Ne Çok Terör!st Vurulmuş
Zeitgeist / Denemeler | canakci | Kasım 21, 2015 at 11:58 amBazen okuduğumuz bir tek yayın, belgesel nitelikteki bir tek eser geçmişten günümüze gelen, yaşanmış birçok kötü olayın gerisindeki ayrıntıları, düzenin gerçeklerini gözümüzde tam olarak canlandırabilmemizi sağlar. Biraz uzun, ama bir gazetecinin dikkatle ve titizlikle hazırladığı bu çalışma eğer dikkatle okunursa kamunun emniyet/güvenlik faaliyetlerinin aslı ve özü hakkında tam bir kanaat sahibi olmamızı sağlamaktadır. Resimler ve altyazıları hariç aşağıdaki yazının tamamı Cengiz Mumay’ın öyküsel bir şekilde kaleme aldığı tarihe not düşen belgesel nitelikteki “Ne Çok Terörist Vurulmuş” isimli eserinden alıntıdır.
Çocuklar Fırın işçisi mi, terörist mi?
Bir dönemi yazmayı planlıyordu “Gazeteci” bu kitaba. Öyle de yaptı, ama daha kitaba başlarken, yeni “terörist” sanılarak öldürülen “masum insanlar”la karşılaşacağını tahmin etmiyor ve dilemiyordu. Birileri “Ateş!” demişti bir kere Doğu ve Güneydoğu’da. Artık çatışmalar, şehit cenazeleri, sivil ölümleri ve “yanlışlıkla vurulanlar” her gün yeniden gündemde olacaktı. Öyle bir dönemden geçiyor ki artık Türkiye, “hortlatılan’ PKK eylemleri” yeniden tek konuşulan konu oldu.
Hiç hız kesmedi bu haberler. Ülke gerildi, siyaset iflas etti. Ve seçim atmosferine girdi Türkiye. Neyi değiştirecekti seçim? Bilen yok. “Akan kan mı duracaktı?”, fitil yeniden ateşlendikten sonra. Bir sihirli değnek mi dokunacaktı yoksa? Hele, şimdi birbirine düşman kesilen AKP ve HDP’nin birlikte yürüttüğü, kimsenin ne olduğunu bilmediği “çözüm süreci” biraz olsun umut olmuşken, en azından ölümler durmuşken, neden “ruhuna El-Fatiha” okunmuştu?
Otuz bir yıllık savaş küllerinden yeniden alevlendiriliyor, yiten canlara onlarcası ekleniyor. Siyasi ve ekonomik geleceğini kanda görenleri hiçbir şey durduramıyor maalesef…
Konuyu fazla dağıtmadan gelelim güncel “terörist sanılarak öldürülen masum insanlar”la ilgili iddiaların ilkine.
Tarih 13 Ağustos 2015. Genelkurmay Başkanlığı’nın web sitesinde bir açıklama yayınlanır. Açıklamada, “Bölücü Terör örgütü mensubu bir grup terörist tarafından Ağrı Diyadin ilçe Jandarma Komutanlığı ve ilçe Emniyet Müdürlüğü’ne eş zamanlı olarak roketatar ve uzun namlulu silahlar ile saldırıda bulunulmuştur. Saldırılara güvenlik güçleri tarafından derhal karşılık verilmiş ve Bölücü Terör örgütü mensubu üç terörist, silahıyla birlikte ölü olarak ele geçirilmiştir” deniliyordu.
Bir gün önce gece saat 21.00 sıralarında meydana geldiği belirtilen olayın açıklandığı saatlerde, İngiliz BBC’nin Türkçe Servisi bir iddiayı dillendiriyordu. İddiaya göre ölenlerden ikisi PKK’lı terörist değil, sivil fırın işçisi çocuklardı. Adları, Orhan Arslan ve Muhammed Emrah Aydemir’di.
BBC haberi, İnsan Haklan Derneği Doğubayazıt Temsilcisi Mehmet Nuri Taştekin ile ölen çocuklardan Muhammed Emrah Aydemir’in annesi Sevgül Aydemir’in iddialarını aktarıyordu. İHD’li Taştekin, “Akşam saatlerinde bir çatışma olmuş. O sırada yaralı bir PKK’lı öldürülüyor. Daha sonra birçok caddede sağa sola ateş ediliyor. O sırada fırında çalışan iki genç, bir depodayken öldürülüyorlar” diyordu.
BBC, anne Sevgül Aydemir’e de ulaşıyordu telefonla:
– Oğlum fırında çalışıyor. Akşam fırına gitti. Saat dokuz gibi çatışma çıkmış. Aradım, “oğlum neredesin” dedim. “Odunluğa girdik, burası güvenilir” dedi. Sonra da hep aradım, ulaşamadım. Bir oğlum askerden geldi, diğer oğlum askere gidecek.
Ardından Diyadin Belediyesi Eşbaşkanı Hazal Aras, Radikal’den İsmail Saymaz’a konuşuyordu:
– Çocuklar dün akşam vardiyası için fırına gitmişler. Fırının kapısı kapalı olunca kapıda oturmuşlar. O sırada panzerlerin geçtiğini görüp korkuyorlar. Fırının odunluğuna saklanıyorlar. Burada öldürülüyorlar, Belki doğrudan hedef seçilmemişlerdir. Belli saatten sonra burada insanlar sokağa çıkamaz oldu. Burada öldürülüyorlar. Görgü tanığı bir aileden beş kişi şu anda gözaltında tutuluyor. Saldırıda öldürüldüğü açıklanan üçüncü kişi PKK’lı olabilir. Ancak bu iki kişi ile PKK’lı ayrı noktalarda vurulmuştur. Bunların biri on altı, biri on dört yaşında. Fırında çalışan, yakından tanıdığımız çocuklar. İkisi de yoksuldu. Ben bunu emniyet amirine de söyledim. “Sizin istihbarat birimleriniz çok iyi bilirler ki, bunlar sivil vatandaştır” dedim. Bunun tespitini yapmak zor değildir. Fırın sahibi de fırında çalıştıklarını doğruluyor.
İddialar, Ağrı Valiliği”nin yaptığı ikinci bir açıklamayla yalanlanıyor.
Şimdi ne olacak? Bekleyip göreceğiz.
Silvan, Varto, Cizre ve Diyarbakır’da ciddi operasyonlar oluyordu bu arada. Çok sayıda sivilin güvenlik güçlerince öldürüldüğü iddiaları yerli ve yabancı basında dillendiriliyordu.
Tıpkı ’80 ve ‘90’lı yıllardaki iddialara benziyordu bu olaylar.
Peki, neydi bu olaylar? Okuyalım Gazeteci’yi …
Film setinden son kareler…
Şafak yeni sökmüş… Gazeteci ve üç milletvekili Van’dan yola koyuldular.
İstikamet, Erden Kral’ın “Hakkari’de Bir Mevsim” filminin çekildiği Yoncalı Köyü.
Mesafe sadece iki yüz altmış kilometre… Bunun iki yüz kilometresi Van-Hakkari “devlet yolu”. Tamamı asfalt, ama Doğu’nun yaman coğrafyasının en zorlu asfalt yolu.
Saat dokuz gibi girdiler Hakkari’ye. Burada kendilerini yerel parti yetkilileriyle diğer gazeteciler bekliyordu.
Kısa bir kahvaltı molası verildi. Araç sayısı üçe çıktı.
Topu topu altmış kilometre yollan kalmıştı. Önce üç bin elli beş rakımlı Tanintanin Dağları aşılacak, buradan üç yüz metre daha yüksek Altın Dağları’na ulaşılacaktı. Tüm bunların yanında Türkiye’nin en zor yolu Suvarihalil Geçidi’nin de kat edilmesi gerekecekti. Zaten orası da aşıldı mı Yoncalı’ya varılacaktı…
İki bin dört yüz yetmiş rakımlı Suvanhalil’in yolu ne asfalt, ne stabilize, ne de topraktı. Zorlu geçitte kayalar parçalanarak düzleştirilmiş, şose bir yol yaratılmıştı. “S” çizen kıvrımları bazen “8”i andırır hale geliyordu. Neredeyse yedi yüz-sekiz yüz metrelik bir inişti bu; sürücünün ayağını frenden çekemeyeceği zorluktaydı.
Suvanhalil’in girişine zor da olsa bir buçuk saatte gelindi. Bu sürede kırk kilometre yol alınmıştı. Sürücünün yanında oturan milletvekili, yorgunluğunu da gizlemeyerek, bölgeyi iyi bilen arkadaki Gazeteci’ye döndü:
– Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik galiba!
Gazeteci gülümsedi:
– Yirmi kilometre kaldı sadece; ama iki saat sürer.
Milletvekili şaşırmıştı. Saatte sadece on kilometre mi hız yapacaklardı?
Aynen öyle oldu…
Öğlen saat ikiyi bulmuştu, Yoncalı Köyü göründüğünde. Yüksek rakımın esintisinden eser yoktu. Ağustos’un doğal sıcaklığı kendini hissettiriyordu. Toz toprak içinde kalmıştı I heyet. Saçlardaki tozlar tere karışıp çamura dönüşmüş, yüzlerde süzülüyordu…
Dehşet güzel bir manzaraydı… Altın Dağlan’nın eteklerine kurulmuş Yoncalı Köyü doğal bir film platosuydu adeta. “Hakkari’de Bir Mevsim” yedi yıl önce burada çekilmişti. Hakkari’nin yüz akı usta fotoğrafçı Enver Özkahraman önermişti burayı yönetmen Erden Kıral’a. Yemyeşil kavaklar arasından zar zor seçiliyordu kerpiç evler.
Tozu dumana katan üç araç köyün iki kilometre yakınına geldiğinde yol bitti. Yolun tam bittiği yerde Yoncalılar tarafından umutla bekleniyordu heyet. İki haftadır endişe, korku ve umutsuzlukla yaşıyordu köylüler. Milletvekillerine “hoş geldiniz” dediler. Umutla, sıcacık yürekleriyle sımsıkı sıkıyorlardı elleri. Bir kâbustan uyanmış gibiydiler.
“Hakkari’de Bir Mevsim” filmi, Ferit Edgü’nün “’O” romanından sinemaya uyarlanmıştı. Erden Kıral, Onat Kutlar’ın senaryosunu filme almıştı.
Başrollerde Genco Erkal ve Şerif Sezer vardı.
Film 1982‘de çekilmişti. Dönemin 12 Eylül darbecileri “ülkeyi yoksul gösterdiği gerekçesiyle” filmi yasaklamışlardı. Üstelik bu yasak, galası yapıldığı anda alınmıştı. Film, bir yıl sonra sinemanın en saygın ödüllerinden “Altın Ayı” ödülünü kazanacaktı Berlin’de.
“Yasak”la yoksulluk mu sona ermişti?
Yoo… Sadece ilanı yasaktı.
Filmin çekiminden bu yana yedi yıl geçmişti. Buna karşın Yoncalı’da heyetin karşısına çıkan köylülerin üzerinden yoksulluk akıyordu. Perişandılar. Çocuklar yalınayak, elbiseler koca yamalı, yüzler çelimsiz…
Ferit Edgü, kendini yazmıştı “O”da. Askerlik görevini öğretmen olarak Hakkari’nin Yoncalı Köyü’nde yapmıştı. Yoncalı ‘da, geldiği Paris’ e, doğup büyüdüğü yere ve kendine o kadar yabancı şeyler yaşamış ve bunları o kadar güzel kaleme almıştı ki, Kürt Yazar Orhan Miroğlu’na “Hakkari’yi Ferit Edgü’ den öğrendim” dedirtmişti.
Bu satırlar da Edgü’ye aitti:
“Bu kitapta yazılı olanları anlamakta güçlük çekebilirsin. Çünkü anlamak ortak bir dil gerektirir. Ortak dil ise ortak yaşam, ortak bilgi, ortak birikim, ortak düş, kimi yerde, ortak düşüş demektir. Ama diyebilirsin ki ‘bana yabancı olanı arıyorum ben.’ Öyleyse yolun açık olsun. Ama yine de bu kitabı okurken elinin altında, büyük gezginlerin sözlükleri, andaçları bulunsun derim.”
İşte böyle bir yerdi Yoncalı.
Hitler mi bu Binbaşı?
Şimdi okuyacağınız olay 1989’un Temmuz’unda yaşanıyor.
Milletvekilleri köylüleri dinlemeye başladılar. Önde Muhtar Mustafa Orhan vardı.
Milletvekillerine anlatmaya başladı arzuhalini:
-Beyim! Binbaşı askerleriyle beraber üç köylümüzü öldürdü. Birinin kafasına kendisi ateş etti! Altı köylümüzü yaraladı. Beş köylümüzü hapse tıktı. Tüm ahali şahittir!
Heyet şokta; savlar ürkütücü, vahamet diz boyu.
Uğultular başlar dinleyenlerin arasında: “Nasıl yani”, “Köylüler infaz mı ediliyor burada”, “Yok artık”, “Bari bu olay adalet önüne çıksın”, “Hitler mi bu binbaşı?”
Devam eder Muhtar, şaşkın bakışlar kendisine çevrilidir:
– Salı sabahıydı. Biz hayvancılıkla geçiniriz. Ha tam şurası ve ötesi yaylamızdır. Bir, iki saat önce asker buralardan I geçerken Apocular pusu kurmuş, ateş açmış. Bazı askerler yaralanmış. Apocular’ı yakalamak için Binbaşı Ahmet Korkmaz ve askerleri devriye gezerken, işte tam burada, yaylamızda köylülerimizi görürler. Binbaşı onları Apocu sanarak ateş emri verir. Köylüler kaçışır. İki köylümüz vurulur! Havan atılmıştır. Cesetleri parçalanır. Ateş durduktan sonra köylülerimizden biri askerler arasındaki bir yüzbaşıya doğru yürür. Köyü gösterir. Burada oturduklarını, yaylada ot biçtiklerini söyler. Sonra kendisinden istenileni yaparak tüm köylüleri binbaşının yanına getirir. Yedi köylümüz huzura gelir. Hepsi tekmil verirler. Binbaşı bir köşede durmalarını ister. Tam o sırada telsizle, yaralanan bir askerin öldüğü haberi gelir. Bunun üzerine binbaşı silahını çeker ve köylümüz Şeymus Orhan’ın kafasına ateş eder.
Şaşkınlık artar heyette. Günlerdir oraya buraya dilekçe veren, köylüsünün hakkını ararken muhatap bulamayan Muhtar, meramını anlatacak birilerini bulmuşken susmaz. Cebinden, bilumum yetkili merciye verdiği, 14 köylüyle birlikte imzaladığı dilekçeyi çıkarır, heyetteki vekillere okur:
– Diğer köylülerimizi de askerlerle beraber döver, dipçikletir, her türlü zulmü ve işkenceyi yapar. Hepsi yaralıdır. Olayı uzaktan gören diğer köylülerimiz korkarak kaçarlar. Yaylada kaçamayacak durumdaki yaşlı ve çocuklar kalır. Binbaşının emriyle kaçanlara ateş edilir. İki köylümüz daha ölür! Bunlar Bünyamin Orhan ve Sabri Orhan’dır. Zaten tüm köy akrabadır. Neredeyse hepimizin soyadı Orhan’dır. Ateş devam eder. Sarıya Tan adlı sekiz yaşındaki kız çocuğumuz da yaralanır. Korkudan neredeyse tüm köy kaçtı! Yakın köylerde akrabalarının yanına yerleşti. Ne ölen, ne yaralanan ne de kaçan hiçbir köylümüzün Apocularla ilgisi yoktur. Binbaşı bize zulüm yaptı! Tüm bu olanlardan sonra daha çok zulüm görmemek ve ölmemek için Binbaşı’ya yalvardık. Kendisini bunların Apocu olmadığına inandırdık.
Araya milletvekili Fuat Atalay’ın sorusu girdi:
– Peki, anladı mı, ateş durdu mu?
– Evet durdu. Binbaşı anladı. Kafasına ateş edilen Şehmus’u daha önce askerler bilmediğimiz bir yere götürmüşlerdi. Diğer iki cenazemizi biçtiğimiz ot yığınlarının yanına götürme emri verdi binbaşı! Sonra otlan arasına koydurdu. Ve otlan ateşe verdi. Bunların masum köylü olduğunun bilinmemesini istiyordu. Binbaşı yöre halkına kin ve garez duyan biriydi ki, bize bu zulmü etti! Yanan cenazeleri istedik, onları da vermedi. Askerler cenazeleri aldı gitti,
Heyeti şokta bırakmayı sürdürüyordu Muhtar:
– Sonra biz evlerimize kaçtık. Ertesi gün beni Hakkari’ de Tugay’ a çağırdılar. Gittim. Bana kafasına ateş edilen Şehmus Orhan’ın cenazesini gösterdiler. İşkence de yapmışlardı. Şakağında kurşun yarası vardı. Yaralı köylülerimiz hastanede tedavi gördükleri halde gözaltındaydılar. Onlarla görüştürmediler. Cenazeyi almak istedim, “yok” dediler.
“Muhtar öyle şeyler anlatıyorsun ki, inanılacak gibi değil” diye söze girdi heyetten biri. Bir milletvekili de, “doğru söyleyeceklerine dair” yemin ettirdi Muhtar ve yanındaki köylülere.
Anlatımını sürdürmesi istendi Muhtar’dan:
– Ben köye dönerken askerler yine köydeydi. Başlarında yine Binbaşı Ahmet Korkmaz vardı. Köylüden kazma ve kürek istemişler. İzzettin Orhan adlı köylümüz de kazma kürekleri taşıyarak askerle birlikte birliğin yanına gitmiş. Binbaşı askerini, “Bu adamı niye getirdiniz? Ben sizden sadece kazma kürek istedim” diye fırçalamış.
Bu sırada köylüler arasındaki İzzettin konuşmaya başlar:
– Bana, “Arkanı dön ve uzaklaş! Burada gördüklerini kimseye anlatırsan seni de onlar gibi yaparım” dedi. Ben ağır ağır uzaklaşıp, köye doğru koşmaya başladım. Bu sırada askerler benim getirdiğim kazma küreklerle çukur kazıyorlardı. Yanmış cenazelerimizi oraya gömeceklerdi!
Bu vahim olay gittikçe daha ayrıntı kazanıyordu.
Heyettekiler sordu:
– Nereye gömüldüklerini biliyor musun?
– Evet.
– Bize gösterebilir misin?
Muhtar araya girdi.
– Beyim yolu yoktur. Buyurursanız katırlara biner gideriz.
Milletvekilleri tamam dedi, katırlar hazırlandı. Zorlu yolculuk başlamak üzereydi.
Torbadan dökülen yanık ceset parçaları
Hazırlıklar yapılırken, başka bir köylü yerde duran torbayı taşımaya başladı milletvekillerine doğru.
Gözler ona çevriliydi artık.
Torbayı boşaltmaya başladı. Herkesi dehşete düşüren görüntülerdi bunlar:
– Askerler otların arasından yanık cenazelerimizi alırken bu kol ve bacağı unutmuşlar. Bunları da cenazelerin yanına götürelim. Gömelim hiç olmazsa!
Gözleri nemlenenler, dişlerini gıcırdatanlar, lanet okuyanlar, görüntüleri kaçırmamak için deklanşöre basan gazeteciler…
Katırlara binildi. Bir saat kadar sonra İzzettin’in “geldik” demesiyle duruldu. Katırlardan indikten sonra taze toprağın oluşturduğu bir tümseğe yanaşıldı. İzzettin’ e göre burasıydı iki köylüsünün yanık cesetlerinin gömüldüğü yer. Tümseğin başında yaşlı bir köylü kadını ağıtlar yakıyordu. Bu Sabri Orhan’ın annesi Zemri Orhan’dı.
Milletvekilleri tümseğin başına geldi. Köylüler kürekle tümseği eşelemeye başladı. Kazmaya bile gerek duymadan 15-20 santimden sonra yanık bedenlerin parçaları ortaya çıkmaya başladı. Bazıları bakamadı. Milletvekillerinden biri, “Bunu yapan insan değil! Irkçıdır, faşisttir!” diye tepkisini koydu.
Zemri ana milletvekillerine döndü:
– Oğlumun hesabını sorun! Onu öldürenleri adalete verin. Yüreğimizi yaktılar! Boş yere öldürdüler çocuklarımızı!
Araçlara dönüldü. Kimsenin ağzını bıçak açmadı yol boyunca.
Gazeteci şaşkındı. Gördükleri, duydukları tüyler ürperticiydi. Çektiği resimlere bile inanamıyordu. Yıllarca haber kovaladığı bu coğrafyada böylesi bir olaya tanık olmamıştı, haber bile almamıştı. Bırakın yazmayı, hayal gücünün bile yetmeyeceği bir hikâye ile karşı karşıyaydı.
Heyetin gezisi burada sona ererken, “Hakkari’de Bir Mevsim” filminde öğretmeni canlandıran usta tiyatrocu Genco Erkal ile filmdeki “Kaçakçı Halil”in unutulmaz repliği düşüyordu akıllara:
“Sanma ki yalnız bu iki garibi öldürdük. Sanma ki adam öldürmenin günah olduğunu bilmiyorum. Ama yaşamanın da zorluğu var. Emir kulu olmak var. Bunu da yaz defterinin bir köşesine. İleride belki işine yarar.
“Yoncalı Olayı” Gazeteci’yi çok etkilemiştir. Milletvekilleri döndükten sonra Van’da kalır.
Bölgede bir iki gün daha geçirir.
Hava gergindir, ortalık hala barut kokar.
Yeşil Renault eşliğinde gerçeği aramak
Bir araç kiralar Gazeteci. Bölgeyi çok iyi bilen Vanlı bir sürücüyle birlikte bir kez daha gider Yoncalı’ya.
Defalarca geçtiği Suvarihalil Geçidi ‘nin doğasına hayrandır. Hele tam geçidin zirvesinde bulunan şelale, sıcağı sevmeyen Gazeteci için bulunmaz nimettir.
Sürücüyle birlikte şelalenin buz gibi sulanın altına bırakır kendini.
Tam o sırada seleli bir motosiklet görünür toz bulutlan arasında. Fransız Etienne, selesinde kız arkadaşı Anna’nın bulunduğu motosikleti şelalede durdurur. Peşlerinde Gazeteci’nin hiç yabancısı olmadığı iki Renault vardır. Yeşil ve kırmızı araçlar göz mesafesini koruyarak dururlar.
