkinden çok farklı olduğu için bu durum büyük bir fark yarattı. pek çok parlamento üyesinin önemli ticari ve sınai yatırımları olduğu için mülkiyet haklarının uygulamaya konması çıkarlarına hizmet ediyordu. Stuartlar sık sık mülkiyet haklarını ihlal ederken onlar destekliyordu. Dahası, eskiden Stuartlar hükümetin parayı nasıl harcadığını kontrol ederken parlamento yüksek vergilere karşı çıkıyor, devlet gücünün artmasına ayak diriyordu. Şimdiyse harcamaları parlamento kontrol ettiğinden, vergileri yükseltmekte ve gerekli gördüğü faaliyetlere harcamakta sakınca görmüyordu. Bu faaliyetlerin en önemlisi donanmanın güçlendirilmesiydi; bu sayede parlamentonun pek çok üyesinin denizaşırı ticaretteki çıkarları güvence altına alınıyordu.
Parlamenterlerin çıkarlarından daha önemli olansa siyasal kurumların çoğulcu karakterinin ortaya çıkışıydı. İngiliz halkı artık parlamentodan ve parlamentonun ürettiği siyasetten ve ekonomik kurumlardan kralın zamanında hiç olmadığı kadar faydalanma imkanına sahipti. Elbette bu durum kısmen parlamento üyelerinin seçimle gelmelerinden kaynaklanıyordu. Fakat o dönemde İngiltere bir demokrasi olmaktan çok uzak olduğundan, sahip oldukları bu imkanlar, ihtiyaçları konusunda son derece mütevazi bir karşılık görmelerini sağlıyordu. Diğer pek çok adaletsizliğin yanı sıra 18. yüzyılda nüfusun yüzde 2’sinden azı oy kullanabiliyor ve bunların da erkek olması icap ediyordu. Birmingham, Leeds, Manchester ve Sheffield gibi Sanayi Devrimi’nin gerçekleştiği şehirler parlamentoda bağımsız olarak temsil edilmiyorlardı. Oysa kırsal kesim haddinden fazla temsil ediliyordu. Bir o kadar kötüsü ise kırsal kesimde, county’lerde, oy hakkı toprak sahipliğine dayanırken pek çok kentsel alanda, borough’larda, kontrolün dar bir elitin elinde olması ve bunların yeni sanayicilerin oy kullanmalarına ya da adaylıklarını koymalarına izin vermemeleriydi.
Fakat parlamento – ve böylece ekonomik kurumlar – üzerinde etkili olmanın başka yolları da vardı. En önemlisi dilekçe vermekti ve bu Muhteşem Devrim ‘in ardından çoğulculuğun doğuşu için demokrasinin sınırlı ölçüde gelişiminden daha büyük bir önem taşıyordu. Herkes parlamentoya dilekçeyle başvurabilirdi ve başvurdular da. Dikkate değer bir şekilde, halk dilekçe verdiğinde parlamento onları dinliyordu. İşte bu, 1688’den sonra mutlakiyetçiliğin yenilgisini, toplumun epeyce geniş bir kesiminin yetkilendirilmesini ve İngiltere’de çoğulculuğun yükselişini herşeyden daha iyi yansıtmaktadır. Hummalı dilekçe verme faaliyeti, aslınd toplum içinde parlamentoda oturan hatta temsil edilenlerden bile daha geniş bir kesimin bulunduğunu; bunların devletin işleyiş biçimi üzerinde etkili olabilecek güce sahip olduklarını ve bu gücü kullandıklarını gösteriyordu.
