Mamma li Turchi, Annee.. İslam Devleti geliyor.

Hikayeler / İnsanlık Halleri | | Ekim 7, 2014 at 12:37 pm

Sanırım her ülkede bir gün gelip vatanı istila edecek, öldürecek, kadınlara tecavüz edecek, yakıp yıkacak bir düşman korkusunu canlı tutacak bir korku ve nefret öğesine dair mitler anlatıla gelmiştir. Çocukluğumdan anneannemin anlattığı Yecüc ü Mecüc hikâyelerinden hatırlıyorum. Bunlar çekik gözlü, ufak tefek ama kanlı canlı güçlü insanlardır. Bir gün uyandığınızda milyonlarcasının tüm ufku kapladığını görürsünüz. Acımasızca saldırırlar. Sayıları başedilemeyecek kadar çoktur. İşte bizim için Yecüc ü Mecüc nasıl belki Osmanlıyı 1402 yılında Çubuk Ovasında yenip parçalayan Timur’un Moğol ordusu askerleri ise Roma imparatorluğu(Batı) ülkelerinde de bu korkutucu şey Türkler olmuştur. Tabii onların “Türk” dediği Osmanlı yeniçerisi aslında Türk değil, içlerinde türklerin pek az olduğu yetmişikibuçuk milletten oluşan kozmopolit bir ordudur.

Niş yakınlarında bulunan ve Hurşit Paşa’nın bundan 203 yıl önce 952 Sırp isyancının kesilmiş başlarından (ibret olsun diye) inşa ettirdiği Kelle Kulesi bugün hâlâ Osmanlı’nın vahşetini tüm dünyaya ilan eden bir anıt olarak ayni yerinde durmaktadır. Kule Osmanlı İmparatorluğuna baş kaldırmaya cüret edecek herkes görsün diye ibret’i alem için İstanbul’a giden yol üzerinde inşa edilmiş, kafataslarından ayrılan kafaderileri de içleri samanla doldurularak (kanıt olsun diye) İstanbul’a Sultan II. Mahmut’a yollanmıştı.

Orta Çağ sonrası Avrupasında Osmanlı’nın yaptıklarıyla ilgili anlatılan vahşet hikayeleri öyle dehşet vericidir ki bugün IŞİD hakkında anlatılanlar onların yanında bir hiç kalır. Anlatılana göre bunları yapanlar Türk ve Müslümandırlar. Vahşet için vahşet yaparlar. Oysa söylenenin aksine aslında pek azı Türktür ve hemen hiçbirisi özde müslüman değildirler, hiçbirisi vahşi olarak doğmamış, ancak sistem tarafından vahşileştirilmişlerdir.

Osmanlının vahşi dinci askerî sistemi küçük, on yaşındaki can paresi çocukları alıp vahşi birer yağmacı katile çevirir. Öbür bir kısmını alır canavarca iğdiş (hadım) eder, küçük kızları yaşlı erkeklere cariye yapılmak üzere kaçırırlar. Kafa keser, öldürür, işkence eder, yakar yıkarlar. Korkunçturlar. Onun atının bastığı yerde ot bile bitmez demişlerdir ki bu doğrudur. Fethedip işgal ettiği yerlerde bilim, sanat, üretim ve ticaret nesiller boyu geriye gitmiştir.

Şimdi bugün o zamanki olaylara kafa yorarken “o zamanlar öyleymiş” deyip geçmek mümkün değil. İnsani değerler de İslami değerler de o zaman ne idiyse şimdi de o aslında. Şimdi bugün Irak Şam İslam Devleti Ordusu vesilesiyle tarihin tozlu sayfaları arasından çıkartılıp önümüze getirilmese belki Osmanlıyı bize bugüne kadar Resmi Tarih derslerinde anlatılan babacan sakallılar olarak bilmeye devam edecek idik. İşin doğrusu bugünkü IŞID’ın eski Osmanlı’nın kan kardeşi olduğu ve ilhamını tamamen ondan aldığıdır.

Viyana Muhasarası için İstanbul’dan yola çıkartılan Osmanlı ordusunun toplam mevcudu da IŞİD gibi aşağı yukarı onbeş bin idi. İçlerindeki Türklerin ve Müslümanların oranı da aşağı yukarı şimdiki IŞİD gibidir. Çok fazla kozmopolittir. Bugünkü medeni ülkelerin ortak değer olarak kabul ettiği ahlaki değer ve ilkelere sahip değildir. Yani bugün çoğumuzun sahip olduğu insani değerlerden büyük ölçüde mahrumdurlar. Askeri ve siyasi gücünü sadece açıkça uyguladığı vahşet(kafa kesme, kazığa geçirme, göze mil çekme vb) ve kandırma, korkutma kışkırtma eylemlerinden almaktadır.