Fransız çift, yakınlarındaki iki kişi gibi şelalenin soğuk sulan altında serinlemeye çalışırlar.
Tarzanca anlaşırlar Gazeteci’yle. Gezgin olduklarını söyler Anna. Bölgede çok sayıda ajanın varlığıyla neredeyse her gün karşılaşan Gazeteci sessizdir. Sessizliği, tedirgin duran Etienne bozar:
– Biz Ermeniyiz. Bu bölgede atalarımız yaşamış. Tüm bölgeyi geziyoruz.
Gitanes paketini çıkarır, Gazeteciyle arkadaşına ikram eder. Sigara tüttürülür, Konuşma pek devam etmez. Dörtlü biraz sonra ayrı yönlere doğru hareket eder. Yoncalı’ya gideni yeşil, Hakkari ‘ye gideni kırmızı Renault izlemeye başlar:
Köye vanr Gazeteci. Yeşil Renault 500 metre kadar gerisinde bekler bu kez. Muhtar Mustafa Orhan, taziye için kurulan kıl çadırda ağırlar Gazeteci’yi.
Biraz sonra köylüler doluşur çadıra.
Türkçe konuşmakta zorlanırlar. Hiçbiri okul yüzü görmemiştir. Bazılan askerde öğrendikleri kadarıyla meramlarını anlatmaya çalışırlar. Gazeteci’nin sorularına genelde “evet” ya da “hayır” şeklinde kısa yanıtlar verirler. Uzun yanıta Türkçeleri yetmez.
İmdada, Muhtar’ın “Türkçesi iyidir” dediği “Van görmüş” İzzettin Orhan’ın çadıra gelişi yetişir.
Pek akıcı olmasa da “idare eder” Türkçesiyle köylülerle Gazeteci’nin anlaşmasına yardım eder. Bu sırada kiralık aracın sürücüsü boy gösterir anlaşılır Türkçesiyle…
Cesedi havan topuyla parçalanan Bünyamin Orhan’ın eşi Emine bir köşede ağıt yakmaya devam etmektedir. Olaydan üç gün sonra Hakkari Cumhuriyet Savcılığı’na eşinin katillerinin cezalandırılması için “parmak izini bastığı” bir dilekçe vermiştir.
Ama yarası daha derindir.
Üç kilometre ötede bir çukura atılan ve yakıldığı için parça parça olan kocasının cesedini istiyor.
Oysa dilekçesinde sadece sekiz çocuğuyla yaşadığı acısını anlatıyor ve başka bir şey istemiyor:
– Cesedin askerin gömdüğü yerden çıkarılarak tarafıma verilmesini yüksek adaletinizden yalvararak istiyorum!
Sesini devlete dilekçeyle duyursa da kavuşamıyor cenazesine!
Bölgedeki feodal yapının doğal bir sonucu olan kan davaları zaten canından bezdirmişti Yoncalı halkını. Buna bir de üç köylünün ölümü, sekiz yaşındaki Sabriya çocuk ile 6 köylünün yaralanması ve beş köylünün de tutuklanmasıyla sonuçlanan askeri “operasyon” eklenmiş.
Köyün adı “terör” diye sabıkalıdır artık.
Köylünün çoğu göçmüş, Kalanlar da artık gitmek zorunda zaten!
70 yaşındaki Mahmut Orhan konuşmaya başlıyor sonra:
– Çocuklarımızın öldürülmesini, yakılmasını hepimiz gördük. Sonra Binbaşı topladı hepimizi. Dayağın, tekmenin bini bir para.
Ağzını açarak, sağ elinin işaret parmağıyla olmayan üç dişini gösteriyor:
– Beni de dövdüler. Benim gibi yaşlı Ahmet’i de dövdüler. Bir yumrukla üç dişimi kırdılar!
Gözyaşları yürek burkuyor, şaşırtmaya devam ederek anlatıyor:
– Benim gibi yaşlı Ahmet’i de dövdüler. Okul çocuklan gibi ellerini açarak sopalattı Binbaşı!
Sonra sekiz yaşındaki Halil yaklaşıyor:
– Çok yalvardım, ağladım. Babamı götürmeyin dedim. Beni ittiler. Yaralı babamı helikoptere koydular!
Halil, Binbaşı’nın tabancasıyla kafasından vurduktan sonra, Hakkari’de ölen Şehmus Orhan’ın tek çocuğuydu!
Bünyamin’le birlikte cesedi havan topu ateşinde parçalanan Sabri’nin annesinin dramı ise bambaşka.
Daha üç ay önce gelmiş askerden Sabri. Tokat’tan gelir gelmez bir kıza gönlü düşmüş. Ailesi kızı istemiş, nişan yüzükleri takılmış. Evlilik hazırlığındaydılar.
Herkes kâbus dolu 18 ve 19 Temmuz günlerini tekrar yaşıyordu kıl çadırda:
– Üç köylümüzü öldürerek bizi acıya boğdukları yetmedi sanki. Binbaşı Ahmet Korkmaz’a yalvardık. Cenazelerimizi istedik. Vermedi. “Neden” diye sorduk, önce “Savcı görecek” dedi. İki gün köyde bekledi askerler. Özel tim, asker 200 kişi kadar vardılar. Yaylayı, çadırları ve köyü kuşatmışlardı. Ertesi gün cesetleri, yaylada güçlükle topladığımız otlarımızın yanına taşıdılar. Her şey gözümüzün önünde oluyordu. Ateşe verdiler. Çevremiz asker doluydu. Hiçbir şey yapamadık. Oturup ağladık, dövündük, “Allah için durun” dedik. “Ceset yakmak dinimizce günahtır” dedik. Dinlemediler! Ölümüze bile saygı göstermediler.
Gazeteci ve Vanlı sürücüsü, karanlığa kalmadan yola koyulmak için dönüş hazırlığındaydılar artık.
Suvarihalil’den defalarca geçmesine karşın, Gazeteci’nin bir türlü uğrayamadığı bir köydü Yoncalı.
Yol boyunca kendine kızdı. Üstelik köyün adını romandan ve filmden dolayı iyi biliyordu. Aslında uğrayamamasının hafifletici nedeni vardı. Mesaisi çok doluydu. Sürekli sıcak olaylar için koşturmuştu o bölgede. Dönüşte karanlığa kalma tehlikesi vardı. Bu nedenle Yoncalı hep pas geçilmişti.
Hava artık “kurşun gibi ağır”dı… Büyük bir trajediyi ardında bırakan Gazeteci Van’ a akşamın yeni başlayan karanlığıyla girer.
İstanbul’ a döndükten birkaç ay sonra da bir gazete haberi okur.
Kontrgerilla izi mi?
Haberde, Binbaşı Ahmet Korkmaz, aynı dönemde İzmir Foça’da eğitim gördüğü iki arkadaşı Esat Oktay Yıldıran ve I Ali Şahin’le birlikte kontrgerilla mensubu olmakla suçlanıyor. Esat Oktay Yıldıran, Diyarbakır cezaevinde yapılan işkencelerde çok sayıda kişiyi öldürüp sakat bırakmakla, Ali Şahin de, Bingöl’de öğretmen Sıddık Bilgin’i işkence yaparak öldürmek suçlamalarıyla gündeme gelmişlerdi.
Senaryo farklı mıydı yoksa? Karanlık güçler Güneydoğu’da ateşin sönmesini mi istemiyorlardı?
Araştırmalara ve bölgedeki gelişmelere kulak kabartmaya devam etti Gazeteci.
“Benim sistemim uygulansa, burada ot bitmez!”
Yoncalı olayının olduğu tarihte, Hakkâri Dağ Komando I Tugay Komutanı Tuğgeneral Altay Tokat’tı.
Çeşitli gazetelerde yer alan haberlerde Yoncalı köylülerinin öldürülmesi ve yakılmasında emri olduğu iddia edilir Tokat Paşa’nın. Daha sonraları söylemleri ve icraatlarıyla da karanlık eylemleri gündeme gelecek olan Tokat Paşa, Yoncalı’nın külleri henüz sönmemişken, 13 Ağustos 1989’da Hakkari’de halkla sohbet toplantısı gerçekleştirir. Korucu aşiretleri ve bölgenin önde gelenleri davetlidir toplantıya.
Paşa gürler:
– Devlet İstanbul’da uyguladığı kanunu burada vatandaşa aynen uyguluyor. Benim sistemimde olsa çok kısa sürede, bunları yok edebiliriz. Kendi sistemim uygulandığı takdirde değil insan, ot bitmez!
Altay Tokat’ın yıldızı hızla parlar. Yozgat doğumlu Paşa sürekli terfi alır. Korgeneral olur. Olağanüstü Hal uygulanan tüm Güneydoğu illerinin bağlı olduğu Asayiş Kolordu KomutanIığı’na atanır. Yöntemleri, sansasyonel kişiliği ve fazla afişe olması nedeniyle orgeneral olmasına kesin gözüyle bakılırken 1999’da ordudan emekli edilir.
2000’ li yıllarda MHP lideri Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli’nin danışmanıdır. MYK’ya girer. Bahçeli’nin kararlarında etkili olur. Bu nedenle Genelkurmay Başkanlığı’na 2002 yılında sürpriz şekilde Hilmi Özkök atanır. Kıvrıkoğlu’nun görev süresinin uzatılmasını Bahçeli engellemiştir.
Bu eylemini de Fethullah Gülen’in Aksiyon Dergisi’ne verdiği demeçle savunur Paşa:
“Doğrudur… Prosedüre göre, bir kişinin görev süresinin uzatılması için onun büyük bir başarı kazanması veya ülkenin harp içinde olması lazım. İşte onu engelledik. Yoksa Özkök Paşa Genelkurmay Başkanı olamıyordu.”
Tokat’la ilgili iddialar ve eylemler bununla da bitmiyordu.
2006’da dobra dobra (!) anlatıyordu her şeyi Aktüel Dergisi ‘ne:
– Şemdinli’de Umut Kitabevi’ne atılan bomba mesaj içindi, ama beceriksizce yaptılar…
– Benim zamanımda ben de bir-iki kritik noktaya bomba attırdım. Benim meselem mesaj vermekti. Batı’dan gelen memurlar, hâkimler işin ciddiyetini anlamıyor. İşi basite almaya çalıştılar, rastgele dolaşıyorlar. Oraya buraya gidiyorlar. Hizaya gelsinler diye evlerine yakın iki yere bomba attırdım. Ondan sonra anladılar ki, dikkatli olmalılar. Bir musibet bin nasihatten iyidir. Öylece onları eğittim ben. Bunu hemen bomba atmak yasak diye yorumlayamazsın. O kişilerin belki hayatını kurtardım. Onlara da söylemedim. Bunu siz şimdi onlara karşı suikast diye yorumlarsanız ben gülerim.
Yeşilyurt’ta yırtılan “korku perdesi”
15 Ağustos 1984’te başlayan PKK eylemleriyle birlikte kana bulanan Güneydoğu, 1989 yazında en sıcak günlerini yaşıyordu.
1987’ye kadar bölge 10 yıldır Sıkıyönetim idaresi altındaydı, Bu nedenle hiçbir insan haklan ihlali yurtdışından yansıyan cılız sesler dışında duyulamıyordu. Sıkıyönetimin yerel ve ulusal basın üstündeki ağır baskısı, halka yetkililerin, yayınladığı bildirilerden başka bir haber alma olanağı bırakmıyordu.
PKK‘nın vahşet dolu köy baskınları bölgeye korku salmaya devam ediyordu. Kürt köylüsü, devlet ve PKK arasında sıkışmış kalmıştı. PKK, köylüden “lojistik destek ve savaşçı“, devlet, “itaat” istiyordu. Köylü çaresizdi. Yardım etse devletin baskısını ve işkencesini görecek, etmezse PKK‘nın hedefi olacaktı.
Köyler basılıyor; genelde öldürülen çoluk çocuk yoksul Kürt sayısı çift haneli rakamlarla duyuruluyordu. Karakollara baskınlar düzenleniyor; yirmilik yoksul Türk çocuklan ölüyordu.
Devlet sadece “eşkıyanın kökü kazınacak” mantığıyla operasyonlara ve köylüye baskıyı en şiddetli şekilde sürdürüyordu, Adı asker olsun, özel tim olsun, jandarma olsun, komando olsun, korucu olsun hepsi bölgede geziyordu, Bu çoğu zaman ciddi karışıklıkları da beraberinde getiriyordu. Sadece devletin bilinen güçleri olsa yine “ehven-i şer” olabilirdi Kürtler için. Bir de sahnede kontrgerilla izleri vardı.
Faili meçhuller filizlenmeye başlanmış, bölgede öldürülen, ama “terörist” ilan edilen masum köylüler artmış, işkence sıradan hale gelmişti.
Ancak 1987’ye kadar Sıkıyönetim, hemen ardından da Olağanüstü Hal ilanı, bölgedeki olayların Türk halkına sağlıklı yansımasının önünde önemli bir engeldi.
İnsan hakları ihlallerine yönelik feryatlar artık yavaş yavaş dile geliyordu. Bunun miladı Ocak 1989’ da Cizre’nin Yeşilyurt köyünde Binbaşı Cafer Tayyar Çağlayan tarafından köylülere insan dışkısı yedirilmesi” iddiasıydı. Gazeteci, şefi Celal Başlangıç’la birlikte dünyaya duyurmuştu bu skandalı.
Cafer resmen sıçmıştı. Bu kez skandalın duyulması önlenememişti. Köylüler çetin ceviz çıkmış, hiçbir baskıya aldırmamış, yürekli avukatları Orhan Doğan’ın da çalışkanlığıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşımışlardı olayı. Artık İnsan haklan feryatları cılız ses vermenin ötesine geçmiş, özellikle dünya medyasının ilgisini çeker hale gelmişti. Türkiye’de olayların medyaya yansıyabilmesi yavaş yavaş olası hale gelmeye başlamıştı.
Örneğin Yeşilyurt olayı ile ilgili iddialar ve savcılık başvurulan olaydan iki gün sonra Türk basınının elindeydi. Ancak bir türlü yazılamıyordu. Gazeteci ve şefi olayı yazana kadar. Ondan sonra tüm gazeteler konunun üzerine atladı. Devamı geldi. Neredeyse her gazete konuya değindi. Ve en az bir ay gündemde kaldı.
Güvenlik güçlerinin engellemelerine karşın, gazeteciler Yeşilyurt’a girebildi. Haberler, röportajlar birbirini kovaladı. Ve kısa sürede Cafer mahkeme önüne çıktı. Gerçi isnat edilen suç arasında “bok yedirme” yoktu, ama olsun. “Efrada suimuamele”den mahkûm edildi. Kimse engel olamadı, çünkü artık mızrak çuvala sığmıyordu.
Ama AİHM’nin affı yoktu. Köylülerin iddiasını ciddi buldu. Türkiye’yi “bok yedirmek”ten tazminata mahkûm etti. Bu ses getiren ilk mahkûmiyetti.
Korku perdesi biraz aralanmıştı artık…
Özellikle korucular kolay feda edilmeye başlanmıştı. Kız kaçıranı, kan davası güttüğü komşusunu “devlet silahı”yla öldüreni, gasp suçu işleyeni artık daha kolay ceza alabiliyordu.
Bu yeni bir dönemdi. Ve bu dönemde Yoncalı’da “öldürülüp yakılan köylüler olayı”nın duyulabilmiş olması insan haklan ihlallerinin artık fazla gizlenemeyeceğini gösteriyordu.
Her gün bölgede on, on beş insan hakları ihlali iddiasının istihbaratı akıyordu Gazeteci’ye…
Bunlar bazen PKK dezenformasyonu da olabiliyordu. Dolayısıyla gazetecilerin çok dikkatli olması gerekiyordu.
İşte böyle bir ortamda gündeme geldi Yoncalı olayı…
Yoncalı’da ne olmuştu aslında?
Gazeteci köye bizzat gitti, canlı tanıklarla konuştu. Röportajlar yaptı. Adli ve idari belgelere ulaştı. Tüm bu verilerle yazmaya koyuldu yeniden.
89’un yazı, Güneydoğu’da sadece “sıcak” değil, kavurucu! Yoncalı köylüleri içinse “yakıcı!”
Newroz kutlamaları için PKK’nın kentlerde halkı eyleme sürüklemesiyle hareketleniyor Güneydoğu.
O dönemde özellikle Cudi Dağı çevresiyle Hakkari’nin tüm dağları, Irak ve Suriye sınırından içeri giren PKK militanlarının kış aylandaki mevzisi konumunda. Kışın genelde savunmaya çekilip sessiz kalan PKK’nın, baharın gelişiyle birlikte eyleme geçmesini önlemeye çalışıyor güvenlik güçleri. Özel tim, jandarma, komando, piyade, korucu… Hepsi aynı amaçla bahara girilir girilmez operasyonlara başlıyor. PKK‘nın olası geçiş bölgeleri tutuluyor, dağ-taş operasyona tanık oluyor. İrili ufaklı karşılaşmalar çatışmalara dönüşüyor ve bu kış gelene kadar sürecek bir rutine dönüşüyor.
Yoncalı’daki olay da işte böyle bir mantıkla başlıyor.
Güvenlik kuvvetleri Suvarihalil’de büyük bir PKK militanının hareketlilik içinde olduğu istihbaratını alıyor.
Özel tim bölgede gece yarısı pusuya yatıyor.
Sabahın dördünde Hakkâri Dağ Komando Tugayından yola çıkan Binbaşı Ahmet Korkmaz komutanlığındaki 2. Dağ Komando Taburu da Suvarihalil Geçidi’ne ulaşmaya çalışıyor.
Zorlu geçide kolay ulaşmak için Hakkâri Köy Hizmetleri İl Müdürlüğü’nden özel araç temin ediliyor.
Yol zorlu… Bu özel araç bile zorlanıyor. Ve zirveye kısa bir mesafe kala su kaynatıp arızalanıyor. Birliğin komutanı Binbaşı Ahmet Korkmaz askerlerine yolu yaya kat edeceklerini söylüyor çaresiz.
Sabahın yedi buçuğu!
Silahlar ateşleniyor geçidin bir yerinden. Askerin bulunduğu bölge cehenneme dönüyor. Bir asker vuruluyor.
Karşı ateş başlıyor ve bir süre sonra PKK’lıların kaçmasıyla son buluyor çatışma.
Askeri vurulan Binbaşı emirler yağdırıyor. İz sürülüyor. Komandolar bölgeyi karış karış tarıyor. Kürtçe adı Anitos olan Yoncalı’ya yaklaşıldığında karşılarına çıkan hareketli bazı kişileri görüyor birlik. Yayladakiler de görmüş birilerinin geldiğini ve kaçışıyorlar. Binbaşı’nın emriyle ateş başlıyor, Amansız bir ateş bu. Hedeftekilerin hepsi menzilde. G3, MG-3, havan topu sesleri yankılanıyor artık.
İki kişi vuruluyor. Sekiz yaşındaki bir kız çocuğu da yaralı!
Silah sesleri bir süre sonra duruyor.
Birkaç kişinin askerlerin yanına doğru geldiği görülüyor. Komutan ateşi kesiyor.
Gelenler, bitişikteki Yoncalı köyünden olduklarını, yaylada ot biçtiklerini söylüyorlar.
Gelenin asker olduğunu bilmediklerini, kan davalı hasımlarından korktukları için kaçıştıklarını söylüyorlar:
Gelenin asker olduğunu bilmediklerini, kan davalı hasımlarından korktukları için kaçıştıklarını söylüyorlar:
– Ateşi kesin, izin verin, hemen getirelim köylüleri.
Binbaşı izin verir, ateş kesilir. Köylüler geri gider ve kayaların ardına gizlenmiş, hepsinin soyadı Orhan olan altı kişiyi, silahsız olarak getirip Binbaşı Ahmet Korkmaz’a teslim ederler.
Askerinin şehit olduğu haberini alan Komutan ve askerleri teslim olanları dövmeye başlarlar. Dipçik ve namlu darbeleriyle kana bulanır köylülerin bedeni. Biri ağır yaralıdır. Diğer yaralı köylülerle birlikte biraz sonra gelen helikoptere bindirilip Hakkâri’ye gönderilirler!
Diğer köylüler dehşet ve korku içinde olan biteni seyreder. İlk ateşte vurulan Bünyamin ve Sabri Orhan ölmüş. Binbaşı cesetlerini vermez. Helikopterle de göndermez,
“Bunlar PKK’lı değil, bizim köylülerimizdir” diye tepki koyar Yoncalılılar.
Komutanın sesi serttir:
– Bunlar terörist! Sesinizi çıkarırsanız sonunuz aynı olur!
Köylüler askeri birliğin ve cesetlerin yanından uzaklaşır, evlerine kaçarlar. Ardından da göç başlar.
Bir gün sonra Hakkari’deki Tugaya çağrılır muhtar.
Duyduklarından yıkılmıştır.
Helikopterle götürülen köylülerinden ağır yaralı olan Sabri ölmüş! Diğer beş köylü de “yasadışı örgüt üyeliği” ve “güvenlik güçlerine silahlı saldırı” gerekçesiyle yaralı halde gözaltında tutuluyor.
Çaresiz gerisin geriye dönüyor. Hemen sonrasında da köylülerle birlikte hazırladığı dilekçeyi bilcümle makama vererek mağdur köylüsünün hakkını aramaya koyuluyor. Köylülerinin haksız yere öldürüldüğünü anlatıyor ve otopsi talebini iletiyor.
“İz kalmayacak, cesetler yakılacak!”
Oysa askerler hala Yoncalı’da, olayın olduğu yerdedir.
Olayların istediği seyirde gitmediğini gören ve paniğe kapılan Binbaşı’nın emri kesindir:
– İz kalmayacak, cesetler yakılacak!
Kendi biçtikleri ot yığınlarına doğru Bünyamin ve Sabri’nin cesetlerinin askerler tarafından taşındığını görür köyIüler. Ve bir süre sonra otlar ateşe verilir. Ardından yanık ceset parçalan askerlerce torbalara doldurularak yayladan uzaklaştırılır.
Askerler gittikten sonra köylüler ateşin yakıldığı yere gelir, Askerin göremediği birkaç yanık kol ve bacak parçası bulurlar. Bir torbaya doldururlar. Asker görmesin diye de saklarlar.
Ertesi gün bir askeri köye gönderir komutan. Birkaç kazma kürek almasını emreder.