Bunu en iyi ortaya koyan tekellerin durumudur. Yukarıda 17. yüzyılda sömürücü kurumların temelinde tekellerin yattığını gördük. Bunlar 1623’te Tekel Kanunu’yla topa tutuldu ve İngiliz iç savaşı’nda ciddi bir ihtilaf konusu haline geldiler. Uzun Parlamento, halkın hayatını zorlaştıran tüm yerli tekelleri kaldırdı. II. Chrles ve II. James bunları geri getiremeseler de denizaşırı tekneler için yetki tahsis etmeyi sürdürdüler. Bunlardan biri, tekel imtiyazı II. Charles tarafından 1660’da çıkarılan Royal African Company idi .Bu şirket bol kazançlı Afrika köle ticareti üzerinde tekel kurmuştu; yöneticisi ve en büyük ortağı Charles’in kardeşi James idi ve pek yakında II. James olarak tahta çıkacaktı. 1688’den sonra şirket yalnızca yöneticisini değil, en büyük destekçisini de kaybetmiş oldu. James şirketin tekelini Batı Afrika’dan köle satın alıp Amerika’da satmaya çalışan yetkisiz tüccarlara karşı büyük bir titizlikle korumuştu. Bu son derece karlı bir ticaretti ve Atlantik’teki tüm İngiliz ticareti serbest olduğundan Royal African Company pek çok meydan okumayla karşılaştı. Şirket 1689’da Nightingale adlı yetkisiz bir tüccarın yüküne el koydu. Nightingale mallarına yasadışı yoldan el koyduğu gerekçesiyle şirkete dava açtı. Baş hâkim Holt, kraliyet imtiyazına dayanan bir tekel kullandığı için şirketin yaptığının yasadışı olduğuna hüküm verdi. Holt tekel imtiyazlarının ancak yasayla sağlanabileceğini, bunun da parlamento tarafından yapılması gerektiğini muhakeme etmişti. Böylece Holt yalnızca Royal African Company’i değil, gelecekteki tüm tekelleri de parlamentonun eline teslim etmiş oldu. 1688’den önce II. James böyle bir yargıda bulunan bir hakimi derhal görevden alırdı. Oysa 1688’den sonra işler farklıydı.
Parlamento artık tekel konusunda ne yapacağına karar vermek zorundaydı ve adeta dilekçe yağmaya başlamıştı. Atlantik’te serbestçe ticaret yapabilme hakkı isteyen yetkisiz tüccarlardan 135 dilekçe gelmişti. Royal African Company karşılık verse de feragatini talep eden dilekçelere ne adet ne de kapsam anlamında yetişmeyi bekleyemezdi. Yetkisiz tüccarlar itirazlarını yalnızca dar bir kişisel çıkarlar çerçevesine değil, ulusal çıkarlar çerçevesine oturtmayı başarmışlardı ve aslına bakılırsa durum gerçekten de öyleydi. Sonuçta 135 dilekçenin yalnızca beşi bizzat yetkisiz tüccarlar tarafından imzalanmış ve 73 yetkisiz tüccarın dilekçesi Londra’nın dışındaki vilayetlerden gelmişti; buna karşın, gelen dilekçelerden şirket lehine olanların sayısı sekizdi. Dilekçe uygulamasının geçerli olduğu bir diğer mecra olan sömürgelerde ise, yetkisiz tüccarlar 27 dilekçe toplarken şirket 11’de kalmıştı. Ayrıca yetkisiz tüccarların dilekçeleri için topladıkları imza sayısı da şirketin açık ara önünde idi; toplam 8 bin imzalarına karşın şirketin imza sayısı 2.500’dü. Çekişme, Royal African Company’nin lağvedildiği tarihe, 1698’e kadar sürdü.
Parlamenterler 1688 sonrasında ekonomik kurumlardaki kararlılığın ve yeni siyasal duyarlılığın boy gösterdiği bu yeni mecranın yanı sıra, ekonomik kurumlarda ve devlet politikasında, sonunda Sanayi Devrimi’ne yol açacak bir dizi kilit değişiklik yapmaya koyuldular. Stuartların idresinde erozyona uğratılan mülkiyet hakları güçlendirildi. Parlamento manifaktür üretimini artırmak için vergi koymak ya da engellemek yerine ekonomik kurumlarda bir reform süreci başlattı. Her ocak ya da sobadan alınan yıllık bir vergi olan “ocak vergisi” 1689’da William ve Mary’nin tahta çıkmasından kısa bir süre sonra kaldırıldı. Parlamento ocaklardan vergi almak yerine toprağı vergilendirmeye başladı.