İslamofobi

Fobi” dediğiniz zaman yakın ve gerçek bir tehlikenin boyutlarıyla orantısız, rasyonel olmayan bir korku, sanki bir tür anksiyete bozukluğu tarif ve ifade edilmiş oluyor. Oysa sorarım size, şu dünyada kafa kesen, hayatınızı tam anlamıyla kontrol altına almak isteyen vahşi totaliter bir rejimden daha korkutucu ne olabilir. Bundan korkmayıp da neden korkacağız? Sağlıklı olan bundan çok korkmamız ve başımıza gelmemesi için her türlü önlemi almamızdır. Kuşkusuz ki bu normal korkuyu “Fobi” olarak niteleyenler önümüzdeki yakın ve gerçek tehlikeyi görmezden gelerek, gözardı etmemizi isteyenlerdir.

Yirminci yüzyılda dünyanın faşist totaliterliklerle ciddi bir mücadelesinin olduğunu ve bu sayede ortaya çıktığı Japonya, İtalya ve Almanya gibi ülkelerde bir daha başını kaldıramayacak şekilde defterinin dürüldüğünü görmekteyiz. İslamcı totaliterliklerle ise henüz böyle dişe diş bir mücadele verilemediğinden siyasal İslam 21. yüzyılda hızla bir yeniden palazlanma imkanı bulabilmiştir.


Necmettin Erbakan 1970 – 2011 yılları arasında kurduğu ve yönettiği Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet ve Saadet Partileri ve katıldığı koalisyon hükümetleri ile türk siyasi hayatında çok etkili olmuş ünlü bir şahsiyettir. Türk siyasi hayatına Siyasal İslam’ı getiren esas kişidir demek yanlış olmaz. İktidar ortağı olduğu dönemlerde sanayi ve eğitim gibi sıkı pazarlıkla kazandığı bakanlıklardaki güçlü kadrolaşma hareketleriyle, üniversite seçme yerleştirme sınav sistemine sızdırdığı elemanlarla kendi koşullandırma sisteminden yetişmiş öğrencileri önemli üniversitelere yerleştirmesiyle, Avrupa’ya fıkıh okumaya burslu olarak gönderdiği öğrencilerle, “yüz bin tank yapacak fabrikanın temelini atacağız, uçak fabrikası kuruyoruz.. senede yüz bin jet uçağı üreteceğiz” gibi açıklamalarıyla, Kıbrıs fatihliğiyle,, sıkı fıkı olduğu tarikat şeyhleri ve cemaatlerle hatırlanır. Fareleri kedileştirme sistemi olarak tanımladığıAdil Düzen” ve “Milli Görüş” hareketlerinin kurucusudur. Bu hareketler ilk etapta hiçbiri verimli olamayan ve kısa bir süre içinde hepsi batan kamu fabrikalarına, ikinci etapta ise çoğu Avrupa’daki işçilerimizin tasarruflarıyla kurulup yatırımcılarını batıran Ponzi tarzı (saadet zinciri/Titan) İslami finans yatırımlarına ilham teşkil etmiştir. Şimdiki iktidar partisi AKP de onun kurduğu Refah Partisinin kadroları içinden çıkmıştır.

28 Şubat süreci sonrası Refah Partisi’nin 1998 senesinde kapatılmasından sonra aldığı 1 trilyonluk (TL) hazine yardımını devlete iade etmemesi üzerine açılan davada müfettişlerin yaptığı incelemelerle paranın sahte belgelerle harcanmış gibi gösterildiği anlaşılmıştır. Kayıp Trilyon Davası olarak anılan dava sonucu partinin başkanı Necmettin Erbakan 2 yıl 4 ay (aralarında daha sonra cumhurbaşkanı olacak olan Abdullah Gül’ün de bulunduğu 68 yöneticisi ise 1 yıl ile 1 yıl 2 ay arası hapis cezaları almışlardır. Kendi partisinden ayrılanların kurduğu AKP iktidarı döneminde bile siyasi mücadelesini (altının bağlanmasını gerektiren son rahatsızlık dönemlerinde bile) sürdürmüş, partisinin başına en azından kendi çocuklarından birini geçirebilmek için uğraşmış, 2011 şubatındaki vefatından sonra ise yurt içinde ve yurt dışında ardında bıraktığı gizli servetleri paylaşamayan çocukları arasında (Tıpkı MHP kurucusu Alparslan Türkeş’in ölümünden sonra da olduğu gibi) miras kavgası çıkmıştır.