Asker köye varır, talebini iletir.
Lakin kazma kürekleri tek başına taşıyamaz. Bir köylüyle birlikte komutanının yanına döner.
Komutanı azarlar:
– Onu neden getirdin buraya?! Ben senden sadece kazma kürek istedim!
Tablo vahim! Yanık cesetlerin olduğu torbalar meydanda! Köylü can havliyle sıvışır ortalıktan.
Askerler işini yapmaya devam eder ve bir çukur kazılarak yanık ceset parçaları gömülür.
İki gün önce Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’nin aşağıdaki açıklamayla duyurduğu operasyon 48 saat içinde “başarıyla tamamlanmıştır! “
“Hakkari Merkez İlçeye bağlı Yoncalı Köyünde güvenlik güçleriyle teröristler arasında çıkan çatışmada, kimliği belirlenemeyen 2 terörist ölü, 6’sı ise yaralı olarak ele geçirilmiş; bilahare, yaralılardan 1’i ölmüş, olayda 1 er şehit olmuştur: operasyonlara devam edilmektedir.”
“Yüce Meclis” araştırma gereği duymaz.
Olay tarihi 18 Temmuz 1989 sabahı. Köylülerin askeri şikâyet edebildiklerinde tarih 20 Temmuz. Gazeteci ve milletvekillerinin olayı duyup köye gittikleri tarih ise 1 Ağustos! Son olarak da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde tartışılabildi konu. Olayın üzerinden dört yüz gün geçmişti. Evet, dört yüz gün! Ancak zaman bulabilmişti “Yüce Meclis”. Gazeteci bu ibretlik tutanakları da elde edip okurla paylaştı.
“Yoncalı olayı” basında gördüğü cılız ilgi nedeniyle gündemde üç, beş gün kalabildi sadece…
İktidarda Turgut Özal’ın ANAP’ı vardı.
Özal, Kürt sorunu konusunda kapalı kapılar ardında cesur söylemleri olmasına karşın, olayların çözümünde askeri önlemlerin dışında bir adım atmıyordu ya da atamıyordu. Gerçi iktidara geldiğinde ve PKK eylemleri başladığında, yani 1984’te 12 Eylül darbecileri Evren ve şürekâsı tüm haşmetiyle ülkeyi ve görüşlerine karşı olan her şeyi ezmeye devam ediyorlardı. Sözde akan “kardeş kanı’nı durdurmuşlardı”, ama zindana tıktıkları insanların işkencelerden ölümünü “kan saymıyorlardı.” Onlara göre ölenler üveydi!
Yedi yıl süren Özal iktidarı (1984-1991) olayların başladığı ve Güneydoğu’nun alev alev yandığı yıllardı. “Yoncalı olayı” da bu dönemde meydana gelmişti.
12 Eylül darbecisi Kenan Evren Cumhurbaşkanıydı. İktidarını tehlikeye atmak istemeyen Özal, Evren’le “bu nazik” konularda karşı karşıya gelmeyi göze alamıyordu. Böylece resmi ideolojinin ve inkâr politikasının hamiliğini yapıyordu bir anlamda. Ortaya çıkan hiçbir insan haklan ihlali iddiası Türk ve Dünya kamuoyunu tatmin edecek şekilde soruşturulmuyor, dosyalar askıya alınıyor ya da çabucak kapatılıyordu.
Erdal İnönü’nün lideri olduğu SHP, Ana muhalefet partisiydi. Tüm unsurlarıyla bölgedeki insan haklan dramına ve Kürt sorununa duyarlı davranarak Güneydoğu’nun umudu oluyordu. Bölgede yaşanan her olay sonrası SHP milletvekilleri olay yerine akın ediyor, yurttaşları dinliyor, sorumluların cezalandırılması için her şeyi yapıyorlardı. Ama nafile!
Cumhurbaşkanından Başbakanına, Genelkurmay Başkanından en küçük komutanına, polisinden özel timine, valisinden kaymakamına kadar devletin her kademesi kulaklarını SHP milletvekillerine ve örgütlerine tıkıyordu.
Bu nedenle egemen devlet anlayışının boy hedefiydi SHP. Neredeyse bölgedeki tüm teşkilatları basılıyor, üyeleri ve yöneticileri gözaltına alınıyordu durmadan… Tıpkı şimdiki HDP gibi bir muameleye tabi tutuluyordu.
Erdal İnönü dâhil birçok milletvekili “bölgede operasyon var” gerekçesiyle birçok kez olay mahalline sokulmuyordu bile.
Cumhur Keskin o dönem SHP’nin Hâkkari Milletvekili.
Halkının sorunlarına duyarlılığı daha gençlik yıllarında başlamıştı. Hakkâri’nin efsanevi Belediye Başkanı Abdurahman Keskin”in kardeşiydi. Abisiyle birlikte kurduğu “Halkın Sesi” adlı yerel gazetede, hukuk fakültesi yıllarında ve sonrasında mağdur, yoksul insanlara yardım etmek için ter akıtıyordu.
Hukuk Fakültesi”ni bitirdikten sonra Hakkâri’de avukatlığa başladı. 80’li yıllarda bir İnsan haklan savunucusu olarak yıldızı parladı. Tüm baskılara ve tehditlere karşın yılmadan çalışıyordu.
1987 seçimlerinde SHP’den Hakkâri Milletvekili seçildi. Artık daha rahat hareket edebilecekti.
“Yoncalı Olayı” Cumhur Keskin’in büyük çabalan ve yardımları sonucu ortaya çıkmıştı. Köylülere her türlü hukuki yardımı sağlamıştı. Gerçi iç çekişmeler nedeniyle SHP’nin Yoncalı’ya gönderdiği heyette yer alamamıştı, ama sorunu gündemde tutmak, sorumluların cezalandırılması için çaba göstermek ve Meclis’te tüm milletvekillerinin duyarlılığını sağlamak adına durmadan çalışıyordu.
Olayın hemen ardından otuz iki parlamenter arkadaşıyla birlikte Meclis Araştırması istiyordu Yoncalı konusunda.
Konuya çok hâkimdi. Tüm belgeleri toplamış, tanıkları tek tek dinlemişti.
Yoncalı olayından hemen sonra Fikret Ünlü başkanlığında Fuat Atalay Ve Önder Kırlı’ dan oluşan milletvekili heyetini olayı araştırmak üzere bölgeye gönderen Genel Başkan Erdal İnönü de kendisine destek vermiş ve önergeyi imzalamıştı.
İş artık Meclis’i harekete geçirip, sorumluların yargı önünde hesap vermesine kalmıştı.
Keskin’in Ağustos 1989”da verdiği önerge, ANAP’lı Meclis Başkanı Yıldırım Akbulut tarafından bir türlü gündeme alınmıyordu.
Nihayet 13 ay sonra önergenin görüşülmesine sıra gelebildi. Geçen bu süre içerisinde olayın sorumluları hakkında somut hiçbir şey yapılamamıştı…
Binbaşı Korkmaz ve arkadaşları, Osmanlı döneminden kalma “Memurin Muhakematı Hakkında Kanunu Muvakkat (1911)” nedeniyle bir türlü bağımsız mahkemeler önüne çıkarılamıyorlardı. Çünkü bu kanun suç işleyen devlet görevlisinin yargılanmasını bağımsız mahkemelere bırakmıyor, içinde tek bir hukukçu olmayan İl ve ilçe İdare Kurulları “yargılamaya gerek olup olmadığı”na karar veriyorlardı.
“Yargılanabilir” anlamına gelen “Lüzum-u muhakeme kararı” neredeyse hiçbir olayda kolay kolay verilemiyor, “yargılanamaz” anlamına gelen “Men-i muhakeme” kararlarıyla dolup taşıyordu suç listesi kabarık dosyalar.
Yoncalı sanıkları için de “Men-i muhakeme” çıkmıştı. Artık sanıkların yargılanması neredeyse imkânsızdı.
Üstelik “çatışmada yaralı ele geçirilen” beş köylü Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde. Türk Ceza Yasası’nın 125. Maddesi gereğince yargılanıyorlardı.
İstenen ceza idamdı! Gerekçesi:
“Devlet topraklanın tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin hakimiyeti altına koymaya veya devletin istiklalini tenkise veya birliğini bozmaya veya devletin hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf bir fiil işleyen kimse, ölüm cezasıyla cezalandırılır. “
Bu nedenle Meclis Araştırması son derece önemliydi.
Askerinin yalanladığı Binbaşı’yı Meclis nasıl akladı?
Takvimler 4 Eylül 1990’1 gösteriyordu önerge görüşülmeye başladığında.
Başkan önergeyi okutur, Hükümet adına Mehmet Keçeciler söz alır.
Önce olayla ilgili resmi açıklamaları ve tezleri yineler, ardından hiçbir suçlunun korunmayacağını anlatır. Sanki Binbaşı ve diğer asker sanıklar tutuklanmış, bağımsız bir mahkemede yargılanıyormuş gibi de devam ediyordu:
– Olayla ilgili olarak adli ve idari her türlü tedbir alınmış, konu, adli makamlara intikal etmiştir. Hükümet olarak, biz, hukuk devleti ilkelerine inanıyoruz. Elbette ki bu olayın, muhtarın ve bir grup köylünün iddia ettiği gibi cereyan etmesi halinde, vahim bir olay olduğu aşikârdır. Bunun tahkikini yapacak, bunun cezasını verecek merciler, yargı mercileridir. İdare olarak, konu üzerinde hassasiyetle durulmuştur, durulmaya devam edilmektedir. Ancak, yargıda görülmekte olan bir dava konusunun burada araştırma konusu haline getirilerek yargıya müdahale edilmesini, Anayasamızın kuvvetler ayrılığı prensibiyle kabili telif görmüyoruz. Bu itibarla önergenin reddini talep eder, hepinize saygılar sunarım.
Resmi görüşün ilk işaret fişeği atılmıştı! Yoncalı dosyası tozlu raflara kalkmak üzereydi.
Ama bunu kabullenmek istemiyor, umudunu koruyordu Cumhur Keskin.
Doğru Yol Partisi adına Doğulu biri, Erzurum Milletvekili İsmail Köse söz alıyordu:
– Önerge, gerçekten, incelendiği takdirde, korkunç bir iddia ile karşı karşıya bulunduğumuzu ortaya koymaktadır. Önergedeki bilgileri az önce dinlemiş bulunuyorsunuz. Doğru Yol Partisi olarak her zaman söylediğimiz gibi, bugün de yine tekrarında fayda gördüğümüz için söylüyoruz. Hükümetin bu gibi olaylarda, özellikle ilgili bakanımızın böyle korkunç iddialar karşısında, o bölgede görev yapan güvenlik kuvvetlerimizin görevleri esnasında vuku bulan hadiselerde eğer gerçekten kusurları var ise, bunu çok kısa süre içerisinde sonuçlandırıp, önce Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, sonra da umumi efkâra intikal ettirmelerinde fayda vardır. Ancak, yine o bölgede görev yapan, böyle korkunç iddialarla karşı karşıya kalan güvenlik kuvvetlerimizin eğer herhangi bir kusuru yoksa onların da çok kısa süre içerisinde yine aydınlığa kavuşturulmasında fayda vardır. Şimdi, bir Türk subayının, Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu olan ve o bölgedeki insanlara düşman muamelesi yapmak düşüncesiyle değil, asayiş ve huzuru temin etmek, içeriden ve dışarıdan devletimize ve vatandaşımıza saldırma durumunda olan, bölücülük yapanlara karşı görev yapan bir Türk subayının şu hareketi yapacağına inanmıyorum.
Köse uzun konuşmasında, bu tür iddiaların bir “PKK propagandası” olma olasılığını da gündeme getiriyor ve Olağanüstü Hal Bölge Valisi’ne tanınan tüm yetkilerin bölgedeki kaymakam ve valilere de tanınmasını istiyordu. Ve önergeyi reddedeceklerini söyleyerek sözlerini bitiriyordu.
Umudu zayıflayan Cumhur Keskin çıkar kürsüye. Sunacağı deliller, göstereceği belgelerle azalan umudunu tazelemek peşindedir…
“Bu meclisin işi suçluyu korumak değil, adaletin önüne çıkarmaktır” der önce. Bugüne kadar suçlular yargı önüne çıkarılsaydı Güneydoğu’daki vahim olayların önüne geçilebileceğini anlatır. Artık herkesin bildiği olayın resmi ve gayri resmi iddialarını bir kez daha yineler. Sonra herkesi şok eden, ama vicdanlara işletemediği verileri sıraladı:
1. Öldürülen “terörist” Sabri Orhan’ın Tokat’taki askeri birliğinden aldığı fotoğraflı askerlik kimliği. Tokat’taki askeri birliğinden aldığı izin belgesi. İzin belgesinde, “Sabri’nin 2.2.1989 tarihinde terhisen izne ayrıldığı” yazılmaktadır. Sabri Orhan’a ait askerlik cüzdanı…
2. Köylülerin kan davası nedeniyle yaylada çalışırken korkudan silah bulundurduklarını…
3. Bir süre önce PKK’nın köyü basarak devlete yardım ettikleri gerekçesiyle bir köylüyü öldürmesi ve bazı köylüleri dağa götürmesini…
4. Devlet ve PKK arasında kalan köylülerin Binbaşı’nın koruculuk teklifini kabul etmediği ve bu nedenle hedef seçildiğini…
5. Köylüleri öldüren, yakan Binbaşı Korkmaz’ın görevde kaldığı ve tutuklanmadığı için delilleri nasıl yok ettiğini…
6. Yaralı ele geçirildiği söylenen “teröristlerin” tamamında işkence izlerine rastlandığının resmi belgelerde olduğunu.
7. Resmi açıklamada öldürülen teröristler için “kimliği belirsiz” tanımlamasının yapıldığını. Ancak resmi teşhis tutanaklarında muhtar ve köylülerin cesetleri teşhis ettiğini…
Keskin bunlarla da yetinmeyip, panik halindeki Binbaşı’nın her delili yok etmeye çalıştığını, ancak askerlerin ifadelerini yok etmeyi unuttuğunu söyler:
– Sayın üyeler, başka bir yönüyle, Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne intikal eden dosyayı ben tetkik ettim, dosyadaki belgeleri tek tek inceledim. Olayla ilgili olarak tutulan tutanaklardan, elde edilen bilgi ve belgelerden, olaya katılan erlerin ifadelerinden, Binbaşı Ahmet Korkmaz’ın halk düşmanı ve sadist bir kişiliğe sahip olduğu anlaşılıyor. Binbaşı Ahmet Korkmaz’ın tuttuğu 18.7.1989 tarihli tutanakta, ölü ve yaralı olarak ele geçirilen 8 kişinin terörist oldukları ve müsademe sonucu ele geçirildikleri ve hepsinin silahlı olduğu yazılıdır. Buna karşın –Sayın Bakan, dikkatinizi çekerim, otopsi sırasında Cumhuriyet Savcısı’nın düzenlediği aynı tarihli “ölü muayene ve otopsi tutanağı”nda ifadelerine başvurulan erler ise Ahmet Korkmaz’ın söylediklerinin aksine, ölü olarak ele geçirilen iki kişi dışındaki 5 kişinin kendiliklerinden ve silahsız olarak, bir köylü ile birlikte gelip teslim olduklarını söylüyorlar. Ahmet Korkmaz mı doğru söylüyor, jandarma erleri mi doğru söylüyor, cumhuriyet savcısının tuttuğu tutanak mı doğruyu aksettiriyor?
Bu kadar somut veriyi dinleyen Bakan Mehmet Keçeciler, “Adliye gereğini yapacaktır” diye laf atıyor ama Cumhur Keskin’in verileri sıralamaya devam ediyor:
– Cesetler, köylülerce teşhis edilmesine, ayrıca, üzerlerinden çıkan kimliklerden Yoncalı köylüleri oldukları açık olmasına karşın, cesetlerin Binbaşı Ahmet Korkmaz tarafından alıkonması, defin ruhsatı düzenlenmemesi bir skandaldır. Dünyada örneği yoktur.
Son söz ANAP adına Mehmet Kahraman’daydı:
– Yargılananlar. “men’i muhakeme’ kararıyla karşılaşmışlardır. Bir yıl içerisinde alınan bu mesafede de, güvenlik güçlerinin suçlu olmadığını ortaya çıkaran önemli emareler vardır; ama buna karşın suçlamaya devam etmemiz, kanaatimce yanlıştır. Hal öyle iken, olayı tabii seyri dışına taşırıp, Türkiye’de insan haklarının çiğnendiği, görevi halkımızın mal ve canını korumak olan güvenlik kuvvetlerimizin halka zulmettiği gibi iddiaları Anavatan Partisi Grubu olarak şiddetle reddediyoruz…
– Böylesine suçlamalarla Güvenlik kuvvetlerinin moralini bozmayalım” diyordu Kahraman.
Tüm konuşmalardan sonra sıra Meclis Başkanının 10 saniye sürecek oylamasındaydı.
– Kabul edenler.
– Kabul etmeyenler.
– Meclis araştırması açılması kabul edilmemiştir.
Böylece Yoncalı’nın ve savunucusu Cumhur Keskin’in hak arama mücadelesi “milli iradenin deri koltuklarında erimişti…
TBMM tutanaklanndan bu metinleri okuyan Gazeteci, “Hakkâri’de Bir Mevsim” filminin sonunda öğretmen Genco Erkal’ın öğrencilerine anlattıklannı anımsıyordu:
“Çocuklar bu son dersimiz. Bu derste tüm sene öğrettiğim her şeyi unutmanızı isteyeceğim sizden. Çünkü öğrettiğim bilgilere belki de hiç ihtiyacınız olmayacak ve belki de bilmek beraberinde acı, hayal kırıklığı getirecektir.”
Evet, öğrenciler ve Gazeteci unutmalı mıydı öğrendiklerini, gördüklerini?
Pek de gerek yoktu. Nasılsa toplumsal hafızası düşük necip milletimiz zaten anımsamayacaktı yazılanları, çizilenleri!
Cumhur Keskin
Gazeteci ve Cumhur Keskin’in yollan 1986’da kesişmişti. Keskin, SHP yöneticisi ve avukattı.
Gazeteci bir istihbarat almıştı. Siirt’in Kurtalan İlçesi’nin ANAP’lı Belediye Başkanı Mehmet Taşkıran “kalpazanlık’ suçlamasıyla Hakkâri’de yargılanıyordu.
Gazeteci, “aleni’ olmasına karşın, belgelere bir türlü ulaşamıyordu. Hakkâri Ağır Ceza Mahkemesi’nde sır gibi saklanıyordu dosya.
Avukat Cumhur Keskin’den yardım istemeye gider. Avukat imdada yetişir ve haberi yazacak belgelere kavuşur Gazeteci.
Bu tarihten sonra aralarında başlayan dostluk “gazeteci – haber kaynağı” ekseninde gelişiyor, yoğun gündem sürekli haberleşmelerini sağlıyordu.
Artık Gazeteci’nin dostu olan Cumhur Keskin, Yoncalı’dan on bir yıl sonra yine haber konusu oluyordu. Ama bu kez sevenlerinin ve Gazeteci’nin yüreğini yakıyordu.
Takvimler 14 Ocak 2000’i gösteriyor. Milletvekili değildir artık Keskin. Baskılardan dolayı Hakkâri’de rahat çalışamayan Keskin ofisini Van’a taşımıştır. “Avukatlar Binası” olarak da bilinen Valilik karşısındaki Özer İş Merkezi’nde iki el silah sesi duyulur.
Katledilen Cumhur Keskin’dir.
Kısa sürede yakalanan katil Şükrü Işık’tır.
Hakkari bölgesinde korucu ailesi olarak bilinen, derin devletin kirli elemanlarıyla türlü ilişkileri dönem dönem açığa çıkan Jirki aşiretine mensuptur katil!
Jirki aşiretinin kanunsuz eylemleriyle çok mücadele etmiştir Keskin.
Katil olay yerinde “arkamda kimse yok. Alacak meselesi yüzünden öldürdüm” der, ancak o tarihlerde Milliyet Gazetesi’nde. “Bu dava film olur” başlığıyla yayınlanan haber, bölgeyi ve olayı bilenler açısından sürpriz olmaz…
Van’da öldürülen eski SHP’li Cumhur Keskin’in dosyasını inceleyen avukatlar, bağlantılı olarak işlenmiş bir dizi cinayet ortaya çıkardı. İfadelerde tanıdık biri de var: Mustafa Bayram.
(Suç dosyası hayli kabarıktır Mustafa Bayram’ın. ANAP ve Fazilet Partisi’nden iki dönem milletvekili seçildi. Uluslararası bültenlerde ‘uyuşturucu baronu’ olarak tanımlanır. Kaçak elektrikten Van Emniyet Müdürlüğü’nü basarak oğlunu kaçırmaya, uyuşturucu kaçakçılığından tarihi eser kaçakçılığına, suç örgütü kurmak ve yönetmek ile ihaleye fesat karıştırmaya kadar çok sayıda suç dosyası vardır. Tüm partiler anlaşarak dokunulmazlığı kaldırılır. Bir yıl cezaevinde kaldıktan sonra tahliye edilir. Daha sonra çete davasından 28 yıl ceza alır. Yurtdışına kaçar. CM)
Bu davada YOK YOK;
Aşiretler, kan davası, fidye,
Uyuşturucu, PKK ve bir vekil!
Birkaç ay önce öldürülen eski SHP Milletvekili Cumhur Keskin cinayetinin altından, başta tarihi eser kaçakçılığı olmak üzere işlediği birçok suçla gündeme gelen Mustafa Bayram, çeteler ve PKK itirafçıları çıktı.
Cinayet dosyası üzerinde çalışan avukatlar, olayın, savcılığın gösterdiği gibi “kan davası”ndan ibaret olmadığını saptadı. Keskin’i ölüme götüren süreç, Keskin’in de mensubu olduğu Silehi aşiretinden Ali Er’in, Güneydoğu’daki “kirli ilişkileri” nedeniyle Karadeniz’e gitmek zorunda kalmasıyla başladı.
Betonlayıp denize attılar.