Vergi yükünün yeniden bölüşümü parlamentonun destek verdiği sadece manifaktür üretimi yanlısı politika değildi. Pamuklu tekstil ürünleri pazarını genişletip, karlılığını artıracak bir dolu yeni yasa ve yönetmelik kabul edildi. James’e muhalefet eden parlamenterlerin pek çoğu bu yeni filizlenen manifaktür sanayiindeki girişimlere büyük yatırımlar yaptığından, tüm bu olanlar siyasal açıdan mantıklıydı. Parlamento ayrıca mülkiyet ve kullanım haklarına ilişkin pek çok arkakik uygulamadan bazılarının takviye edilip bazılarının yürürlükten kaldırılması suretiyle toprağın mülkiyet hakkının bütünüyle yeniden düzenlenmesine olanakj sağlayan br tüzük çıkardı.
Parlamentonun başka bir önceliği de mali reformdu. Muhteşem Devrim’i takip eden dönemde bankacılık ve finans alanlarında bir büyüme olsa da bu süreç 1694’te sanayi için bir fon kaynağı olarak İngiltere Bankası’nın kurulmasıyla daha da pekiştirildi. İngiltere Bankası, Muhteşem Devrim’in bir başka doğrudan sonucuydu. Bankanın kuruluşu mali piyasalarda ve bankacılıkta muazzam bir büyümeye yol açacak çok daha kapsamlı bir “mali devrime” zemin oluşturdu. 18. yüzyılın başlarında krediler gerekli teminatı yatırabilen herkese açıktı. Londra’nın 1702 – 1724 döneminden sağlam çıkmayı başarmış nispeten küçük bir bankası olan Hoare’s & Co. kayıtları bu durumu gözler önüne seriyor. Banka her ne kadar aristokratlara ve lordlara kredi açsa da, bu dönem boyunca kredi verdikleri en büyük müşterilerinin tamı tamına üçte ikisi imtiyazlı sınıflardan gelmiyor, tüccarlardan ve işadamlarından oluşuyorlardı. Ortalama bir ingiliz için en sık rastlanan isme sahip olan John Smith bunlardan biriydi ve 1715 – 1719 döneminde bankadan 2,600 sterlin çekmişti.
Buraya kadar Muhteşem Devrim’in İngiliz siyasal kurumlarını nasıl dönüştürdüğünü, onları daha çoğulcu hale getirdiğini ve ayrıca kapsayıcı ekonomik kurumların temellerini atmaya başladığını vurguladık. Muhteşem Devrim’le ortaya çıkan bir önemli değişim daha var: Parlamento, Tudorların başlattığı siyasal merkeziyetçilik sürecini sürdürdü. Mesele yalnızca kuvvetler ayrılığının artması, devletin ekonomiyi farklı bir biçimde düzenlemesi ya da ingiliz hükümetinin parayı farklı şeylere harcaması değildi; aynı zamanda devletin kabiliyet ve kapasitesinin her yönde artmış olmasıydı. Bu durum bir kez daha siyasal merkeziyetle çoğulculuk arasındaki bağları ortaya koyuyordu: Parlamento 1688’den önce devleti dah işlevsel hale getirmeye ve daha fazla kaynak aktarmaya karşı çıkmıştı; çünkü onu kontrol edemiyordu. 1688’den sonra işler değişmişti.