Erbakan’ın başkanı olduğu Refah Partisinin 5.4 milyon oy aldığı 1994 mahalli seçimlerinde İstanbul’da Tayyip Erdoğan, Ankara’da da Melih Gökçek‘in büyük şehir belediyelerini “ele geçirmesi”, halkın irticadan endişe eden geniş kesimlerinde büyük sansasyon yaratmış, toplantılarda “Ankara Melih’e mezar olacak” diye bağıranlar çıkmış, Erbakan da bunun üzerine (13 Nisan 1994 günü) yaptığı bir konuşmada “Adil düzen, mutlaka gelecek. Ama kanlı mı, kansız mı olacak, bunu bilemiyorum” deyivermişti.

Müslüman Kardeşler örgütü ile IŞID arasında yakın organik bağlar olduğu, ikisinin ayni yapıdan türediği ileri sürülmektedir.
Müslüman Kardeşler, Adil Düzen, Milli Görüş

Şimdi üzerinden yirmi yıl geçti. Melih Gökçek hâlâ Ankara’nın belediye başkanı, Erbakan’ın diğer adamları başbakan, cumhurbaşkanı, bakan, başsavcı vb makamlara geldiler. Askerî vesayetten de kurtulup yasama, yürütme ve yargının neredeyse tamamını ele geçirerek ülkeyi tam totaliter bir rejime yönelttiler. İslamcı totaliter bir rejimde insan hak ve özgürlüklerinin bir hükmü yoktur. Anayasasında açıkça yazılı olsa dahi bir bağlayıcılığı yoktur. İnsan haklarına aykırı yasalar rahatlıkla meclisten geçirilebilir. Yargı ve yürütme insan haklarına itibar etmeden sayısız karar ve uygulamaya imza atabilir.

Yaşayarak gördük ki bu islamcı siyasal hareketin gerçekten bir kanlı bir de sureti haktan gözüken takiyyeci kansız versiyonları bulunmaktadır. Biri kolayca öbürüne dönüşebilir ve her iki halinde de iktidarları için insanlara yapamayacakları hiçbir fenalık yoktur. Temel ilke her ne bahasına olursa olsun iktidarı, mutlak iktidarı tüm maddiyatın kontrolüyle birlikte ele geçirmektir. Artık şunu biliyoruz ki siyasi İslam Türkiye’nin yerel bir siyaset olayı değil Mağrip Ülkelerini, Mısır’ı ve tüm Orta Şark’ı kapsayan ve uzun vadeli etkileri olan bir harekettir. Komşularımızda yaşanan ve bir ucu da bizde olan büyük felaketler Siyasal İslâm’ın kanlı iktidar mücadelesinin çeşitli veçhelerinden başka bir şey değil.

İnsan Hakları ve Siyasal İslam

İnsanoğlu olarak en az 2,5 milyon yıldan beri şu dünyada varız ve yaşamaktayız. Hayatta kalmak için bize gerekenden daha fazlasını üretebilir hale geldiğimiz son yirmi bin yıla kadar aslında hepimiz doğa durumunda yaşamakta idik. Siyasal toplum, sınıf, halk gibi şeyler yoktu. Dinler ve devletler yoktu. İnsanın insandan yararlanması milyonlarca yıllık insanlık tarihinin sadece son birkaç on bin yılı içinde mümkün oldu. Ondan önceki milyonlarca yıl boyunca insanoğlu sadece kendi emeğiyle yaşadı, çünkü tüm üretimi anca kendi hayatta kalma mücadelesine yeterli oluyor. Aralarında kapkaç, gasp, hırsızlık gibi şeyler öteden beri var, ama sistemik olarak bazılarının diğerlerinin üretiminden aldıkları payla yaşaması ve ona hükmetmesi gibi bir asalak durum insanlık tarihinin sadece son 1/250’lik zaman diliminde söz konusu olan bir şey. Milyonlarca yıl boyunca araştıran, yaşam için bazı kolaylıklar, eşyalar ve sanatsal objeler geliştiren bireyler olarak hep var olduk ve hayatta kaldık. Geliştirdiğimiz teknolojilerle hayatta kalmamız için gerekenden çok daha fazlasını üretebilir hale gelmemizden sonradır ki din, devlet, siyasal toplum, halk gibi şeyler ortaya çıktı.