Burada kendine yer edinmek isteyen Er, kamuoyunda “Kuleberoğlu Çetesi” olarak bilinen oluşumun lideri Bayram Ali Kuleberoğlu”yla tanıştı. İddiaya göre, “milliyetçi” oldukları bilinen Kuleberoğlu, Er’ den, Hakkari ve çevresinde tanıdığı, PKK’ya yakın gördüğü kişilerin isimlerini istedi. Er de, Hakkari’den ayrılmasına neden olan ve aralannda ticari anlaşmazlık bulunan Jirki aşiretinden Süleyman ve Abdülaziz Ertaş’ın isimlerini verdi. Ertaşlar bir süre sonra bazı kişilerce kaçırıldı. Ailesinden fidye istendikten kısa süre sonra da cesetleri, ayaklarına beton dökülmüş biçimde Karadeniz’den çıkartıldı.
“Bayram ‘ın da borcu var’
Ertaşlar’ın cesedi bulunmadan kısa süre önce, Jirki aşiretinin de mensubu olduğu Ertuşi aşiretinden VanMilletvekili Mustafa Bayram devreye girdi. Bayram, korumalığını yapan ve İsmi Susurluk raporlannda da geçen Murat Demir’i Ertaşlar’ı bulmakla görevlendirdi. Demir, Ertaşlar’ın yerini bulduğunu belirterek, aileden para istedi, ancak bu sırada polis Demir’i gözaltına aldı. Ertaşlar’nı öldürüldüğünün ortaya çıkmasından sonrada Er, Kuleberoğlu ve adamlan tutuklandı. Er, ifadesinde, Ertaşlara, Bayram da dahilolmak üzere birçok kişinin uyuşturucu kaçakçılığı nedeniyle borcu olduğunu söyledi.
Bir gecede iki infaz
Bu sırada, Jirki aşireti, Silehi aşiretiriden birini öldürmeye karar verdi. Keskin ve ailenin ileri gelenleri, Jirki aşiretinin önde gelenleriyle görüşerek, Er’i kendilerinin de sevmediğini, olayı kan davasına dönüştürmeye gerek olmadığını belirttiler. Bu konuşmadan bir yıl sonra Cumhur Keskin öldürüldü. Aynı gece, Ali Er de cezaevinde cinayete kurban gitti.
Savcılık, Keskin’in kan davası güdülerek öldürüldüğü gerekçesiyle Jirki aşiretinden 4 kişi hakkında dava açtı. Er’in öldürülmesi üzerine de dava açıldı. Kuleberoğlu çetesi de İstanbul DGM’de hâkim karşısına çıktı. Ancak, Keskin’in öldürülmesinin ardındaki gerçek nedenler, dosyaların bütün olarak değerlendirilmemesi nedeniyle “karanlık kalmaya” devam ediyor.
Yoncalı ve Cumhur Keskin’in katli, Güneydoğu’nun hazin bir özeti!
Silopi’de köylüler kurşuna mı dizildi?
Gazeteci, Yoncalı’nın insanı dehşete düşüren hikâyesini daha yeni tamamlamışken, gündemi ondan daha fazla meşgul edecek yeni bir olayın içinde bulmuştu kendini.
PKK olaylarının başladığı 84’ün 15 Ağustos tarihinden itibaren, devlet bölgede güvenliği sağlamak için PKK’lıların peşine düştü. Operasyonlar peşi sıra devam etti.
Başlarda “üç, beş çapulcu” denilerek önemsenmeyen PKK yıllar geçtikçe gücüne güç kattı. Bunda sadece askeri önlemlerle sorunun çözüleceğine inanılması ve diretilmesi etkili olmadı.
Eylemlerin önlenmesinde görevli olanların bölge halkına uyguladığı baskılar da PKK’nın gittikçe güç kazanmasına neden oldu. Buna kontrgerilla denen illet de eklenince, bölgenin her yerinden feryatlar yükselmeye başladı.
“Topluca işkenceden geçirildik !”
“Bizi zorla korucu yapmak istiyorlar! Reddettiğimiz için köyümüzü boşaltıyorlar.
“Arazimize asker zorla el koydu, istimlâk bedelini alamadık !”
“Köylülerimizi öldürüp., terörist ilan ettiler!”
“Korucular kızımı kaçırdı, yardım edin !”
“Bir subay bize insan dışkısı yedirdi”
Örneklerini çoğaltabileceğimiz bu feryatların çoğu, her gün avukatlara, siyasi partilere, Uluslararası Af Örgütü’ne, Gazeteci’ye ve çalıştığı Cumhuriyet Gazetesi’ne gelmeye devam ediyordu.
Silopi’nin Derebaşı köyünde yaşananlar da bu istihbaratların birinden kaynaklanıyordu.
“Askerler altı köylümüzü kurşuna dizdi’ diye vahim bir iddiayı dillendiriyordu Derebaşı köylüleri. Sesleri aynı gün yankı buldu. Böylece Türkiye gündemini günlerce meşgul edecek yeni bir olayla gerilmeye başladı Güneydoğu.
Olayın yaşandığı ’89 Eylülüne gelinceye kadar manzara şöyleydi genelde: SHP’li milletvekilleri ya da DYP’li yöneticiler, ne zaman bir “insan hakları ihlâli”ni gündeme getirse, hemen ANAP’lılar tarafından “bölücülük, yalancılık ve PKK‘ya alet olmakla” suçlanırdı.
Ama bu kez öyle olmadı. ANAP dâhil parlamentoda grubu bulunan ‘Üç siyasi parti, kamuoyuna mal olan bu iddiayı sahiplendiler, Hatta parti içinde kazan kaldıran ANAP’lı milletvekillerine, liderleri Özal, “suçluların cezalandırılacağı” teminatını vermek zorunda kaldı.
Gazeteci’nin masasındaki telefon sabahtan beri susmuyordu, Bölgeden çeşitli kişiler arayıp Silopi’de bir çatışma olduğunu, ama bir olağandışılık sezildiğini anlatıp duruyorlardı.
Habere ve ayrıntılara ulaşılamıyordu bir türlü. Sonunda gazetenin Diyarbakır’daki emektan Ziya Aksoy, Bölge Valisi’nin Yardımcısı Nafiz Kayalı’ya ulaşmayı başardı.
Vali Yardımcısı Kayalı, Mardin’in Silopi ilçesine bağlı Derebaşı Köyü’nde, gece 02.00’de meydana gelen çatışmada dokuz PKK’lı öldürüldüğünü söylüyordu. Kayalı’ya göre, “ölü olarak ele geçirilen dokuz PKK’lı”, güvenlik güçlerinin “dur” uyansına ateşle karşılık vermiş, bunun sonucunda çatışma çıkmıştı.
Uzun süredir PKK böylesine önemli kayıp vermemişti. Bu bakımdan konu önemliydi.
“9”, rakamı dışında günlük rutin haberlerden biriydi. Ancak Kayalı’nın açıklamasında fazla ayrıntıya girilmemiş olması Gazeteci’yi kuşkulandırmıştı. Yine de açıklamayı haberleştirdi. Şefi Celal Başlangıç’ın da onayıyla gazetenin merkezine servis etti.
Şef de benzer tereddütteydi, haberin peşini bırakmamasını istedi.
Telefonlar susmak bilmiyordu. Bu kez hatta SHP’nin Silopi ilçe Başkanı Adnan Kayaalp vardı. Kayaalp “Derebaşılı köylülerin kendisine gelerek öldürülenlerden altısının terörist değil kendi köylüleri olduğunu ve olayın açığa çıkması için partiden yardım istediklerini” söylüyordu.
Haber farklı boyut kazanıyordu. Yeni kaynaklara ulaşması gerekiyordu Gazeteci’nin. Bölgenin çalışkan milletvekillerinden Fuat Atalay’ı aradı. İddialar SHP milletvekili Fuat Atalay’a da ulaşmıştı. Atalay kendisinin yarın Silopi’de olacağını söylüyor ve şöyle devam ediyordu:
İddia ciddi. Parti olarak heyet oluşturduk. Gerçeği gezimizden sonra öğreneceğiz. Bize başvuran köylüler, gece köy yakınlarında bir çatışma olduğunu, silah sesleri duyduklarını anlattılar. Sabah on beş kişilik bir köylü grubu katırlara yükledikleri odun ile sebze ve meyveleri satmak üzere köye götürürken askerler tarafından durdurulduklarını, askerlerin kendilerine çatışma bölgesini sorduğunu söylüyorlar. Ardından da köylülerden kendilerini çatışma bölgesine götürmesini istiyor. Askerler altı köylüyü yanlarına alıp yaya olarak dağlık bölgeye doğru gidiyor. İddiaya göre, öldürülenlerden altısı Pazar için ilçe merkezine inmeye çalışan köylülermiş. Adları Fevzi Beyan, Sadun Beyan, Abbas Çiğdem, Reşit Eren, Münir Aydın ve Üzeyir Erzik’miş.
Haber ve iddialar gittikçe netleşiyordu. “PKK’lı diye öldürülen altı kişi köylü mü?” başlığıyla yeniden yazdı haberini.
O tarihlerde Adana’da yaşayan Gazeteci’nin, yatağında yattığı günler sayılıydı. Yine yol görünmüştü “sıcak bölge”ye.
Adana-Silopi arası 700 kilometreydi.
Hava kararmak üzereyken otobüse bindi Cizre’ye. Oradan bir araç kiralayarak Silopi “ye geçecekti.
Öğlen vakti Silopi’ deydi. Ortalık savaş alanına dönmüştü. Daha girişte kontrol noktasında bulunan güvenlik görevlilerinin sinirli hali her hallerinden belli oluyordu.
Kente girdi. Ölüm sessizliği vardı. Hükümet Konağı’nın önüne geldiğinde bir “savaş sonrası”nda olduğunu anladı. Ortalıkta özel tim dışında kimse yoktu. Halk evlerine ve işyerlerine çekilmişti. Ortalıktaki tek sivil görüntü fırlatıldığı belli olan taşlar, cam kırıkları ve yan yatmış çöp bidonundan ibaretti.
Meydanı kendisinin de terk etmesinin hayırlı olacağına inandı. İddiayı kendisine ilk aktaran parti başkanını bulmak için SHP tabelası aramaya koyuldu. Bulamayınca bir işyerinin kapısından içeri girerek sordu. Kendisine gösterilen parti binası değil, başkanın bakkal dükkânıydı. Dükkâna girmek üzereyken tanıdık bir ses duydu. Sesin sahibi Hürriyet’ten Faruk Balıkçı’ydı. Topallayarak kendisine doğru geliyordu.
Gazeteci’nin gözüne ilk çarpan arkadaşının kırık makinesi ve paçasını sıyırdığı bacağından süzülen kanlardı. “Ne bu halin, ne oluyor buralarda” sorusunu tamamlamadan Faruk uyarmaya başladı arkadaşını:
– Ortalıkta yalnız dolaşma!
Başkanın dükkânına girdiler. Faruk olayı anlatmaya başladı:
Terörist diye öldürülen çocuklarını gömen köylüler, mezarlıkta özel timin kendilerine, “Bunlara dua okunmaz. Kendinize de çukur açın. Yakında sizi de öldüreceğiz” dediklerini iddia ederek Kaymakamlığa yürüdüler. “Kaymakamla görüşmek istiyoruz. Çocuklarımızın katilleri cezalandırılsın” diye bağırdılar. Bunun üzerine Kaymakam kapıya çıkarak köylüleri dinlemeye başladı. Bu sırada özel tim halkı dipçiklerle binanın önünden çıkarmaya başladı. Kaymakam içeri girdi. Ortalık savaş alanına döndü. Köylüler slogan atmaya başladılar. Polis ateş havaya ateş açtı. Bizler olayları görüntülemeye çalışıyorduk. Bu nedenle özel tim bizi de hedef aldı. Biri çocuk, üçü gazeteci beş kişi yaralandı. Yaralı olduğumuz halde gözaltına aldılar bizi. Halktan da 30-40 kişiyi götürdüler. Şimdi bıraktılar beni. Sen şimdi haber için bilgi toplamayı falan bırak. Sen de hedef olabilirsin. Biz sana olayları anlatırız. İlk haberini geçersin. Zaten birazdan milletvekilleri gelecek, daha rahat çalışırız.
Biraz da SHP’li Adnan Kayaalp”i dinledikten sonra Faruk’la birlikte rahat çalışıp haberi geçebileceği bir yer arayışına başlar Gazeteci. Ama Silopi’de sakin bir ofis bulamazlar. Habur yoluna çıkılır. Burada Faruk’un tanıdığı bir gümrük komisyoncusunun işyerine girilir. İki hat telefon ve daktilo nimet sayılır artık.
Olayı yaşayan bazı tanıklar da oradadır. Onlarla konuşarak da haberi zenginleştirir ve fakslar.
Saat 17.00 sıralarında SHP’li beş milletvekili gelir Silopi’ye. İlçe merkezi gazeteciler için güvenli sayılabilir artık. Milletvekilleriyle birlikte Hükümet Konağı’na giderler. Olaylar büyüdüğü için Mardin Valisi ile Emniyet Müdürü de Silopi’ye gelmiştir. Milletvekilleri halkın iddialarını aktarır. Yetkililer yalanlar. Sadece gazetecilerin dövülmeyeceğinin teminatını verirler. Boş bir teminattır aslında. Milletvekilleriyle birlikte Kaymakamlıktan çıkan üç gazeteci bir ara sokakta kıstırılır, özel tim tarafından feci dövülürler.
Gazetecilerin dövülmesinden sonra Silopi güvenilir bir yer değildir Gazeteci ve arkadaşları için. Gece yatmak için otuz beş kilometre mesafedeki Cizre tercih edilir.
Öldürülenler ANAP’lı milletvekilinin akrabaları
Tüm bunlar olurken, ANAP’ın Siirt Milletvekili Kemal Birlik, Ankara’da bir basın toplantısı düzenler. Birlik, köylülerin iddiasından yana tavır alır ve “öldürülenler akrabam olabilir” diyerek bombayı patlatır.
Olay bölgede yankı bulur. İktidar partisi milletvekilinin söylediklerinin duyulmasıyla birlikte, devletin “teröristtir” dediği 6 Derebaşılı köylü hakkında “yok onlar masum köylüdür. Boşuna öldürüldü” demek “illegal”likten çıkmıştı.
Birlik, sorumluların cezalandırılması için gerekli girişimlerde bulunacağını, olayın ayrıntılarının ANAP’ın Genel Merkezi’ne de ulaştığını söylüyor ve partisinin Diyarbakır Milletvekili Nurettin Dilek ile Mardin Milletvekili Nurettin Yılmaz’ı yanına alarak Silopi’ye gelmek üzere Diyarbakır’a uçuyordu.
Silopi’de ilk günkü olaylar Türkiye’de büyük yankı uyandırmıştı. Toplu bir hareket seziliyordu. Tahrik edilerek haksızlığa uğradığını öne süren halk, Hükümet Konağı’na yürümüş, polis atılan sloganların Türkiye’nin milli birlik ve bütünlüğünü hedef aldığını” savcılığa rapor etmişti.
Gazeteciler ilk günü sekiz yaralıyla atlattıktan sonra, geceyi geçirdikleri Cizre’den yavaş yavaş Silopi ‘ye gelmeye başlıyorlardı.
Sadece gazeteciler değil, milletvekilleri, siyasi parti temsilcileri ve İnsan Hakları savunucuları da Silopi’ deydi. Hükümet Konağı önündeki gösteriden sonra “hayalet kent”e dönen Silopi hareketleniyordu.
Silopi’ye geldiği ilk gün, olayın şokundaki kenti gözlemekten başka bir şey yapamamıştı Gazeteci. Artık olayı I etraflıca araştırması ve konuya hâkim olması gerekiyordu. Derebaşı’na gitmesine gerek yoktu henüz. Çünkü tüm köy Silopi’ye akın edip, yakınlarının yanına yerleşmişti. Onları dinlemeliydi önce.
Muhtar Abdülkerim Beyan ve köylülerle bir kahvenin önünde buluştu. Alçak taburelere oturuldu. Gazeteci’nin ses alma cihazı çalışmaya başladı:
Askerler gece ikide üç PKK’lıyı öldürdü. Sabahın ilk saatlerinde iki köylümüzü aldı asker. Hemen ardından da, katırlarıyla pazara giden dört köylümüz daha yoldan alındı. Fevzi, Sadun, Abbas, Reşit, Münir ve Üzeyir askerle birlikte dağın eteklerine doğru gitmeye başladılar ve bir süre sonra gözden kayboldular. Sonra gittikleri yerden ateş sesleri gelmeye başladı. Birkaç saat sonra bizi çağırdı asker merkeze. “Çocuklarınız teröristti, çatışmada öldüler” dedi. Oysa çocuklarımız sabah sağdı. Akşam televizyonda onları terörist diye tanıttılar. Çocuklarımızın kanına giren askerlerin cezalandırılmasını istiyoruz.
Bu kez muhtar konuşuyor sadece:
– Çocuklarımızın cesetlerini ben teşhis ettim. Her birinin bedeninde en az yirmi mermi vardı. Askerden cenazelerimizi istedik, önce vermedi. Yalvarıp yakardık, bir yerlere sorduktan ve bizi beklettikten sonra teslim ettiler. Ama tek başımıza götürmemize izin vermediler. Asker bize refakat etti. Dini vecibeleri yerine getirdikten sonra mezarlığa gittik. Özel tim mezarlığı ve çevremizi kuşatmıştı. Bize hakaret ettiler defnederken. “Bunlara dua etmeyin. Kendinize çukur kazın. Sizi de öldüreceğiz” dediler beyim. Elli beş hanede dört yüz nüfus yaşıyor beyim. Korkudan köyü boşalttık. Köyün çevresini asker ve tim sarmış zaten.
Kahve sohbetinin sonuna Muhtarın şu sözleriyle gelindi:
– Size anlattığım her şeyi Savcılığa da şikâyet ettim!
Araştırmalarına devam ediyordu Gazeteci. Derebaşılılar’ın savcılığa başvurduklarını öğrendi. Savcılığın yolunu tuttu.
Savcı Ulvi Yüksel’i ziyaret etti. Savcı köylülerin şikâyeti üzerine soruşturma başlatmıştı ama yürürlükteki yasalar elini kolunu bağlıyordu. Suçlanan güvenlik görevlileri hakkında kendisi daha fazla soruşturma yapamayacaktı. Dosyayı karar vermek üzere İlçe İdare Kurulu’na göndermeye karar vermişti. Dolayısıyla bağımsız yargının işi sona ermişti.
Altı masum köylüyü öldürdükleri iddia edilen askerleri yargı değil amirlerinden oluşan bir kurul yargılayacaktı!
Savcının odasından ayrılan Gazeteci, kararla ilgili görüşlerini almak üzere Muhtar Beyan’ı aramaya koyuldu. Ancak muhtarı az önce polis gözaltına almıştı. Bu kez polis merkezine yöneldi. Burada yoğun bir hareketlilik vardı. Gösteriler sırasında gözaltına alınan otuz yedi kişinin sorgusu başlamıştı.
Silopi çok hareketlenmişti. Olayların hızına yetişmek ciddi çaba istiyordu.
SHP milletvekillerinin köylülerle buluşması başlamıştı. Oraya yetişti. Köylüler aynı iddiaları tekrarlıyordu, Tam bu sırada biri girdi SHP binasına. İlçe Başkanı Adnan Kayaalp’in yanına gitti ve kulağına bir şeyler fısıldamaya başladı.
Herkes dikkat kesilmişti. Sessizlik hâkimdi binada. Sessizliği Başkan Kayaalp bozdu:
Polis evimi basmış. Beni evde bulamayınca yengem Meryem’i dövmüş. Bu gözdağıdır. Benim burada olduğumu zaten biliyorlar. Ama yılmayacağım!
Kurşuna dizilmişler!
Binadan çıkan Gazeteci, dünden beri görüşmek isteyip zaman bulamadığı Derebaşı köylülerinin ilk günlerdeki avukatı Abdurrahman Demir’in ofisine doğru yola çıktı. Demir, basın toplantısı düzenleyecekti.
“Olayla ilgili ciddi kuşkular var” diye söze başladı ve herkesin kanını donduracak bir iddiada bulundu:
-Altı köylü taranarak öldürüldü!
Bu bir “kurşuna dizme” imasıydı.
Devam etti Demir:
– Güvenlik güçleri gece ikide üç PKK’lı öldürdü. Fakat bizim müvekkillerimizin çocuklan sabah alınarak öldürüldü. Bu iki olay arasında üç dört saatlik bir zaman farkı var. Bu nedenle ölü morluk ve katılığının acilen saptanması gerekir. Bu çok kolaydır. Ancak bize verilen otopside bu zaman farkı belirtilmemiş. Bunun üzerine savcılıktan ikinci bir otopsi istedi. Reddettiler! Belli ki bir şeyler saklanıyor.
Köylüler taranarak öldürüldü” iddiası Gazeteci’nin kafasını iyice karıştırmıştı. Daha önce konuştuğu Muhtar Beyan da “cesetlerin teşhisi sırasında çocuklarımızın her birinin bedeninde en az yirmi kurşun deliği vardı” iddiasında bulunmuştu. Bu gazetecinin bugüne kadar araştırdığı, bilgi sahibi olduğu hiçbir olaya benzemiyordu.
Notlarını aldı, beyninin bir yerine sakladı. Kanlı bilmecelere biri daha ekleniyordu beyninde.
Avukatın ofisinden çıkan Gazeteci, yolda SHP milletvekillerine rastladı. Kalabalık bir grupla yürüyorlardı. Arabalar yanaştı. Belli ki döneceklerdi.
Fuat Atalay’a “incelemeleriniz bitti mi” diye sordu:
– Hayır! Burada daha yapacak çok iş var. Ama yarın Yeşilyurt’ta köylülere insan dışkısı yediren Cafer Tayyar ÇağIayan, Ankara’da yargılanacak. O nedenle orada olmak zorundayız. Ama bir arkadaşımız burada kalacak.
SHP’den sadece Adnan Ekmen kaldı Silopi’de. Köylülerin perişanlığına üzülüyordu, Köye dönmelerini istedi. Köylüler, asker ve tim köydeyken dönemeyeceklerini, zaten tehdit edildiklerini, dönerlerse öldürüleceklerini anlattılar.
Ekmen’in sohbeti sürüyordu köylülerle. İçlerinden Tahir Aydın çok dokunaklı konuşuyordu:
– Çocuklarımızı defnettikten sonra dua etmeye başladık. Çevredeki özel tim bize “bu teröristler için neden dua ediyorsunuz” dedi. Hepimize küfür etti. Biz kaymakamlığa yürürken de yine bir özel tim “Bir Kürt’ü öldürünce sanki köpek öldürüyoruz” diye hakaretlere devam etti.