Devlet büyümeye başladı ve harcamalar kısa süre içinde milli gelirin neredeyse %10’una ulaştı. Vergi matrahındaki, özellikle de yurtiçinde üretilen malların önemli bir kısmından alınan tüketim vergisindeki artış buna destek oldu. Bu, o döneme göre çok büyük bir devlet bütçesi demekti; aslına bakılırsa, bugün dünyanın pek çok yerinde gördüklerimizden daha büyüktü. Örnek vermek gerekirse, Kolombiya’nın bütçesi benzer düzeye ancak 1980’lerde ulaşabildi. Ekonominin çapı miktarlardaki dış yardım akışından bağımsız olarak ele alınırsa, Sahra-altı Afrika’nın pek çok bölgesinde – örneğin Sierra Leone’de- devlet bütçeleri bugün bile çok daha küçüktür.
Fakat devletin büyüklüğündeki artış siyasal merkezileşme sürecinin yalnızca bir parçasıdır. Bundan daha önemlisi, hem devletin işleyiş biçiminin, hem de devleti kontrol edenlerle devlet için çalışanların davranışlarının niteliksel boyutuydu. İngiltere’de devlet kurumlarının kuruluşu Ortaçağ’a kadar uzanır fakat yukarıda gördüğümüz gibi siyasal merkeziyete ve modern yönetimin gelişimine yönelik kararlı adımlar atanlar VII. Henry ve VIII. Henry’dir. Yine de, devlet 1688’den sonra alacağı modern biçimden hâlâ çok uzaktı. Örneğin, pek çok atama ehliyet ya da yeteneğe bakılarak değil siyasal nedenlerle yapılıyordu ve devletin vergi koyma kapasitesi hâlâ çok sınırlıydı.
1688’den sonra parlamento vergi yoluyla gelirini artırma becerisini geliştirmeye başladı. 1690’da 1.211 kişiden 1780’de 4800 kişiye çıkan tüketim vergisi bürokrasisi bu gelişmeyi çok iyi ortaya koyar. Ülkenin dört bir yanına tüketim vergisi müfettişleri atanmıştı ve bunlar ekmek, bira ve tüketim vergisine tabi diğer ürünleri ölçüp miktarlarını kontrol etmek için teftişe çıkan tahsildarlar trafından denetleniyordu. Bu operasyonun boyutu, tarihçi john Brewer’in hazırladığı, murakıp George Cowperthwaite’in vergi tutarlarına ilişkin rekonstüksiyonunda açıkça görülür. Murakıp Cowperthwaite 1710 yılının 12 Mayıs – 5 Maziran tarihleri arasında Yorkshire’ın Richmond bölgesinde 290 millik seyahat gerçekleştirmişti. Bu süre boyunca 263 erzak tedarikçisi, 71 maltçı, 20 gemi levazımatçısı ve bir bira imalatçısı gezdi. Toplam 81 farklı ürün ölçümü yaptı ve kendisine bağlı olarak çalışan dokuz farklı müfettişin çalışmalarını denetledi. Sekiz yıl sonra onu aynı derecede yoğun bir biçimde çalışırken buluyoruz, tek farkla; artık Yorkshire’ın farklı bir yerinde Wakefield bölgesinde çalışıyordu. Wakefield’da haftada altı gün açlışıyor, ortalama günde 19 milden fazla yol katediyor ve genellikle günde dört ya da beş tesis denetliyordu. İzin günlerinde, yani pazar günleri, defter tutuyordu; bu sayede elimizde tüm faaliyetlerinin kayıtları mevcut. Gerçekten de tüketim vergisi sistemi çok özenle hazırlanmış bir arşive sahipti. Memurlar üç farklı türde kayıt tutuyorlardı vew bunların hepsinin birbiriyle tutarlı olması gerekiyordu; bu kayıtlarda tahrifat yapmak ağır bir suç olarak görülüyordu. 1710’da devlet denetiminde gelinen bu dikkate değer düzey, günümüzün pek çok yoksul ülkesindeki hükümetlerin ulaşabildiği düzeyinüstündedir. 1688’den sonra devlet siyasi atamalara daha az, yeteneğe daha fazla itimat etmeye başladı ve ülke idaresi için güçlü bir altyapı geliştirdi. (Kaynak: Why Nations Fail – The Origins of Power, Prosperity and Poverty)