Bize hep ima edildiğinin tam aksine bireyin topluma, dinlere ve devletlere aslında hiç ihtiyacı olmamıştır. Kendi menfaatlerini gözeten yapımız, iletişim ve teknoloji geliştirme yeteneklerimiz sayesinde birey olarak var olduk. Siyasal toplum, dinler ve devletler ancak çok daha sonra bazılarımızın öbürlerini istismar amacıyla geliştirdikleri kandırma, korkutma ve kışkırtma teknikleriyle inşa edilmiştir.

Bireylerin “özgürlük ihtiyacı devletlilerin “hükmetme” ihtiyacının tam karşıtıdır ve bu ikisi arasında uzlaşmaz bir çelişki bulunduğunu biliyoruz. Kişinin dışarıdan gelen müdahalelerden masun olma, hiçbir zorlama olmaksızın kendi aklı ve vicdanıyla serbestçe hareket edebilme arzusunu ifade eden “özgürlük” ihtiyacı ile iktidarların bireyleri sürü haline getirip gütme, “hükmetme” ihtiyacı arasındaki mücadeleler aslında çok eskilere dayanır.
.

İlk haydut kralların ve dinlerin ortaya çıkmasından bu yana mücadele her iki tarafın da taktik ve stratejilerini sürekli geliştirmesiyle hep sürmüş ise de başlarda hükümetlerin kandırma, korkutma ve kışkırtma teknikleri galip gelerek tüm coğrafyalara hâkim olmuş, bireylerin hürriyet mücadelesinde ise ancak sınırlı başarılar bazı elde edilebilmiştir. .

Bunlardan ilk göze çarpanı İngiltere’de baronların (yani kralın altındaki elit tabaka) Kral John’a kafa tutarak (1215) ona Magna Carta isimli 63 maddeden ibaret bir belgeyi imzalatmalarıdır. Aslında ilk başlarda pek etkili olabilirmiş gibi görünmeyen bu belge tarih boyunca iktidarların yetki kullanımına sınırlama getirme üzerine verilen mücadelelerde kazanılmış ilk zafer olarak hatırlanmaktadır. Magna Carta’nın kurulmasını sağladığı meclisin kral Charles’ı yargılayıp (1649) idam edebilecek ve isterse monarşiyi de feshedebilecek bir siyasi güce ulaşması dörtyüz küsur yıl sürdü. Daha sonra İngiltere’deki ilk (1689) Bill of Rights (haklar bildirgesinin) ardından, Virginia(ABD) eyaletinde onaylanan(1776) Declaration of Rights (haklar bildirgesi), onun da ardından 1789’daki Fransız ihtilâlı ile yayınlanan La Déclaration des droits de l’Homme et du citoyen’i (vatandaş ve bireylerin haklar bildirgesi) ile Fransa’da ve eylül 1789’da kongrenin onayladığı 12 maddelik haklar bildirgesi ile ABD’de böyle dönüm noktaları olmuştur.

Nihayet Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 10 Aralık 1948 tarihinde ilk olarak resmen yayınlanan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile bazı kurallar belirleniyor ve 30 madde halinde sıralanarak ülkelerin devletlilerine; Bak arkadaş “”vatandaşına şu şu hakları tanıyacaksın. Onlara şunu şunu asla yapmayacaksın. Bu konuda garanti vereceksin.”” deniliyor. Birkaç istisna dışında dünya ülkelerinin hükümetlerinden buna resmen bir itiraz da çıkmıyor. Türkiye bile bu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini (46ncı ülke olarak) onaylıyor ve 27 Mayıs 1949 tarihinde 7217 sayılı resmi gazetede yayınlıyor. İran bu beyannameyi ilk etapta imzalayan ülkeler arasında. İstisnalar sadece SSCB, Güney Afrika ve Suudi Arabistan.

Demirperde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin o zaman böyle bir belgeyi imzalaması düşünülemezdi. Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığına dayalı Apartheid rejiminin de bunu kabul etmesi mümkün değildi. Ama daha sonra ne Güney Afrika’daki zencilere beyazlarla ayni hakları vermeyi kabul etmeyen Apartheid ayakta kalabildi ne de Sovyetler Birliğinin Demirperdesi. İkisi de yıkılıp gittiler. Güney Afrika rejiminin değişmesinde de Sovyet Blokunun çökmesinde de insan haklarını uygulayamamasının payı büyük. Suudi Arabistan’da ise Şeriat Hukuku var. Şeriat hukuku ile insan hakları birarada imkansız.