Gazeteciler bol bol not alıyor, fotoğraf çekiyordu. Kahvenin önü ana baba günüydü. Polisin tavrında bir değişiklik yoktu ama, Milletvekilinin göremeyeceği bir noktada olan gazeteci Namık Durukan yaka paça gözaltına alınıp götürülüyordu. Gazeteci, arkadaşlarıyla birlikte milletvekilini uyarır. Adnan Ekmen hemen kahve toplantısından ayrılır. Durukan’ı kurtarmak için yola koyulur. Kısa süre sonra Durukan serbest bırakılır.
Tekrar kahveye döner milletvekili. Sohbetin gündemi değişmiştir. Milletvekili bu kez gazetecilerle sohbete başlar. Köylüler de etrafındadır. Bir gün önceki polis saldırısını anlatır gazeteciler.
“Neden dövdüler” diye sorar Ekmen. Yanıt bilindik:
– Polis kendisiyle işbirliği yapmamızı istedi. Biz reddedince dövüldük, fotoğraf makinelerimiz parçalandı. Boş filmlerimize bile el koydular.
Ekmen olayları yorumlar:
– Gazeteciler olaylar üzerinde etkili olduğu için dövülüyor, Dünkü olay bir provokasyondur. Polis suçlu olmanın telaşı içinde, çocuklan haksız yere öldürülen halkı sindirmeye çalışıyor. Bu tür provokasyonlarla olay geri plana itilmek isteniyor.
Siyasilerin, kamuoyunun ve basının görmesi engelleniyor.
Başlarına gelenleri unutmuş gibi gazetecileri teselli etmeye başlar Silopililer. İşlevler tersine dönmüştür. Zaten Güneydoğu’da hiçbir şey yerine oturmuyor ki…
Olağanüstü hal koşulları hüküm sürüyordu o yıllarda. Bölgede güvenlik konularında sadece Olağanüstü Hal Bölge Valisi Hayri Kozakçıoğlu ile ender de olsa yardımcıları konuşabiliyorlardı. Asker zaten hiç konuşmazdı. Sadece bazen sert söylemlerine tanık olurduk. 10 yıl süren sıkıyönetim ve sonrasında da Olağanüstü Hal altındaki bölge zaten sadece askerin hâkim olduğu tarzda örgütlenmişti. Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’nin sıkıyönetimin bitimiyle birlikte kurulmasıyla, eş yeni bir askeri örgütlenmeyi de beraberinde getirmişti: Asayiş Kolordu Komutanlığı. Özetle asker, sivil bir sözcü bulmuştu.
Bölgede vali ve kaymakamların güvenlik konulanda hiçbir etkisi yoktu. Silopi’ye gelen mühim konukları ağırlamak onların göreviydi ama. Kaymakam çaresiz kalınca hemen Mardin Valisi ile Emniyet Müdürü Silopi’ye gelerek karargâh kurdu.
Milletvekillerinin, politikacıların, gazetecilerin, insan haklan savunucularının muhatabı onlardı artık. Gazeteci yerel yetkililerin bu konudaki çaresizliğine defalarca tanık oldu.
Gazeteci, Silopi’de bulunan Sosyalist Parti Genel Başkanı Ferit İlsever’den dinledi; yerel yetkililerin ne yaptığını:
– Burada Sıkıyönetimin ötesinde bir rejim uygulanıyor. Adını siz koyun. Kaymakam, güvenlik güçlerinin yaptığından haberdar değil. Sivil idare sadece sokakları temizlemekten, ölüleri gömmekten, askeri yollan açmaktan sorumlu. Bölgede sivil idare egemenliği yok.
(Burada yaşı genç olanların biraz şaşıracağı bir iki cümle yazmak isteriz. Birkaç yıldır Ergenekon Davası’yla gündeme gelen Doğu Perinçek ve hareketi, o dönemler Güneydoğu’da etkin bir komundaydı. Bu hareketin yayın organı konumundaki 2000’e Doğru Dergisi tüm bölgede örgütlenmiş, her türlü olay ve Kürtlere yönelik insan haklan ihlali haberlerini pek de “teyitli” olmayacak şekilde rahatlıkla veriyordu. 2000’e Doğru Dergisi, Doğu Perinçek’in Bekaa’da Abdullah Öcalan’la yaptığı röportajlara sıkça yer veriyordu. Perinçek siyasi yasaklı olduğu için Sosyalist Parti’nin başında Ferit İlsever vardı. İlsever 1991 Kasım seçimlerinden önce koltuğu Doğu Perinçek’e bıraktı. CM)
Teröristler Cudi’de rafting mi yapacaktı?
Derebaşı köyü yakınlarında 17 Eylül gecesi dokuz kişinin öldürülmesi ve hemen ardından bunlardan altısının “masum köylü” olduğunun öne sürülmesi artık Türkiye’nin konuştuğu tek konuydu. Sağcısı, demokratı, renklisi, renksizi tüm gazeteler olayı manşetlerinden duyurmayı sürdürüyordu.
İktidar partisi dâhil tüm milletvekilleri olayın araştırılması ve sorumluların cezalandırılması için açıklamalar yapıyorlardı. Buna karşın devlet sessizdi. Rutin olay açıklaması dışında kamuoyuna yansıyan bir şey yoktu. Oysa bugüne kadar gördüğümüz tablo, hemen verilen tepkiydi ve sert açıklamalarla “had bildirmekti.”
Aradan tam üç gün on saat geçtikten sonra bu sessizliği İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu bozuyordu. Ortada ciddi bir iddia ve henüz sonuçlanmamış savcılık soruşturması olmasına karşın, Aksu “acelesi var” gibi davranıp büyük tepkiler çekecek açıklamasını yapıyordu:
– 17 Eylül gecesi 02.00 sularında bölgede görevli bulunan güvenlik güçleri bir grup teröristle karşılaşmış, güvenlik güçlerinin “dur” ihtarına teröristler ateşle karşılık vermişlerdir. Çıkan çatışmada dokuz terörist ölü ele geçirilmiştir. Olay yerinde Kalaşinkof marka uzun namlulu silahlar (Bakan silahların sayısını vermiyor. Daha sonra silah sayısının sadece iki adet olduğu ortaya çıkıyor), bir adet roketatar ve dokuz adet sırt çantası bulunmuştur. Bu bölge yakınlarında bulunan bazı köylülerin daha önce teröristlere yardım ve yataklık ettikleri, bu köylerden eşkıyaya katılım olduğu yolunda iddialar ve duyumlar alınmıştı.
Bakan çok şaşırtıyordu. Herkesin aklıyla alay edercesine açıklamasını sürdürüyordu:
– Hükümet Konağı’na saldırılması, olayın tertip olduğunu gösteriyor. Güneydoğu’da canı pahasına büyük fedakârlıklar göstererek hizmet veren güvenlik güçlerimiz, neden günahsız, masum hem de silahsız kendi insanımızı durup dururken vursun, öldürsün? Bu hangi mantığa akla sığar. Üzerinde dokuz adet sırt çantası bulunan kişilerin altısının terörist olmadığını söylemenin mantıklı dayanağı olamaz.
Doğru ya, Cudi’de pikniğe rafting yapmaya gelmişti teröristler! Bu nedenle sadece sırt çantaları vardı!
Öldürülen altı Derebaşılı köylü gibi kendisi de Kürt olan Aksu, bu açıklamasının sonunda, “etkileyeceğinden” endişe edilen ve bu nedenle suçlandığı “hukuk”u ve “adliye”yi hatırlıyordu:
– Kaldı ki olay adli makamlara ilgili kişilerce şikâyet edilmiş ve ilgili makamlarca söz konusu iddiaların araştırılmasına başlanmıştır.
Aksu gibi Kürt olan iktidar partisi milletvekili Nurettin Yılmaz açıklamaya hemen tepki gösteriyor ve “bu bir tarihi yanılgıdır” diyordu.
Aksu’yu Kozakçıoğlu izler
Devlet sessizliğini bozmuştur bir kere. İddiaları tamamen inkâr etme noktasında fikir birliğindedir. Bu kez sahnede Bölge Valisi Hayri Kozakçıoğlu vardır. Israrla ölenler arasında “masum köylü” olmadığını, hepsinin “terörist” olduğunu söyler ve devam eder:
– Savcılığın soruşturma sonuçlarını beklemek için sessiz kaldık. Ama gördük ki, kamuoyunun beklediği haberi veremiyoruz. Böylece sadece iddialar yazılıyor. Cevap verilmeyince iddialar kabullenilmiş, buna verilecek cevap yokmuş gibi bir izlenim ortaya çıkıyor. Biz savcılığa, yaptığı soruşturmaya halel getirmeden hızlandırılması talimatı verdik.
Satır aralarında bile olsa adli makamlara talimat verdiğini itiraf ediyordu. Aslında bu sadece malumun ilanıydı.
Yakalanan silah ve mühimmat sayısını tekrarlayan “Süper Vali” lakaplı Kozakçıoğlu, yepyeni bilgiler vermeye devam eder:
– Güvenlik güçleriyle çatışmaya giren teröristlerin sayısı 15-20 kişidir. Güvenlik güçlerimiz bu teröristlerin yaklaşmasını bekler. Grup belirli bir mesafeye geldiğinde, bunların silahlı teröristler olduğu anlaşılır. Buna karşın “dur” ihtarı yapılır. Teröristler ihtara karşın ateş açarlar. Bu müsademenin başlangıcında iki tim vardır. Sonra takviye istenir. Bunların hepsi telsiz ve teleksle sabittir. Yani saat kesin 02.00’dir.
Açıklamasını tamamen “iddiaları inkâr üzerine” yoğunlaştıran Kozakçıoğlu, söyleyecekleriyle “çok haklı” olduğu algısını yerleştirmeye çalışıyordu:
– İki tim daha takviye olarak yola doğru çıkar. Timler olay yerine giderken Derebaşı köyüne uğrar. Üç kişiyi kılavuz olarak alır. Bölgede görev ifa eden güvenlik görevlileri yeni gelen timlerdir. Bu nedenle bölgeyi çok iyi bilmemektedirler. Bu timler üç gönüllü kılavuzla 45 dakika içerisinde olay mahalline intikal etmiştir. Bu üç kişinin ifadeleri ileride kamuoyuna açıklanacaktır.
Devam eder Kozakçıoğlu:
– Çatışma bölgesinde ilk etapta 4-5 teröristin vurulduğu belirlendi. Teröristler daha sonra geri çekilerek çatışma için elverişli bir tepeye mevzilenerek ateş açmaya devam ediyorlar. Ve ısrarla güvenlik görevlilerinin üzerlerine gelmesini istiyorlar. Tahrik ediyorlar. Manevra hareketi yapılarak sabahın ilk saatlerinde güvenlik kuvvetlerimiz operasyonu sonuçlandırırlar. Çatışma bir buçuk kilometrekarelik alanda cereyan etti. Güvenlik kuvvetleri çatışma bölgesinde dokuz teröristin yaralı olduğunu kan izlerinden saptadı. Yedi sekiz terörist de sağ kaçmıştır. Olay üzerine savcıya haber verilip, otopsi yapılır, altı cenaze sahiplerine verilir. Geri kalanları da sahipsiz oldukları için gömülür. Operasyonun bu şekilde sonuçlandırılması karşısında ortaya atılan çeşitli iddialar gerçeği yansıtmamaktadır. Bu iddialar ortaya atılırken takvime basılması lazım. 17 Eylül Pazar günü Silopi’de alışveriş olmayan gündür. Gece 02.00’de hangi amaçla pazara gidilir? Gariptir. Silopi yoluyla çatışmanın olduğu yer ters istikamettedir. Güvenlik güçlerimiz çatışmanın olduğu gece bilinçli olarak pusuya yatmışlardır. Teröristler ise bunun istihbaratını alamadılar. Salı günü Silopi’de Kaymakamlık binasının taşlanması ve yürüyüş yapılarak slogan atılması hak arama olayı değildir. Özellikle Silopi’ye bazı kişilerin gelmesi istendi. Bunları özellikle tespit ettiğimiz için söylüyorum. Cenazelerin gömülmesi de bilinçli olarak geciktirilmiştir.
Dinleyenlerin yakından tanıdığı “davudi’ sesli Kozakçıoğlu, çok sinirlidir artık:
– Hak böyle aranmaz! Devletin resmi mercileri vardır. “Kahrolsun Türkiye” gibi sloganlarla hak aranmaz. Zaten devletin aleyhine slogan atılması, yürüyüş yapanların niyetini ve cenazeleri ne amaçla kullanmak istediklerini ortaya koyuyor. Devletin aleyhinde çalışanların onu ayarlaması, tertiplemiş olması lazım. Bu yürüyüşe katılanlar da hiçbir zaman devlete sevimli gözle bakmıyorlardır demektir!
Söz bitmişti artık. Koca Kozakçıoğlu bu açıklamayı yaptıktan sonra Derebaşı köylüsünü kim dinlerdi? “Üç gönüllü (!) kılavuzun ifadesi ileride kamuoyuna açıklanacaktır” demişti. Resmi açıklamalardan farklı bir şey olamazdı ifadelerde. Gazeteci çok sayıda çelişki saptar açıklamada. Silopi’de hareketliliğin baş döndürücü hızla devam etmesi yüzünden o gün zaman ayıramaz araştırmaya. Ama belli ki çok işi vardır Silopi’de. Daha önce izlediği olayların çoğuna birkaç gün ayırır, sonra insan hakları feryatlarının yükseldiği başka yerlere geçerdi. Ama bu kez Silopi’den kolay ayrılabileceğini sanmıyordu.
Kozakçıoğlu’nun açıklama yaptığı saatlerde Silopi bir kez daha ana baba gününe dönüyordu. Savcılığın önü kalabalıktı. Gösterilerde gözaltına alınan kırk kişi buradaydı ve ifadeleri alınıyordu. Saatler süren sorgudan sonra dokuz gösterici tutuklanıyordu. Tutuklananlardan ikisi ANAP Silopi İlçe Başkanı Ali Öktem’in akrabalarıydı.
SHP’nin nöbetçi milletvekili Adnan Ekmen hala bölgedeydi. Olayın üzerinden 5 gün geçmesine karşın gazeteciler gibi o da dinlenmeye fırsat bulamadan köylülerle, şehirlilerle sohbetlerine devam ediyordu.
Terörist beyaz gömlek giyer mi?
Adnan Ekmen, Bakan Aksu ve Vali Kozakçıoğlu’nun açıklamalarını “gerçeğin ortaya çıkmasını” engelleyici olarak görüyordu, O da açıklamalarda bazı çelişkiler saptamış ve altı “masum köylü”nün 02.00”den değil 10.30”da vurulduğunu iddia ediyordu.
Cesetleri gören köylüler ve eşyalarını teslim alan yakınlarını dinliyordu Ekmen. Sonra elini kahvenin muşamba kaplı alçak ahşap masasına vura vura konuşuyordu:
– Altı köylünün silahlı terörist olduğu açıklamaları gerçek dışıdır. Bir teröristin üzerinde beyaz gömlek olmaz. Boyalı ayakkabı olmaz. Sayın Bakan “Güvenlik kuvvetleri masum insanları niçin öldürsün” demektedir. Mantıklı soru. Bunun cevabı bizce malum, ama sorunun muhatabı katliamı yapanlardır.
Silopi şehir merkezi kaynayan kazan olmaya devam ediyordu. Olayla ilgili olarak bölgede inceleme ANAP’lı milletvekilleri Kemal Birlik, Nurettin Dilek ve Nurettin Yılmaz, haksızlığın ortadan kaldırılmaması halinde istifa sinyali veriyorlardı.
Mızrak çuvala sığmıyordu artık.
Gazeteci günü tamamladı. Diğer meslektaşları gibi, dinlenmek için yine Cizre’yi seçti. Hava kararır kararmaz otele attı kendini.
Günü ve öncesini yeniden değerlendirmeye, ertesi gün yapacaklarını not almaya başladı. Yapacak çok işi vardı. Saatler gece yansını gösteriyordu. Uykuya çekildi.
Sabahın ilk ışıklarıyla uyandı. Otel kentin en işlek meydanındaydı. Balkona çıktı. Güz serinliği hakimdi. Ortalıkta sadece Ortadoğu ‘ya mal taşıyan TIR’ların uğultusu vardı.
Silopi ‘ye doğru yola çıktı. Notlarının yanı sıra, kafasında bir sürü soru ve araştırma konusu vardı. Bunların tümünü resmi açıklamalardan biriktirmişti.
Aslında soru tekti: Öldürülen 6 Derebaşılı terörist mi, masum köylü mü?
Ama o kadar çok ayrıntı vardı ki …
Çok sevdiği alçak iskemlelerin birine kuruldu her zamanki kahvenin önünde. Çayı geldi. Yan masadan gelen otlu peynir ikramına pek sevindi.
Pek kimseyle sohbet etmek istemedi. Kısa bir mola vererek resmi mesainin başlamasını bekliyordu. Yapacak çok işi vardı.
Derebaşılı köylüleri buldu önce. Yeni bir gelişme yoktu. Siyasiler yavaş yavaş ayrılmaya başlamıştı, Adnan Ekmen hariç.
Kaymakam için “yok” demişlerdi.
Savcı duruşma için kent dışındaydı.
Yeni şeyler yapamayacaktı. Üzüleceğine sevindi. Kafasındaki soruların yanıtlarıyla ilgilenecekti.
PTT’ye gitti. Telefon yazdırdı. Gazeteye günlük raporunu verecekti. Sabah haber toplantısı öncesindeki rutin görüşme olacaktı.
Kulübesiz ankesörlerden birine bağladılar telefonunu. PTT gazeteci doluydu. Meraklı gözler PTT salonunda ve hattaki hışırtıda varlığını belli ediyorlardı. Bazı ayrıntıları atlayarak gazeteye bilgi veriyordu.
PTT’deki gazetecilerden biri de daha önce Cumhuriyet’te birlikte çalıştığı rahmetli Deniz Som’du. Lâflamaya başladılar. Deniz abisi pek keyifliydi. Birlikte gezdiler öğlene kadar. Silopi’nin yağlı yemeklerinden yediler. Bunları sindirmeye yarayacak sodaları da SHP’li bakkal Adnan Kayaalp ikram edecekti.
Deniz Som’un sinir eden gülüşü
Deniz abisi çok keyifli görünüyordu sabahtan beri. Ama sodayı içerken daha bir neşeli ve güleçti. Gazeteci’nin sinirlerini bozuyordu adeta.
Keyifli olacak ne vardı?!
Sordu, “Sonra anlatırım belki” yanıtını aldı. Tam sinirdi! Biraz sonra ayrıldılar.
Gün ikindi olunca yeniden kesişti yolları. Ne de olsa SiIopi bir avuç yerdi.
Gülümsemesi artıyordu Deniz Som’un. Gazeteci de sinirden gülümserneye başladı:
– Ya anlat, ya gülme abi!
“Bir haber yakaladım hepinizi atlattım. Kozakçıoğlu’nun açıklamasını dinlesen anlarsın neşemin kaynağını” deyiverdi Deniz abisi.
Anlamıştı sanki. “Nedir diye sormayacağım” dedi Gazeteci ve uzaklaştı mekândan.
Sakin bir yer buldu. Rengârenk Kürt giysileri için kumaş satan bir mağazaydı burası. Sahibiyle kentte volta atarken selamlaşmışlardı. Sıcacık karşılandı. Hemen çay söylendi.
Dosyasını çıkardı. Notlarını gözden geçirmeye başladı.
İki önemli konu vardı notlarda. Biri, Kozakçıoğlu’nun kılavuzları, diğeri Derebaşı’nda öldürülen dokuz kişinin otopsi raporundaki “ölü morluk ve katılığının oluşması zamanı”
Yanıtı günlerini alacak iki soru:
– Gönüllü kılavuzlar kimlerdi ve nasıl bir ifade vermişlerdi?
– Ölü morluk ve katılığı dokuz kişi için de aynı mıydı, otopsiyi yapan doktor kimdi?
Deniz Som hangisi için ipucu vermişti.
Önce sağlık ocağına gitti. Tek doktor vardı. Onunla görüştü, o yapmamıştı otopsiyi. “Kim yaptı” diye sordu, tedirgin doktordan yanıt alamadı.
Anlaşıldı bu çok kolay değildi. Tek sivil doktor yapmadığına göre otopsiyi askeri tabip yapmış olmalıydı.
Bu konudaki araştırmayı erteledi.
Akşam çökmek üzereydi.
Mağazadan çıktı. Bulunması gereken üç köylü vardı. Nasıl olacaktı bu. Bugüne kadar bununla ilgili hiçbir şey söylememişti Derebaşılılar.
Tekrar kahveye geçti. Derebaşılılar buradaydı. Bir bardak çayı hemen önünde buldu. Kozakçıoğlu’nun açıklamalarını özetledi köylülere ve sordu:
– Bölge Valisi o sabah köyünüzden üç kişinin gönüllü kılavuz olarak timler tarafından alındığını söyledi. Kim bu kılavuzlar?
– Bulabiliriz, yanıtına çok sevindi.
Köylülerden birinin refakatiyle kahveden ayrıldı.
Köylü, üç tanığın Hasan Beyan, Selim Oktay ve Hasan Adıyaman olduğunu anlattı. Şimdi onları bulmak için adımlarını hızlandırıyorlardı.
Hava kararmaya yüz tutmuştu. Silopi’de kalmayı göze alarak yürümeye devam etti köylüyle birlikte. Haber için zaman gittikçe daralıyordu. Haberi yetiştiremeyecekti.
Yetiştirse bile sadece şehir baskılarında yer alabilecekti.
Baktıkları hiçbir yerde yoktu üç köylü. DYP binasının önünden geçerken kılavuzlardan bir tanesine rastladılar.
Hemen binaya girdiler. Hasan Beyan DYP’lilerle sohbet ediyordu.
Tanıklar, Kozakçıoğlu’nu doğrulamaz
Bir umut haber belki yetişir diye bekletmeden sorusunu yöneltti Gazeteci:
– Siz olay sabahı askerlerin aldığı üç gönüllü kılavuzdan biri misiniz?
“Evet” dedi köylü.
Ses alma cihazının kırmızı ışığı yandı. Kayıt başlıyordu:
– Namusum ve şerefim üzerine, iki gözüm kör olsun ki size doğruları söyleyeceğim. Zaten savcıya da aynı ifadeyi verdim.
-Askerlerle gönüllü olarak mı gittiniz çatışma bölgesine?
– Ben gönüllü kılavuzluk yapmadım. Askerler beni ve iki arkadaşımı zorla aldı köyden. Olay yerine götürdüler.
– Öldürülen diğer altı köylüyle beraber mi gittiniz?
– Hayır. Ben aşağı mahalledenim, Sabah erken yukarı mahalleden bazı köylüler geldi. Bunlar meyvelerini satmaya gidiyorlardı. Bizim evin yanından geçtiler. Evin karşısındaki ağaçlıkta asker onları yakaladı. Arama yaptı. Bunlar öldürülen gençlerdi.
Cemalettin Beyan adlı bir köylü de onlarla beraberdi. Tek kolu olmadığı için onu geri gönderdiler.
– Konuştun mu Cemalettin’le?
– Evet. Askerlerin aralarında oğlunun da olduğu altı kişiyi götürdüğünü söyledi.
– Sonra ne oldu?
– O sırada askerler ikiye ayrıldılar. Bir bölümü köylülerle beraber gitti. Diğerleri bizim eve doğru geldiler. Bize “kalkın, aşağı inin” dediler. Beş kişiydik. Aramızda iki yaşlı vardı. Onları serbest bıraktılar. Beni, Selim’i ve Hasan’ı beraberlerinde götürdüler.
– Nereye gittiniz?
– Bize, köyün ilerisinde bir çatışma olduğunu, orada üç terörist öldürüldüğünü, kendilerini oraya götürmemizi istediler. Gittik.
– Olay yerinde ne gördünüz?
– Gittiğimizde orada bir askeri tim daha vardı. Bizim timin komutanıyla öpüştüler. Keşif yapıyorlardı. Ortada üç ceset vardı. Yakınlaşmamıza izin vermediler. Komutan askerlere bizi salıverip serbest bırakmalarını söyledi.
– Saat tam kaçtı?
– Dokuz.
– Sonra?
– Biz hemen döndük. O sırada diğer altı köylünün askerlerle birlikte karşı tepeye doğru tırmandıklarını gördük. Bir saat kadar sonra da o bölgeden tarama sesleri gelmeye başladı. Roketatar gürültüleri de duyduk.
– Bölge Valisi bir açıklama yaptı. Açıklamasında sizin gönüllü olarak askerlere yardım ettiğinizi ve bu konuda ifade verdiğinizi söyledi?
– Hayır, askerler bizi zorla götürdüler. Biz sadece savcıya ifade verdik ve ben sana anlattığımı söyledim savcıya da.
– Diğer iki arkadaşın nerede?
– Bilmiyorum.
– Bundan sonra ne yapacaksın?
– Saklanmam gerek!
Bomba gibi bir söyleşi olmuştu. Güneydoğunun muktedir valisi Kozakçıoğlu “nu doğrulamamıştı Hasan Beyan. Aksine gönüllü değil zorla götürüldüğünü ve sadece savcıya ifade verdiğini söylüyordu.
İlk kez böylesine somut bir yalanlama vardı ortada. Şimdi haberi Türkiye’ye okutmanın yolu bulunmalıydı.
Hava kararmıştı. Bol miktarda jeton aldı Gazeteci. Bir kulübe buldu ve ses cihazını kulağına dayayarak haberi merkeze yazdırmaya başladı.
Gazetedeki editörlerin olağanüstü çabasıyla haberi ertesi gün tüm Türkiye okudu:
“Ve tanık konuştu”
Saat henüz 19.00 olmasına karşın sokakta kimsecikler yok. Gazetecilerin tümü Cizre’ye geçmişti gecelemek için. Oysa bulunacak iki kılavuz köylü daha vardı.
Tereddüt yaşadı Gazeteci, ama canı kıymetliydi. Cizre’ye dönecekti.
Tam arabaya binerken diğer iki tanık geldi gazetecinin yanına. Kendilerini sorduklarını ve köylülerin onlara haber verdiklerini söylediler.
Konuşulacak en emin yer yine DYP binasıydı.
Oraya gittiler. Rahat rahat konuştular. Acelesi yoktu artık Gazeteci’nin. İlk haber verilmişti. Zaten bu yeni tanık anlatımları yetişmezdi yarınki baskıya.
Tekrar bastı ses alma cihazına, Bir saat kadar konuşuldu.
Saat 20.30 olmuştu.
Yarım saat kadar sonra otelin lobisindeydi. Tüm gazeteciler sohbet halinde günü değerlendiriyorlardı. Kendisini merak etmişlerdi. Deniz abisi de oradaydı. Bu kez sinir gülümseme Gazeteci’nin yüzündeydi.
Deniz abisi sordu:
– Buldun mu kılavuzları?
Şaşırmıştı ama keyfini bozmadı:
– Evet hepsini. Yarın okursun.
Bir şeyler atıştırdı. Odasına çıktı.
Eylül sonu olmasına karşın “Cizre dururken Allah cehennemi niye yarattı?” sorusunu haklı çıkaran bir sıcaklıktaydı. Hava kararmasına karşın esinti yoktu. Balkona geçti. Otelde satılmadığı için odasında bulundurduğu rakıdan alacağı bir kadeh iyi gelecekti. Bardak ve meyve istedi oda servisinden.
Kente hâkim tepede konuşlanan tank taburuna giden askeri araçları, kent meydanını yemlenmek için mesken tutan inekleri, E-24 karayolundan hızla yol alarak Ortadoğu’ya ulaşmak için Habur sınır kapısına doğru giden petrol tankerleri ve TIR’ları izlemeye başladı.
Kadehini doldurdu. Meyve tanelerine çatalını batırdı. Keyfi yerindeydi. Abisinin yardımıyla da olsa güzel bir iş çıkarmıştı. Şimdi diğer iki tanığın ses alma cihazındaki sözlerini deşifre edebilirdi.
Haber, 24 Eylül’de “iki tanık daha” başlığıyla Cumhuriyet” in manşetine oturacaktı.
Türkçeleri az olduğu için konuşmalarını Kürtçeden A.Y. çeviriyordu.
– Olayı nasıl gördünüz?
Önce Selim Oktay anlatmaya başladı:
– Gece saat 02.00 sıralarında silah sesleri duyduk. Karım yataktan fırlayıp bana “ne oluyor” diye sordu. “Bize ne” diyerek uykuya devam ettik. Sabah ezanıyla uyanıp namazımı kıldım. Bu sırada Cemalettin Beyan iki katırıyla birlikte köye doğru dönüyordu. Sebebini sordum. Askerlerin çocuğuyla birlikte altı köylüyü aldığını söyledi. Diğer katır da oğlunun yüklerinin olduğu katırdı.
– Ondan sonra?
– Tim geldi ve benimle beraber iki kişiyi daha alarak çatışma bölgesine götürdü.
– İsteyerek mi gittiniz?
– Zorla. Zaten bizim burada asker “gel” deyince mecburen gideceksin. İster gönüllü, ister zorunlu. Askerleri olay yerine götürdük. Orada üç ceset vardı. Askerler bunları ayrı ayrı ip bağlayarak çekiyorlardı. Uzaktan iple çekiyorlardı ki, cesetler mayınlanmışsa kendilerine zarar gelmesin.
– Saat kaçtı?
– Kolumda saat olmadığı için bilmiyorum. Bir süre orada bekledik. Sonra eve döndük.
– Eve dönerken ne gördünüz?
– Daha önce alınan altı genç askerlerle birlikte karşı tepedeydiler. Elleri enselerindeydi, güneşte bekletiliyorlardı. Sanki esir alınmışlardı. Bir süre sonra askerlerle birlikte tepeyi aştılar. Hemen ardından silah sesleri duyduk. Acaba gençleri mi vurdular, çatışma mı oldu? Bir şey göremiyorduk.
– Başka ne bilgiye sahipsiniz?
– Akşam saat 4-5 sıralarında muhtara telefon geldi askerden. Acele Silopi’ye çağırdılar. Muhtar akşam olduğu için gelemeyeceğini söyledi. Cip göndereceklerini söylediler.
(Derebaşı Köy Muhtarı Abdülkerim Beyan Silopi ‘ye geldiğinde altı köylünün cesedini teşhis etmişti. CM)
– Bizden başka bunları soran ya da ifadenizi alan oldu mu?
– Sadece savcıya ifade verdim. Aynen bunları anlattım,
– Askere ifade verdiniz mi?
– Hayır, sadece ANAP milletvekili Nurettin Yılmaz’a ifade verdim.
Konuşulması gereken bir tanık daha vardı: Hasan Afdıyaman. Ses alma cihazını ona doğru tuttu Gazeteci:
– A.Y.‘nin size tercümanlık yapmasını kabul ediyor musunuz?
– Evet. Ama ben ne devletten ne de diğerlerinden davacı değilim. Doğrusunu söylemezsem iki gözüm kör olsun.
– O gün ne oldu?
– Gece silah sesleriyle uyandım; önemsemedim. Sabah namaza kalktım. Ondan sonra aşağı indim. Yaya üç saat yolum vardı. Şehre sebze götürecektim. Yolda Cemalettin’i gördüm. Askerler oğlunu almıştı.
– Askerlere kılavuzluk mu etmek istediniz?
– Üçümüzü asker aldı.
– Nereye gittiniz?
– Olay yerine.
– Kendi rızanızla mı?
– Zorla. Yoksa ne işim var çatışma yerinde.
– Neler gördün orada?
– Üç ceset gördüm. Zaten askerler bize yolda söylemişti. Bir saat kadar orada bekledik. Askerlerin bazıları mevzideydi. Sonra bizi serbest bıraktılar.
– Cesetler nasıldı?
– Bir tanesinin gövdesi uçmuştu!
Gazeteci tüm tanıkları dinlemişti. Kozakçıoğlu’nu ayrıntıda bile olsa doğrulayan yoktu.
Olayla ilgili kuşkulan artmaya başladı.
Savcının asker sanıkları yargılama yetkisi yok!
Öldürülen altı kişinin “terörist değil, masum köylü” olduğunu iddia edenlerin soruşturmayla ilgili umutları artmıştı. Kozakçıoğlu’nun tanıkları(!) “devlet diliyle” konuşmamışlardı. Malum köylüler savcılığa başvurarak, çocuklarını öldüren askerlerin cezalandırılmasını istemişlerdi.
Bu durumda Gazeteci’nin araştırma sahası Silopi Savcılığı’ydı.
Her şey son derece gizli yürütülüyordu. Memurlar, kalem görevlileri ser veriyor sır vermiyordu, Tek kaynak Silopi Savcısı Ulvi Yüksel’di. Onu da önceki günlerde çok rahatsız etmişti Gazeteci.
Utana sıkıla odasının kapısını çaldı ve içeri girdi. “Yine mi geldin” der gibi tatlı bir gülümsemeyle selamladı Gazeteci’yi. Dertleşmeye başladı Gazeteci’yle:
– Söylemediğim şeyleri yazıyor bazı arkadaşlarınız. Moralim bozuluyor. Ben burada yasaların gereğini yerine getirmeye çalışıyorum. Bu şekilde zor durumda kalıyorum. Sen onlardan biri olsaydın “meşgulüm” diyerek odaya girdikten sonra iznini isterdim.
Umutlanmıştı Gazeteci. Bir şeyler elde edebilecekti görüşmeden. Soruşturmayı sordu. “Tamamlandı” yanıtını aldı.
Umut, heyecanla birleşmişti:
– Karar ne?
– Yetkisizlik kararı verdim. Bugün de izne ayrılıp Ankara ‘ya gideceğim. Şikâyetçi olunan sanıkların tümü asker. Ben onlarla ilgili fezleke düzenleyemem. Yürürlükteki Memurin Muhakematı Kanunu, ilk etapta yargılanmalarına engel. Dosyayı Silopi Kaymakamlığı’na devrettim. Onlar İlçe İdare Kurulu’na gönderecekler. İlçe İdare Kurulu’ndan çıkacak karara göre yargılanıp yargılanmayacakları belli olacak.
Bu açıklama bölgenin acı gerçeğiydi. Güvenlik güçleri ne yaparsa yapsın, ilk etapta bağımsız yargı tarafından yargılanamıyorlardı. Devlet bu yüzden, ulusal ve uluslararası kuruluşların ciddi eleştirilerine muhatap oluyordu.
Savcının kısa açıklamasıyla olay aleniyet kazanmıştı artık. Gazeteci kararın bir kopyasını alıp alamayacağını sordu.
Savcı gülümseyerek reddetti:
– Kararı bizzat kendi odamda, kendi daktilomla kâtibe yazdırdım. İki kopyaydı. Bir kopyası bende, diğer kopyası Kaymakamlığa gitti.
Daha fazla ısrar edemeyen Gazeteci, teşekkür edip odadan ayrıldı. Artık Savcı Yüksel de yoktu. İzne ayrılıyordu. Devletin tek gülen yüzü de gidince iş zorlaşıyordu.
Haber için gerekli veriler tamamdı. Ama daha kapsamlı haber için karara ulaşmalıydı. Gerekçe ve suç tanımı önemliydi. Nereden bulacaktı kararı?
22 Eylül Cuma günüydü. Araya hafta sonu tatili girecek, kimse olmayacaktı devlet dairelerinde.
Saat erken olmasına karşın Silopi’yi terk etti.
İstikamet Cizre’ydi. Köylülerin yeni avukatı, daha sonra Türkiye’nin yakından tanıyacağı Orhan Doğan’dı. Yardımsever, neşeli, hayat dolu bu avukat, yıllardır Gazeteci’nin “en güvendiği haber kaynağı”ydı. Bir kez olsun kendisini yanıltmamıştı.
Söyleyeceklerini ezbere yazacak kadar güveniyordu.
Orhan Doğan’a gitti. Evde konuk edildi. Defalarca gittiği bu evde, avukatın rahmetli babası Yusuf Amca’nın da eşlik ettiği yer sofrasına buyur edildi. Hızla kurulan sofrada, çay bardağında servis edilen rakılar da yerini aldı. Sohbet başladı.
Savcıyla yaptığı görüşmeyi anlattı Gazeteci.
Yetkisizlik karandan haberi olmuştu Doğan’ın. Suç işledikleri öne sürülen askerlerin bağımsız yargıdan kaçırıldığını, buna öfke duyduğunu söyledi Doğan:
– Bundan sonraki soruşturmadan kuşku duyuyorum. Bir beklentimiz yok. Ama mücadelemizi sürdüreceğiz. Düşünsene dosyaya İlçe İdare Kurulu karar verecek. Burada kim var biliyor musun? Jandarma bölük komutanı da bu kurulun üyesi!
Gazeteci’nin aklı fikri karan aslındaydı. En azından karan bir fotokopisini elde edip edemeyeceğini sordu avukata.
Avukat pek umut vermedi.
Güneş batmadan başlayan sohbet, herkes yorgun olduğu için erken bitti.
Arabasına atlayan Gazeteci biraz Cizre’yi turladı. Hava çok sıcaktı. Dicle kenarına indi. Az da olsa esiyordu burası. Suriye köylerinin cılız ışıldan vardı karşıda. Bir çay bahçesine oturdu. Çocukluğundan beri çok severdi alçak iskemleleri. Biraz da olsa esiyordu burası. Dinlendi.
Otele döndüğünde 22.00 sularıydı. Resepsiyona yöneldi, odanın anahtarını alacaktı. Görevli kendisine bırakılan bir zarf uzattı.
Üzerinde hiçbir şey yazmayan sarı bir zarftı.
Odaya çıktı. Zarfı açtı. İnanamadı. Zarfta Silopi Savcılığı’nın karan vardı. Nasıl olurdu? İki kopyaydı sadece ve elde edilmesi olanaksızdı.
O gün doğum günüydü Gazeteci’nin. Daha anlamlı bir hediye alamazdı.
Görev Gereği Adam Öldürmüşler!
Stresli günleri, iş anlamında keyifli hale gelmişti. Odanın sıcaklığı keyfini bozsun istemedi. Yine balkona geçti. Savcı Ulvi Yüksel imzalı kararı okumaya başladı.
Bir kamu davası olarak yürümüştü soruşturma. Ölenler sıralanıyordu önce: Fevzi Beyaz, Reşit Eren, Üzeyir Erzik, Abbas Çiğdem, Sadun Beyan, Münir Aydın ve kimliği belirlenemeyen üç kişi.
Sanıkların adı yazılmamış, “Kayseri Hava İndirme Tugayı, 1. Hava İndirme Taburu, 2. Bölükte görevli olup, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği emrine verilerek Silopi Kösrali köyünde konuşlanan rütbeli, erbaş ve erler” şeklinde tanımlanmıştı. Kaç kişi oldukları belli değildi.
Suç tanımını okurken dehşete kapıldı:
– Görevin ifası sırasında, görev gereği adam öldürmek!
Yüksel kararında soruşturmayı da özetliyordu:
“Olay tarihinde görevli askerlerin teröristlerle gece 02.00’ de giriştikleri silahlı çatışma neticesinde dokuz terörist öldürdüklerini, sabah savcılığımıza yapılan ihbar üzerine olay mahalline gidilip gerekli tespitler yapılmış ve bilahare cesetler üzerinde gerekli ölü muayene yapılarak, ilk altı sıradaki maktullerin Silopi’nin Derebaşı köyünde oturdukları tespit edilmiş, diğer şahısların ise kimliklerinin tespiti mümkün olamamıştır. Olaydan bir gün sonra Derebaşı Köyü Muhtarı Abdülkerim Beyan, Savcılığımıza verdiği dilekçe ile köylerinden altı kişinin yol gösterme bahanesiyle kendi köylerinden alınıp sabahleyin götürüldüklerini, daha sonra Deştik mevkiinde silahla taranarak öldürüldüklerini belirterek şikayetçi olmuş, gerek cesetlerin aileleri, gerekse köy muhtarı ve şahısların köyden götürüldüklerine dair tanıkların ifadesi alınmış, şahısların sabah 06.00 sıralarında köyden askerler tarafından götürüldükleri ifade sahiplerince belirtilmişse de; dokuz maktulün güvenlik kuvvetlerince öldürüldüğü konusunda ihtilaf yoktur.”
Bu saptamaları yapıp olayı özetleyen Savcı, kararını şöyle tamamlıyordu:
“Bu nedenle Olağanüstü Hal Bölge Valiliği emrindeki sanıkların maktulleri öldürme şeklinin değerlendirilmesi, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği İhdası Hakkındaki Kanun Hükmünde Kararname’nin 4/1 maddesi uyarınca görevlilerin bu kanundan doğan görevlerini ifası sırasında işledikleri suçlardan dolayı Memurin Muhakematı Kanunu hükümlerine tabi olduklanna dair amir hüküm uyanca değerlendirme yapma yetkisi ilçe İdare Kurulu’na ait olduğundan Savcılığımızın görevsizliğine, gereğinin takdir ve ifası, iddiaların değerlendirilmesi açısından evrakın görevli Silopi İlçe İdare Kurulu’na tevdi edilmek üzere Silopi Savcılığı’na gönderilmesine karar verildi.
İpe un serilmiş, soruşturma uzun ince bir yola sevk edilmişti. Öldürülenler öldüğüyle kalmıştı. Köylülerin hakkını kim s avunacaktı?
“Doğum günü hediyesi”ni kimin ve nasıl verdiğinin merakı vardı Gazeteci’de.
Tahmini vardı ve ertesi gün Silopi’de rastladığı Orhan Doğan yanıltmadı onu:
– Kararı hemen öğrendik. Özal’ın meşhur bir lafı var: “Benim memurum işini bilir!” Ufak bir hediyeyle işi bitirdim. Gerçekten karar sadece 2 kopya düzenlenmişti. Ama bu iki kopya için kâğıtların arasına karbon kâğıdı konulması gerekliydi. Aradaki karbon kâğıdı unutulmuştu. Onu bulduk. Bir yöntemle kâğıda aktardık. Bir ozalitini de sana bıraktım.
Ankara Derman Değil •••
Haber Cumhuriyet’te yayınlanınca Ankara kaynamaya başlar. Bu kadar gürültü boşuna mıydı? Olay açığa çıkmayacak mıydı?
ANAP, SHP ve DYP heyetleri neredeyse bir hafta Silopi’de incelemelerde bulundular. Yaklaşık 15 milletvekili köylüleri, tanıkları dinledi. Onlara suçluların cezalandırılması için çaba göstereceklerini söylediler. Kararlıydılar.
Hepsi Ankara’ya dönüşünde raporlarını yazdı. “İddiaların güçlü olduğu” vurgulanıyordu raporlarda. Buna karşın üç parti bir araya gelerek konuyu ortak şekilde ele almıyordu.
Bunun üzerine SHP Meclis araştırması istedi. Ancak bir türlü gündeme almadı TBMM Başkanı Yıldırım Akbulut.
DYP ise bir bildiri yayınlayarak, olayın bir an önce açıklığa kavuşturulmasını istedi ve ANAP hükümetini bölgeye gitmeye çağırdı, Bildiriyi eski Sağlık Bakanı milletvekili Vefa Tanır okuyordu:
– Rahat burası, işte biz geldik, gezdik. Korkmadan hükümet de gelip gezsin. En azından vatandaşa moral ve cesaret verir.
Fırtına, iktidar partisi ANAP’ta kopuyordu. Bölgeyi gezen milletvekilleri raporlarını Başbakan Özal ve İçişleri Bakanı Aksu’ya iletiyorlardı. Ancak aldıkları yanıtlar geçiştiriciydi. Oysa yurttaşa söz vermişlerdi. Ya olayı açıklığa kavuşturacaklar ya da istifa edeceklerdi!
Ne olay açıklığa kavuştu, ne üç ANAP’lı milletvekili istifa etti. Egemen devlet anlayışını kimse yıkamıyordu!’ Görünen ve görünmeyen devlet, suçu sabit de olsa kurban vermeye niyetli değildi.
Göz boyama soruşturmalara devam…
Milletvekillerinin girişimleri ve savcılık soruşturmasından bir sonuç alınamayınca bölgede tansiyon yükseliyordu. Türk ve dünya kamuoyu olayı dilinden düşürmüyordu. Haber her gün manşetlerdeydi.
Ahalinin gazını almak gerekiyor.