İnsan haklarına dayalı Seküler/Laik yaşam tarzını bırakıp eski çağlardaki gibi dine dayalı totaliter bir rejime dönme arzusu “İrtica“(Gericilik) olarak adlandırılıyor. (Kökeni arapça Ric’at etmek, eski hayat tarzına geri dönmekten geliyor). Osmanlıyı öven tüm siyasi söylemlerde de aslında bu motif söz konusu. O rejimde üretim ve üretici hiç önemli değildir. Tüm servetler cihadla, gaspla, ganimet olarak elde edilir. Tanrının “”yürü ya kulum”” dediği kişiler cebir ve hileyle üretim araçlarını (toprağı) gasp ederek, oradaki üreticileri köleleştirerek servet kazanırlar. Kurdukları kandırma korkutma ve sindirme sistemi ile konumlarını sürdürürler. Bu sistemin kanun-u esasisi tamamen zulme ve sömürüye dayanır. Din ve Kur’an işlenecek kötülükler için sadece bir araçtır. İktidar sahibi İslam adına vatandaşını kendine kul etmeyi ve Allah adına insana her türlü zulmü kendine bir hak olarak görür. Kur’an adına “Cemaatin selâmeti” dediği şey kendi devlet siyasetinin selâmetidir. Devlet siyaseti de muktedirin kendi şahsi iradesinden başka birşey değildir. Böyle bir rejimin otoriterliği Faşizmden de Komünizmden de çok daha korkunçtur.

İslamı korkunç yapan kendisi değil totaliter bir rejimin önünü açması, halkı fukaralıkla başbaşa bırakmasıdır. Altmışbeş İslam ülkesinin toplamda ancak bir Almanya kadar üretiminin olması bunun en açık göstergelerinden birisi. Bu ülkelerin herbirinde farklı bir rejim ve farklı bir İslam uygulaması var, ama hepsinin ortak yönü rejimlerinin totaliter olması. Hiçbir İslam ülkesinde rekabete dayalı serbest bir piyasa ve liberal ekonomi bulunmuyor. Devlet hepsinde vatandaşın yaşam tarzına çok fazla karışıyor ve bunun için de dinden yararlanıyor. Ekstraktif (sömürücü) kamu kurumları çok güçlü ve yaygın durumda. Eğer Almanya’da da Hıristiyanlığın orta çağdaki mutaassıp otoriterliği gücünü yitirmemiş olsaydı durumu bu İslam ülkelerinden farksız olurdu. Batılı ülkelerin İslâm ülkelerine göre çok daha gelişmiş durumda olmasının en önemli nedeni özgürlük, laiklik, serbest piyasa ve liberal ekonomi gibi kavramlarının orada işler bir konumda bulunmasından ibaret. İslam ülkelerinin ise tamamı “özgür olmayan ülke” statüsünde. İnsani gelişmişlik ve refah en altlarda. Dinin günlük hayat, siyaset ve ekonomi üzerindeki ağır etkisi sürdükçe de bu durumun değişmesi imkansız görünüyor.

İrtica sadece İslamla ilgili bir kavram değil, başka herhangi bir din için de aynen sözkonusu olabilir. Bugün Hıristiyanlığın dünya için bir tehlike olmaktan çıkması ve batı dünyasının çok yüksek bir medeniyet seviyesine ulaşabilmesi ancak siyasi hristiyanlığa karşı verilen çok büyük savaşların kazanılabilmesi sayesinde olmuştur. Din adamlarının insanları cadı ilan edip yakmasına, cennetin anahtarlarını yüksek bedellerle satmasına son verebilmek için Papalığın askerleriyle savaşılmış, sahip oldukları çok büyük topraklar ve servetler ellerinden alınmıştır. Hıristiyanlığın sahip olduğu büyük askeri ve ekonomik gücün elinden alınabilmesi sonrasında ancak halka karşı uygulayabildiği büyük zulüm ve sömürünün önüne geçmek mümkün olmuştur.

Hıristiyan dünyasında eskiden birilerinin cadı olduğunu belirleyip ateşte yakılmasına karar verebilen özel uzmanlıklara sahip rahiplerin idaresindeki Engizisyon Mahkemelerinin gücünü 1200 yıl kadar sürdürdüğü ve yaklaşık 75 milyon kişinin katlinden sorumlu olduğu hesaplanıyor
10 Ekim 1580 günü İngiliz ordusu İrlanda’da ele geçirdiği 600 papalık askerinin ve bazı ruhban sivillerin başını kestirtmiştir.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.