Olağanüstü Hal Bölge Valiliği, tüm soruşturmalardan ayrı olarak yeni bir idari soruşturma başlattığını açıkladı. Komikti; soruşturmayı iki subay yapacaktı.
Subaylar, Silopi İlçe Jandarma Taburu’na üs kurdular. Muhtar ve köylüleri dinleyeceklerdi. Köylüler tabura çağrıldı. Neredeyse tamamı Türkçe bilmiyordu. Kürtçe konuşuyorlardı. Bir tercüman lazımdı. Kolayı seçildi. Bu da askerlerden seçildi. Subaylar soru soracak, emrindeki asker çevirecekti!
Gazeteci taburun dışında bekliyordu. On beş köylü teker teker çıkıyordu. Anlatımlan ortaktı:
– Bir asker tercüme, bir polis de kâtiplik yapıyordu. Sorulan binbaşı soruyordu. Önce bizi dinliyordu, sonra daktilo çalışıyordu. Bazen söylemediklerimiz şeyler yazılıyordu. İtiraz ediyorduk.
Kâğıtları uzattılar bize. Okuma yazmamız olmadığı halde imzalattılar. Bu kâğıtlarda tam ne yazıyor bilmiyoruz. Ama biz savcıya verdiğimiz ifadenin aynısını verdik. Başka bir şey yazdılarsa kabul etmeyiz!
Köylülerden sonra sanık askerlerin de ifadesi alınıyordu, ancak bilgi sızmıyordu. Edinilen tek bilgi sanıkların bir astsubay ve 12 er ve erbaştan oluştuğuydu. Yani katliamla suçlanan asker sayısı 13’tü.
Türkiye 1989’ da demokrasi talepleri ve insan haklan ihlalleriyle çalkalanıyordu. Özal, bu konuda derin devlete ve 12 Eylül darbecisi Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e teslim olmuştu.
Bu göz boyama soruşturmanın haberi ertesi günkü Cumhuriyet’te manşetteydi.
“Demokrasi karnesi” başlıklı manşeti beş haber paylaşıyordu.
– Köylüye asker tercüman.
– 15 yaşındaki M.Ç.‘ye istenen 15 yıl hapis cezası,
– İslamcı Urfa belediye Başkanı İbrahim Halil Çelik’in 12 yıl hapis istemiyle yargılanması,
– 88 yaşındaki TBKP’li Mehmet Bozışık’ın nasıl siyasi suçlu olduğu,
– Gözaltındaki sanıklara avukatlarıyla görüşme engeli.
“Eksik otopsi”de Askeri Doktor imzası var!
“Derebaşı olayında çok karanlık nokta vardı. Gazeteci bunları aydınlatmakla geçiriyordu vaktini. Cumhuriyet, her gün olayın yeni bir boyutunu, tartışmaları, ortaya çıkan gerçekleri ve açıklamaları haberleştirmeye devam ediyordu. Bu, bölgeden muhabirIerini çeken gazeteleri yeniden harekete geçiriyordu. İstanbul’a dönenlerin yerine yenileri, Diyarbakır’da bekleyenler hemen Silopi ‘ye geliyorlardı.
Bunlardan biri de Günaydın Gazetesi’nden Nebil Özgentürk’tü. Aynı gazeteden arkadaşı Adil Balı ile birlikte gelmişti.
Silopi’ye yeniden dönen Özgentürk’Ie Gazeteci’nin yolu, gazetecilerin uğrak yeri PTT’de kesişti yeniden. Nebil, gazetenin merkeziyle görüşüyor, vardığını bildiriyordu. Bu sırada başka bir açık ankesörlü telefonda bir asteğmen ailesiyle “sıla” hasreti gideriyordu. Bölgenin malum tedirginliğinden dolayı, hattaki yakınını sakinleştiriyordu asteğmen.
Nebil’le aynı anda bitirdiler konuşmalarını. Nebil’le Gazeteci, asteğmenle ayaküstü sohbete başladılar. Asteğmen fazla konuşmak istemiyordu ama Nebil’in espirili tavrı sohbetin bitmesini engelliyordu. Bu sırada sözü, günün moda konusu Derebaşı’na getirdi Gazeteci. Asteğmen “tam haberIik” şeyler anlatıyordu laf arasında. Bir soru üzerine de, otopsiyi kimin yaptığını kaçırıyordu ağzından.
Silopi olayının en karanlık noktası, dokuz olarak açıklanan “ölü ele geçirilen teröristlerin” ölüm saatinde düğümleniyordu. Resmi açıklamalara göre PKK’lılar gece 02.00’de öldürülmüştü. Oysa Derebaşılılar, çocuklanın sabah alındığını ve olaydan altı, yedi saat sonra öldürüldüklerini iddia ediyorlardı. Kıyamet de buradan kopmuştu.
Aslında bunu saptamak çok basitti ve sadece otopsiye bakardı. Çünkü “ölü morluk ve katılığı” zamanında yapılan bir otopside hemen ortaya çıkardı.
Otopsi yapılmıştı aslında. Avukatların ısrarına karşın açıklanmıyordu. Yine avukatların İkinci otopsi isteği gerekçesiz reddediliyordu. Bu durumda otopsiyi yapan doktorla konuşmak çok şeyi aydınlatabilirdi.
Gazetecilerin otopsiyi yapan askeri doktor Asteğmen Yücel Evci’nin adını öğrendiklerinde saat 16.00 sularıydı. Havanın kararmasına üç saat vardı. Dr. Yücel Evci, Türkiye-Irak-Suriye sınırı üçgeninde bulunan Kavaközü Jandarma Bölük Komutanlığı’nda görevliydi. Kavaközü Köyü iki saat kadar bir mesafedeydi. Her şey yolunda giderse gece olmadan dönebilirlerdi.
Önce senaryo yazmak gerekiyordu. Bir gazetecinin elini kolunu sallaya sallaya sınıra gitmesi hele burada bir subayla görüşmesi başarısızlıkla sonuçlanabilirdi. Yolda düşüneceklerdi.
Yola çıktıklarında saat 16.30 olmuştu. Eldeki veriler masaya yatırıldı. Sohbet sırasında Dr. Yücel Evci’nin Ege Tıp mezunu bir İzmirli olduğunu öğrenmişlerdi. Nebil mesleğe İzmir’de başlamıştı. Hafızasını zorlamaya başladı. Sonunda genç bir doktor arkadaşının adı geldi aklına. Ama o doktoru asteğmenin tanıyıp tanımadığından emin değildi. O’nun selamını getirme bahanesiyle ziyaret edilecekti Yücel Evci. Fazla seçenekleri yoktu.
Nizamiyeye vardıklarında hava kararmaya yüz tutmuştu. Görevli askere, İzmir’den (!) geldiklerini söyleyerek asteğmeni ziyaret taleplerini ilettiler.
Kısa bir beklemeden sonra içeri buyur edildiler. Hava serindi. Kamelyada oturan bir grup astsubay vardı. Az sonra Yücel Evci geldi. Diğer astsubaylar hemen kalkarak konuklarıyla baş başa bıraktılar asteğmeni.
Tanışma faslından sonra gerçek geliş nedenlerini anlattı gazeteciler. Otopsiyi kendisinin yaptığını öğrendiklerini, yapacağı açıklamaları adını gizleyerek yayınlayacaklarını söylediler.
Terhisine üç ay vardı. Çok korkmuştu. Söyleyecekleri hayatını karartabilirdi.
Gerçeğin ortaya çıkmasına yardımı olacağı için insanlığa hizmet edeceğini, olayın aydınlanmasına katkısının büyük olacağını söylediler. Komutanından İzin alarak gazetecilerle E-24 karayolundaki bir TIR lokantasında buluşmayı kabul etti. Sohbet sürerken en önemli sorunun yanıtını da vermişti aslında.
Gazeteciler sordu, Dr. Evci yanıtladı.
– Üç PKK’lı ile altı köylünün ölüm saatleri aynı mı?
– Hayır.
– Ölüm saatleri arasında ne kadar zaman fark var?
– Hatırlamıyorum.
– Bunu otopsi raporuna geçirdiniz mi?
– Unuttum, inanın.
Bu yanıtlar bir sis perdesini daha aralamıştı.
Gazeteciler ve asteğmen tam kalkıyorlardı ki, bölük komutanı üsteğmenin geleceği tuttu. Üsteğmen Gazeteci’yi tanıdı. Günlerdir Silopi’ deydi Gazeteci. Sonuçta on, on
iki bin nüfuslu bir yerdi Silopi.
Kısa bir selamlaşmadan sonra Gazeteci’ye sordu:
– Siz daha gitmediniz mi ya?
Bir çuval inciri berbat etmişti üsteğmen.
Yalanı sürdürdü gazeteciler:
– İzmir’den geliyoruz. İhracatçıyız. TIR’Iarımız Habur’da bekliyor. Asteğmene de ailesinden selam getirdik.
Yutmadı tabii. Yutar gibi görünerek ayrıldı.
Doktor Yücel’in korkusu paniğe dönüşmüştü. “Sivilleri giymesine daha üç ay olduğunu, bu nedenle gazetecilerle konuşmamasının daha hayırlı olacağını” söyledi ve ekledi:
– Ben sizinle gelmeyeceğim. Lütfen gidin!
Bu kez korku gazetecileri sarmıştı. Hava İyice kararmıştı. Gazeteci oldukları ortaya çıkmıştı. Çaresiz gerisin geriye döneceklerdi, kör karanlık sınır yolundan Silopi’ye.
Ortaya çıkan bu gelişmenin gazetelerde yer alması yeni bir boyuta taşıyordu Derebaşı olayını.
Köylülerin avukatı Orhan Doğan ortaya çıkan bu gerçek karşısında tepkiliydi, Olayın gazetelerde yer almasından sonra bir kez daha otopsi raporunu istiyordu. Yine vermiyorlardı.
Kiminle konuşsa kapılar duvardı. Sır gibi saklanan otopsi raporunu alamayınca savcılığa yeni otopsi talebini tekrarlıyordu. Yine kabul edilmiyordu.
Köylüler perdesini aşmış, her türlü baskıyı göze alarak çocuklanın katillerinin bulunmasını istiyorlardı. Avukatları gibi onlara da kapı duvardı. Devlet yetkililerinin kıh kıpırdamıyordu gerçeğin ortaya çıkması için.
Kozakçıoğlu’nu yalanlayan üç tanığın ortaya çıkması, soruşturmanın bağımsız yargıdan alınması ve otopsiyi yapan askeri doktorun üç ve altı kişinin ölüm zamanını rapora yansıtmaması gerginliğin azalmamasına neden oluyordu.
ANAP’ın Doğulu milletvekilleri bir kez daha Başbakanları Özal’a çıkıyorlardı. Kimse kabullenmek istemiyordu olayın üstünün örtülmesini. Özal yine yatıştırmayı başarıyordu vekilleri:
– Gerçeğin ortaya çıkması için çalışacağım.
Peki, neyi bekliyordu “gerçeğin ortaya çıkmasının önündeki engelleri” kaldırmak için? Bunu bilen yoktu.
Bu kez milletvekillerinin yanından Bölge Valisi’ni arar, talimat verir Özal;
– Bu olayın soruşturması ne aşamada? Süratle gerçeği ortaya çıkaralım.
Yarım saatlik görüşmenin içeriğini Kemal Birlik anlatıyordu Gazeteci’ye. “Olayı sadece bölge milletvekillerinin sahiplenmesinin yeterli ses getirmediğini ve her bölgeden ve her partiden çok sayıda milletvekilinin gözlemci olarak bölgeye gitmesinin gerçeği ortaya çıkaracağını” söylüyordu ısrarla. Ama bu dileği asla gerçekleşmeyecekti.
“Katledilen köylülerle ilgili gerçek ortaya çıksın” diye bekliyordu kamuoyu.
Sürüncemede kaldıkça köylülerin acısı artıyor, güvenlik güçleri katil diye suçlanmak durumunda kalıyordu.
Ölen altı köylü, nasıl “terörist sanık” oldu?
İdareye devrettiği ilk soruşturmada öldürülen altı köylü için “maktul”, diğer üç PKK’lı için “terörist” tanımlarını kullanan Silopi Savcılığı bu kez olayla ilgili yeni bir soruşturma açıyordu. Derebaşı’nda ölen dokuz kişi de ayrım yapılmadan “terörist sanık” diye tanımlanıyordu. Suçlan, “güvenlik güçleriyle silahlı çatışmaya girmek, yasadışı örgüt üyesi olmak ve devletin egemenliği altındaki toprakların bir kısmını ayırmak… “ olarak anlatılıyordu. Bu kez “görevsizlik” karan veriliyor ve dosya Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne gönderiliyordu. Altı köylü “idam”la yargılanacaktı!
İdareye devredilen soruşturma, Silopi Kaymakamlığında hiçbir işlem görmeden Mardin İl İdare Kurulu’na gönderiliyor ve burada ele alınıyordu. Vali Aykut Ozan başkanlığındaki kurul, “sanık güvenlik görevlilerinin yargılanmasına gerek yoktur” anlamına gelen “men-i muhakeme” kararı veriyordu. Danıştay, Silopi atlandığı için aylar sonra karan bozuyor, ancak sonuç yine değişmiyordu.
Kim ne derse desin, tanıklar ne anlatırsa anlatsın, kamuoyu neye inanırsa inansın, milletvekilleri istediği kadar ter döksün… Devlet kurban vermemeye, suç işlese bile güvenlik kuvvetlerini yargılamamaya kararlıydı.
(Dosya tarihin tozlu raflarına kaldırıldı. Ölen öldüğüyle, köylüler savlarıyla, güvenlik kuvvetleri kamuoyu nezdinde “suçludur” damgasıyla ortada kaldı. Derebaşı köylülerinin tamamı göç etti. 22 Eylül2015 CM)
Kozakçıoğlu’nu Yalanlamak Bedel İster…
Silopi’deki onuncu gününde, avukat Orhan Doğan’Ia buluştu Gazeteci.
Tam o sırada Kozakçıoğlu’nu yalanlayan üç tanıktan biri olan Hasan Beyan geldi yanlarına. Yeniden korku kaplamıştı Hasan’ı. Zaten Gazeteci‘yle konuştuktan sonra gizlenmiş ve ortalıkta görünmemişti diğer iki köylüsü gibi.
Şimdi ise askerin kendisini ve diğer iki arkadaşını aradığını anlattı. Oysa sabah bir kez daha ifadeye gitmişlerdi:
– Sabah jandarmaya gittik. Önce iki arkadaşım ifade verdi. Serbest bıraktılar. Benim de ifademi alan binbaşı kapıya çıkarak astsubaya bir şeyler söylemeye başladı.
– Keşke bırakmayıp biraz daha gözaltında mı tutsaydık?
– Komutanım isterseniz yine çağırıp tutalım burada.
Binbaşının “olur” sesi paniğini arttırdı Hasan’ın. Ardından emir geldi Hasan’a. Tonu dostça değildi:
– Git, iki arkadaşını bul ve yeniden gelin!
“Emir demiri kesiyor”du burada; hele jandarmadansa. Avukatına danıştı Hasan ve kısa bir değerlendirmeden sonra ayrıldı.
Gittiler. Tam 24 saat gözaltında kaldılar. Gözdağı vermişlerdi. Yine okuyamadıkları Türkçe ifadeleri imzaladılar, (Binbaşı, Kozakçıoğlu’nun emriyle açılan idari soruşturmayı sürdüren subayın ta kendisiydi. CM)
Gözdağı ve baskı bitmek bilmiyordu. Birkaç gün sonra da askerler tarafından öldürülen köylü Münir Beyan’ın babası Cemalettin Beyan gözaltına alındı. Muhtar zaten sürekli gözaltına alınıp bırakılmaktan bıkmıştı.
Derebaşı, on kadın, beş çocuğa emanet
Normal hayatlarına dönemiyorlardı köylüler. İşlerinden olmuşlardı. Meyveleri ağaçta kurumuş, çürümüştü. Zaten yoksuldular.
Özel tim ve asker çekilmişti köyün çevresinden. Gazeteci için köyü görmenin zamanı gelmişti.
Gitti ve izlenimlerini yazdı:
“Cudi Dağı’nın zirvelerinden süzülen kar sulanın aktığı irili ufaklı birkaç dere üzerine kurulu menfezleri aşa aşa ilerliyoruz. Dağın yamacında, üst üste oturtulmuş gibi duran iki ayrı yerleşim birimi var karşımızda. Altta duranı, Aşağımahalle mezrası.
On, on iki evden oluşuyor. Yeşillikler arasındaki mezrada ortalıkta kimseler görünmüyor. Şoförümüz Kürtçe sesleniyor gür sesiyle:
– Kes nalvedere? (Kimse yok mu?)
Ürkek, yaşadığı korku gözlerinden okunan iki çocuk demir korkuluklu pencerenin arasından başını uzatıyor. ‘Ne oluyor’? diye soran annelerine yanıt veriyorlar:
– Kasteci dadey! (Gazeteci bunlar anne.)
Bir anda kerpiç evin toprak damında bir iki kadın beliriyor. Derken, içlerinde tek yetişkin erkek bulunmayan on, on beş kişiye yükseliyor bizi karşılayanların sayısı.
Yol Aşağımahalle’ye kadar geliyor. Arabayı park edip patikalardan Derebaşı’na doğru yol alıyoruz. Zirveye yaklaştıkça Cudi’nin “insanın içini ürperten gizi’ni soluyoruz.
Ve Derebaşı görünüyor.
Elli kadar kerpiç evin arasından ilk göze batanı tam önümüzde duruyor. Köyün tek beton binası. Burası, bir ‘Türkiye Cumhuriyeti – Milli Eğitim Bakanlığı – Derebaşı Köyü İlkokulu.
Türkiye’de okullar açık olmasına karşın, ne zil sesi, ne çocuk cıvıltısı var burada. Kilidi bozuk kapı açılmasın diye, koca bir kaya dayanmış önüne.
Okuldan sonra birbiri ardına dizilmiş meyve bahçelerinden geçiyoruz. Armutlar, narlar dallardan sarkmış, pazara götürülmeyi bekliyor.
Derebaşı’nın ortasındayız. Birkaç çocuk çevreliyor bizi. “Babalarınız nerede” diye soruyoruz. “Silopide” diyorlar.
Köyü geziyoruz. Elli beş hanenin sadece birinde yaşam belirtisi var. Çocuklarla oraya doğru yöneliyoruz, Köy içinden de akan minik dereciklerin üzerinden atlayarak varıyoruz eve.
Alt katı ahır. Kesif bir tezek kokusu var çevresinde. Koyunlar, tavuklar, merkepler bir arada.
Asma ahşap merdivenden üst kata tırmanıyoruz. Geniş sahanlıkta kadınlar ağıt yakıyor, dövünüyor gidenlerin ardından.
Ev, askerler tarafından öldürülen Abbas’ın evi. Annesi Azize, Abbas’ından geriye kalan dört yetimini kucaklamış ağlamayı sürdürüyor. Tam altı gün olmuş, dinmemiş gözyaşı. Komşu köylerden, Silopi’den gelen akraba kadınlar, başsağlığı diliyorlar.
Konuşmak için yaklaşıyoruz Azize anaya. İzin istiyoruz. Ifadesiz YÜZÜndeki gözleriyle “evet” diyor.
Az da olsa Türkçe bilen çocukların yardımıyla soruyoruz:
– Oğlun PKK’lı mıydı?
– Hayır. Oğlum askerler tarafından götürülmeden bir saat öncesine kadar yanımızdaydı. Eğer bir saat içinde terörist olup askerle çatıştıysa bilemem!
– Oğlun o gün nereye gitmek üzere ayrıldı evden?
– Bahçemizden narları, armutları ve sebzeyi katıra yükledi. Silopi’ye satmaya götürmek üzere evden ayrıldı. Ertesi gün ölüsünü verdi asker muhtara. Onu öldürenlerin çocuğu yok mu? Hiç mi Allah’tan korkmuyorlar? Kolları kopar inşallah!
Sahanlığın bir köşesinde başı önde sessiz bir kadın dikkatimizi çekiyordu. Acının bir başka türlüsünü içine ata ata köşede bekliyordu.
Sarıya Çiğdem’di bu. Abbas’la sekiz yıldır bir yastığa baş koymuştu. Sekiz yılda en küçüğü iki, en büyüğü yedi yaşında 4 erkek vermişti Abbas’ına. Yedi aylık da hamileydi şimdi. Abbas’ın onurunu “beşinci erkek çocuğu doğurarak” yüceltecekti belki de.
Gözleri şişmiş, göz pınarları kurumuştu. İç çekiyordu sessizce. Çocuklarından bile uzakta bir köşede durmayı yeğlemişti.
Kimseyle konuşmuyordu. Sadece başsağlığına gelenlere ‘xudeşterazibi’ (Allah razı olsun) sözcüğü duyulmuştu ağzından.
Bize söyleyecek bir şeyleri vardı mutlaka. Ama gücü olmadığı belliydi. Sabırla bekledik karşısına oturarak:
– Kocanızı niye vurdu askerler?
– Bilmediğim tek şey onu niye vurdukları. Tek derdi bizi kimseye muhtaç olmadan doyurmaktı,
– Ne zaman öğrendiniz?
– Bir gün geçtikten sonra sabah bize muhtar haber verdi. , Oysa biz onun pazardan kazanacağı parayla alacağı şeylerle birlikte evine gelmesini bekliyorduk.
– Kim öldürdü onu?
– Asker. Şimdi ‘kim vurduya’ mı gidecek kocam? Katilleri kim? Belli değil mi? Niye beş masum komşumuzu daha öldürdüler.
– Ne yapacaksınız?
– Davacıyım. Kocamı kimin öldürdüğünü öğrenmeden ve katilleri cezalandırılmadan içim rahat etmeyecek.
Kimi ağlayan, kimi dua, kimi Kur’an okuyan avludaki diğer kadınlar da giriyor konuşmamıza:
– Öldürülen diğer altı köylü terörist değil, bizim insanlarımız, akrabalarımız, komşumuz. Askerle çatışma diye bir şey yok. Götürülüp öldürüldüler!
Derebaşılı kadınlar kocalarını, çocuklar babalarını bekler. Dört yüz nüfus, akli dengesi yerinde olmayan bir yaşlı erkek, on kadar kadın ve on beş çocuğa emanet.
Cudi’nin patika yollan bu kez dönüş için bekler bizi. İn, cin top oynuyor çevrede. Muhteşem manzara insansız haliyle ürkütüyor. Köyde kalanlar eve hapsolmuş, erkekler olayın peşinde koşmak için Silopi’yi mesken tutmuş.
Arabamıza varıp hareket ediyoruz. Kırk beş dakika sürecek yirmi iki kilomerrelik Silopi yoluna çıkiyoruz. Bunun sadece son altı kilometresi asfalt.
Köyün çevresindeki asker ve özel tim ablukası kalkmış. Silopi’ye varana kadar tek üniformalı görmüyoruz.
Şoförümüze soruyoruz. Hiç asker görmedik, ‘Rambo’ lakaplı özel timler de görünürde yok:
– Nerede bunlar?
‘Bunda bilemeyecek ne var’ edası takınarak alaycı bir sesle yanıtlıyor:
– Kent içinde gazeteci dövmekten fırsat kalırsa, dağlarda görürsünüz onları.”
“Kıbrıs gaziliği”nden “vatan hainliği”ne
Derebaşı köyü yakınlarında yaşanan olayın üzerinden tam dokuz gün geçmişti. O güne kadar çok sayıda milletvekili ve siyasi parti temsilcisi olay için bölgeye gelmiş, iddiaları dinlemiş, taraflarla görüşmüştü. Ama bunların içinde, ülkede liderlik yapmış hiç kimse yoktu. Eski başbakanlardan Süleyman Demirel olayla ilgili hala konuşmamış. Başbakan Turgut Özal direk bir açıklama yapmamıştı.
Eski başbakan Bülent Ecevit etkili bir şekilde ortaya çıkıyordu.
Açıklamasını Ankara’da yapıyordu Ecevit:
– İddianın doğru olup olmadığı henüz aydınlığa çıkmamış olmakla birlikte, doğru olabileceği olasılığını akla getiren belirtiler vardır. Üstelik bu “hizmet kusuru” kavramını çok aşan ve ceza yasası kapsamına giren bir iddiadır. Onun için savcılık soruşturması zorunludur. İdari soruşturma, konunun siyasal iktidar tarafından örtbas edilmek istendiği izlenimini doğuracaktır. İdari soruşturma, idarenin kolaylıkla baskı altına alabileceği kamu görevlilerince yürütülmektedir. Kamu vicdanını tatmin edebilmenin tek yolu, konunun doğrudan doğruya yargı organınca ele alınması ve yargı organını baskı ya da telkin altında tutmak gibi yorumlanabilecek her türlü davranıştan kaçınılmalıdır.
Açıklama, çocukları öldürülen Derebaşı halkı ve avukatları Orhan Doğan tarafından sevinçle karşılanıyordu. Bülent Ecevit de seslerini duymuştu. Ne de olsa eski başbakandı.
Olaylar tüm hızıyla akıp giderken, bir haber istihbaratı alır Gazeteci.
Eski Başbakan, DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit Silopi’ye gelecekti. Ecevit o dönem parlamentoda olmasa da bu Derebaşı köylülerine en büyük destek sayılırdı. Haber kısa sürede İlçeye yayılmış, “Ecevit” adı heyecan yaratmıştı.
Ecevit her ne kadar DSP Genel Başkanlığı görevini yürütüyor olsa da bölgeye dönemin etkin yayın organlarından haftalık Nokta Dergisi adına geliyordu. Ecevit’i bölgeye gelmeye iten “duygusal bir neden” de vardı:
Askerler tarafından öldürülen altı Derebaşılı arasında bulunan 1954 doğumlu Fevzi Beyan (1989’da öldürüldüğünde 35 yaşındaydı) “Kıbrıs Gazisi”ydi.
Ecevit, Ankara’daki açıklamasının ertesi günü 28 Eylül’de özel bir helikopterle sabah Silopi’ye geldi. Yanında sadece eşi Rahşan hanımla basın danışmanı vardı. Helikopterin indiği jandarma kışlasında kısa bir süre dinlendikten sonra ilçe merkezine geçti.
Burada bir kahvede yurttaşlarla sohbete başladı. “Politikacılar geldiğinde yalnız onları konuşturmayın, siz de konuşun” dedi. Uzun bir sohbet başladı. Toprak reformundan ağalık düzenine, köy koruculuğundan Derebaşı olayına kadar her şey vardı sohbette.
Ardından köylülerin avukatı Orhan Doğan ve Muhtar Abdülkerim Beyan’ı yanına alarak Derebaşı’na hareket etti. Rahşan Hanım gördüğü acı, yoksulluk ve sefalet görüntüleri karşısında için için ağlıyordu. Öldürülenlerden Fevzi Beyan’ın evine vardılar.
Baba İzzettin Beyan karşıladı onları. “Oğlumu asker sebepsiz yere öldürdü” dedi ve cebinden bir oğluna ait bir kimlik kartı çıkardı. Kartı eline aldı Bülent Bey, sonra nemlenen gözlerini kaçırarak Rahşan hanıma uzattı. Rahşan hanımın için için ağlaması biraz ton aldı kartı görünce. Kart bir maaş kartıydı. Fevzi Beyan’a bu maaş
“Kıbrıs gazisi” olduğu için bağlanmıştı.
Kıbrıs, Ecevitler için çok önemliydi. Kıbrıs Barış Harekatı 1974’te Ecevit’in Başbakanlığı döneminde düzenlenmişti. Bülent Ecevit, “Karaoğlan” lakabının yanına “Kıbrıs Fatihi” unvanını eklemişti. İşte o harekâtta gazi olan bir Mehmetçik, başka bir Mehmetçik tarafından öldürülmüştü.
“Kıbrıs Gaziliği”nden “vatan hainliği” yakıştırmasına uzanan bir yaşam öyküsüydü bu.
Babası İzzettin Beyan’a, tüm köylülere ve olayın tanıklarına göre, Fevzi Beyan’ın da aralarında olduğu altı köylü, “PKK ile yapılan çatışmada değil, daha sonra rehberlik etme amacıyla alındıkları asker tarafından öldürülmüşler”di.
Baba devam etti:
– Ben yaşlıyım, sakatım. Şimdi beş yetimim var. Babalan bakıyordu onlara. Gazi maaşı ve sebzelerin geliri yetiyordu. Boşu boşuna öldürdüler onu. Vatan haini bir terörist değildi. Her 20 Temmuz’da kendisine Genelkurmay’dan teşekkür belgesi gelirdi.
İncelemelerinden sonra gazetecilere bir açıklama yapıyordu Bülent Ecevit:
– Silopi, devletin yurttaşına gözdağıdır. Hükümete sesleniyorum: Bu olayın üstünü örtmeyin. Bölgede güvenlik önlemleri suçsuz insanlara zarar veriyor. Gencecik çocuklar, yıllarca kamplarda eğitim görmüş militanlara karşı sahaya sürülmemeli. Aşiret reislerinin emrindeki köy korucularından güvenlik istemek yanlış. Silopililer, köylüler öldürülenleri tanıyor. Akrabalıkları var. Bir iki gün önce görüşmüşler. Şimdi bu insanlara terörist denildi. İçlerinde Kıbns Barış Harekatı’na katılmış olanlar bile var!
Çuvaldaki Mavi Gömlek…
Silopi’deki ikinci gününde bir röportaja daha imza atmıştı Gazeteci. Sıcak haberlerin yoğunluğundan yayınlanamamıştı:
Beyaz bir şeker çuvalını taşıyarak yanımıza gelen gencin yaşı taş çatlasa on sekizdi. Dimdik yürüyüşüne bakılırsa kabarık çuvalda taşıdığı yük hafifti.
SHP İlçe Başkanı Adnan Kayaalp’in bakkal dükkanındaydık bu genç yanımıza geldiğinde.
Hiç konuşmadan çuvalın içindekileri dükkanın ortasına bocadı. Çuvaldan dökülenler, mavi gömlek, kot pantolon, beyaz kemer ve deri bir ayakkabıydı. Bunlar yere saçıldıktan sonra çuvaldan kahverengi, siyah minik kalıntılar dökülmeye devam ediyordu. Kurumuş kan tozuydu bunlar. Giysiler sertleşmiş, maviliğini koruyan gömleğin birçok yeri kuruyan kanın rengini almıştı. Parça parçaydı giysiler. Cesedin üzerinden bıçak ya da makasla kesilerek çıkartıldığı belli oluyordu.
Giysilerin sahibi yirmi iki yaşındaki Reşit Eren’di. Altı ay önce askerden dönmüştü. Şeker çuvalını getiren Selim, Reşit’in kardeşiydi. Asker teslim etmişti abisinin emanetlerini.
Abisini yeni defnetmişlerdi, Ağlayarak anlatıyordu:
– Evden çıktığında işte bu mavi gömlek, kot pantolon ve ayakkabı vardı üzerinde. Bu gömleği ben İstanbul’dan hediye getirmiştim. Tam on beş liraya almıştım Maltepe’den.
Dükkanda kendisinden üç yaş küçük kardeşi askerler tarafından öldürülen kırk sekiz yaşındaki İzzettin Beyan da vardı. Bir kolu sakattı. Bu nedenle öldürülmekten son anda kurtulmuştu:
– O gün de diğer günlerde olduğu gibi köylülerle birlikte pazara iniyorduk. On, on beş kişiydik. Askerler bizi durdurdu. Yaşlılan ayırarak yedimizi yanlana aldılar. Biraz yürüdükten sonra benim tek kolum olmadığı için geri gönderdiler. Snrası malum!
Derebaşı aslında sessiz, sakin bir köydü, Savcılığa göre köyde bir tek sabıkalı yoktu. Güneydoğu yangın yeri olmasına karşın, tek bir adli vaka ya da “terör hadisesi yaşamamıştı. Bu nedenle Abi Beyan şaşkındı:
– Bunu bize neden reva gördüler! Bugüne kadar asker kime istediyse ona oy verdik.
Araştırdık. Derebaşı’nın son seçim sonuçlarını bulduk:
Yasaklar referandumu: 66 evet, 52 hayır.
1987 Milletvekilliği Genel Seçimleri: ANAP 71, DYP 32, SHP 15, DSP 6, IDP 3, RP 1.
1989 Yerel Seçimler (İl Genel Meclisi): ANAP 69, DYP 52, SHP sadece 2
Gazeteci belki de mesleğinin en yoğun günlerini geçirdi Silopi’de. Çok belge ve anı biriktirmişti burada. Sıcak gündemden fırsat bulduğu anlarda bunları yazıp dinleniyordu.
Hoş Olmayan Karşılama ve Ötesi…
Derebaşı köylüleri Silopi’nin sokaklarını arşınlıyorlardı, olay ortaya çıkar çıkmaz. Altı çocuklan öldürülmüştü, “terörist” diye. Herkese başvurdular. Siyasi partilere, kaymakama, savcıya… Sonunda sadece cenazelerini alabildiler.
Cenazelerini defnederken özel timin hakaretlerine maruz kalmışlardı. İsyandaydılar. İlçe halkının da katılımıyla Kaymakamlığa yürümüşlerdi. Burada özel tim ateşi, dipçiklenme ve seksen gözaltı bekliyordu onları. Üçü gazeteci beş de yaralı…
Olayı duyan akın ediyordu Silopi’ye. Gazeteci, milletvekili, siyasi parti temsilcisi ve STK yetkilileri, ilçe nüfusunu kalabalıklaştırmışlardı. Böylesine ağır bir iddia ortadayken, özel timin tavrına kimse anlam veremiyordu.
Gazeteciler toplu gezmeye çaba gösteriyorlardı. Karşılaşacakları saldırılara karşı yapacaklarını ve çalışmalarına getirilecek engellemeleri değerlendiriyorlardı, Bu arada işlerini yapmaya, kamuoyuna haberlerini ulaştırmaya çalışıyorlardı.
Çok kolay değildi bu. Şimdiki teknoloji yoktu. Cep telefonu, dizüstü bilgisayarı henüz icat edilmemişti. E-posta denen mucize henüz ufukta bile yoktu. Kısacası mobil hiçbir teknoloji k alet henüz kullanıma sunulmamıştı, Sadece ender de olsa araç telefonu vardı.
Fotoğraf çekmek, özel tim atlatılabilirse kolaydı belki., ama o fotoğrafı gazetenin merkezine ulaştırmak hayli zordu.
Önce fotoğraf çekilecek, hızla bir fotoğraf stüdyosu buIunacak, filmler yıkanacak,
karta basılacaktı, Tüm bunlar başarılabilirse yanlarında getirdikleri fotoğraf fakslama aracı (telefoto) PTT’de hatta bağlanacak ve merkeze ulaştırılacaktı haber kareleri.
Silopi’ye ilk gelen gazetecilerden biri Deniz Som’du. Deniz Som’un elinde ileride “dizüstü bilgisayar” diye adlandıracağımız basit bir alet vardı. Hafızası 64 K idi. yazıyı kaydediyor, sonra telefoto gibi PTT’deki hatta bağlanarak saniyelerle ifade edilecek bir sürede merkeze gönderiyordu haberi.
İşte bu aletle PTT’de bir sandalyeye oturmuş çalışıyordu Deniz Som. Gazetecilerin yanı sıra çevredeki meraklı bakışları da üzerine çekiyordu.
Silopi, olayların başlamasıyla birlikte, “çevik kuvvet” “özel tim” ünvanlı polislerin yanı sıra, kara gözlükleriyle çevreyi süzen “sivil”lerle dolmuştu. Sadece Derebaşılılar için değil, gazeteciler için de neredeyse adam başına “polis tahsisi” yapılmıştı. İşte bu polislerden ikisi Deniz Som’u izliyordu.
Som, aleti telefon hattına bağladı, numarayı çevirdi. Polisler başlarını bir oraya, bir buraya sallayarak açık ekranı görmeye çalışıyorlardı. İçinde ne olduğunu, ne yazdığım merak ediyorlardı. Ama ekran, ancak tam karşısından bakıldığında okunabiliyordu, Ekranın tam karşısında Deniz Som oturduğu için de polisler istediklerini başaramıyorlardı. Telefonu, faksı rahatlıkla hatta girerek haberdar olabilen polisler şaşkındı. Böylesine bir şeyi ilk kez görüyorlardı.
Rahatsız eder görünmemek için bir tek Som’u kaldırıp ekran başına geçmedikleri kalmıştı. Polisler sonuçsuz kalacak bu çabalarını sürdürürken, haber birkaç saniyede İstanbul’a ulaşmıştı bile.
Som aleti toparladı ve çantasına yerleştirdi. Polislerden biri dayanamayıp sordu:
– Bununla haberi nasıl geçebiliyorsun?
– Şu düğmeye bastınız mı, tamam.
– Ama hiçbir şey görünmüyor.
– Siz okuyamayasınız diye.
– Şimdi bununla istediğin her haberi geçebilir misin?
Evet, hatta sizin bu yaptığınızı bile.
Hükümet Konağı önündeki olaylarda polisin tekmeleri sonucu yaralanıp gözaltına alınan, gözaltındayken polislerin, “köylüleri sen mi kışkırttın”, “gösteri olacağını nereden öğrendin de buraya geldin”, “çektiğin fotoğraflan neden bizimle paylaşmadın” sorularına muhatap olan Faruk Balıkçı, Hürriyet’te çıkan haberinin başlığı “Bunlar Türk Olamaz” olunca polislerin sevgilisi haline gelmişti. Faruk şaşkın, ama rahat çalışabildiği için mutluydu. O gördüğünü yazıyor, veriliş şekli onu ilgilendirmiyordu doğal olarak.
Her biri ayrı gazeteciyi izlemekle görevli polisler, çalışma alanını oldukça daraltıyordu. Köylülerin yanına gittiklerinde polis tarafından izlendikleri için sağlıklı bilgi alamıyorlardı. Bu arada kent içinde polisin hoşuna gitmeyen herhangi bir araştırma yaptıklarında ya da fotoğraf çektiklerinde yaka paça engelleniyorlardı.
Bölgede mekik dokuyan gazeteciler, Silopi’ye her giriş çıkışlarında, ne iş yaptıkları bilindiği halde araçları döşemeler sökülüp bakılacak kadar ayrıntılı aranıyorlardı.
Bu işlemi ve kontrol noktalarını ezberlemişlerdi. Yine bir akşamüstü Silopi’ye dönerken, kimlik kontrolü yapılan yerde yavaşladı Gazeteci. Bir kazaya kurban gitme ihtimali uzak değildi. Kontrol noktasında durdu. Kimsecikler yoktu ortada. Az sonra kulübenin arkasında bir polis belirdi.
Bu kez polis yerine Gazeteci sordu:
– Arabamızı arayıp kimliklerimize bakmayacak mısınız?
Yanıtı dostça değildi:
– Durma, çek git!
Her zaman böyle sert diyaloglar olmuyordu tabii. Bazen sohbet de ediliyordu. Bir gün topluca Kaymakamlığa gitmek istediler. Polisler oldukça kibardı:
– Kusura bakmayın, giremezsiniz. Siz nasıl emir kuluysanız biz de öyle. Sizi toplantı bitene kadar sokmamamız emredildi.
Az sonra amirleri geldi. Sohbet onunla da sürdü. Gazetecileri dövdükleri için meslektaşları adına özür diliyordu:
– İnanın sizi dövdüklerinde gazeteci olduklarınızı bilmiyorlardı.
Gazeteci önce gülümsedi, ardından dayanamayıp sordu:
– Vatandaş mı sandınız?
Yanıt alamamıştı.
Silopililer, gazetecilerin bu zor ortamda, dayak tehdidiyle ve korku içinde çalışmalarına aslında sevinir gibiydiler.
– Size bunları yapan polis bize neler yapıyor, varın siz tahmin edin. Siz buradayken, polis sizinle uğraşmaktan bizi fazla hırpalamaz diye seviniyoruz.
Olay soğumaya yüz tuttukça, hareket azaldıkça gazeteci birer, ikişer ayrılmaya başlıyorlardı Silopi’den. Ayrılmadan önce topluca 15 kilometre ötedeki Habur Sınır Kapısı’nı gezmeye gittiler.
Dönüşte Silopi’de yazdığı haberleri fakslama olanağı veren ihracat komisyoncularından birine teşekkür için uğradı Gazeteci. Daha çaylar mideye indirilmeden Silopi Emniyet Amiri belirdi kapıda. Hiçbir şey sorulmadığı halde ısrarla tesadüfen geldiğini söylüyordu polis şefi.
Sohbet koyulaştı, Gazeteci sordu:
– Buradayken çok mu yorduk sizi?
Biz görevimizi yapıyoruz, yorulmayız.
Peki, yazık değil mi devletin benzinini bizi takip için harcıyorsunuz. Yazdıklarımızı zaten görüyorsunuz, gazeteleri okuyorsunuz. Telefonlarımızı da dinliyorsunuz. Eğer suç işlemişsek dava açtırırsınız.
Başkomiser dayanamadı bu kadar söze:
– Gidin de rahat edelim!
Hasan Cemal bilgi istiyor
Silopi’de yaşananlar ve iddialar aslında pek kabul edilebilir değildi. Bu nedenle olayı ilk andan beri haberleştiren, her türlü iddia ve açıklamaya ayrıntılı yer veren Cumhuriyet Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal, ilk günlerde rapor istiyordu.
Celal Başlangıç’ın kaleme aldığı raporda, gazete merkezinin olayı daha doğru değerlendirme imkânı bulmasını isteniyordu:
1. 17 Eylül pazar günü, TRT’nin 20.00 haberlerinde Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’ne dayanılarak, Silopi’nin Derebaşı köyü yakınlannda dokuz PKK militanının öldürüldüğü açıklandı. Aynı günün akşamından itibaren ve 18 Eylül Pazartesi günü de Derebaşı köylülerinin SHP’ye ve çeşitli gazetelerin bürolarına, “Bunların altısı PKK’lı değil, bizim köylümüzdür. Pazar sabahı asker tarafından götürülmüş, akşama ölüleri köy muhtarına gösterilmiştir” başvuruları yapıldı. Bu başvurular üzerine SHP bölgeye heyet göndererek inceleme kararı aldı. Salı sabahı SHP heyeti yola çıkarken, cenazeden dönen köylüler, Silopili bazı yurttaşlar ve muhtemelen aralarına karışan bazı provokatörler, Hükümet Konağı önünde dünkü olayı yarattılar.
2. Yukarıdaki gelişmelerde dikkati çeken noktalar şunlar:
a. Bu zamana kadar yaptığı açıklamalardan farklı olarak Olağanüstü Hal Bölge Valiliği, PKK’lı olduğunu öne sürdüğü dokuz kişide bulunan silahları döküm olarak vermek yerine, hiç sayı vermeden “uzun namlulu silahlar, bir adet roketatar ile bol miktarda şarjör, mermi ve örgütsel dokümanlar” diye geçiştirdi.
b. Televizyonun haberi desteklemek için verdiği renkli fotoğrafta silahlar net olarak görünmediği gibi, dokuz kişinin altısının ayağında köylülerin giydiği kara lastik vardı. Bir kişinin ayağında Mekap ayakkabı bulunurken, diğer ikisinin ayakları çıplaktı. Bu köylülerin iddiasına biraz da olsa güç katıyordu.
c. Bu zamana kadar bölgede izlediğimiz olaylarda, hiçbir aile ya da köy halkı gerçekten PKK militanı olan ölüsüne öylesine sahip çıkmamıştır. Daha sonra tüm riski göze alarak ölenlerin yakınlarının ve bir görgü tanığının anlattıkları, çocuklarının yanlarından bir gece bile ayrılmadıklarını ısrarla ve samimi bir şekilde belirtmesi iddialara daha da güç katmaktadır.
d. Gerek Mardin Vali Vekili’nin, gerekse n Emniyet Müdürü’nün, onca olaya karşın konuyla ilgili hiçbir araştırma gereği duymaması, olaydan habersiz görünmeleri, sürekli olarak Hükümet Konağı’nın basılmasını ve seksen kişinin gözaltına alınmasını öne çıkartmaya çalışmaları kuşkulan arttırır niteliktedir.
3. Olaylar sırasında gerek mülki amirlerin, gerekse güvenlik görevlilerinin, yurttaşlara ve görev yapan gazetecilere yaklaşımlarındaki önyargı altı çizilecek niteliktedir. Çocuklarının ve yakınlarının öldürülmesinden doğan duyarlılığı, “Bunların hepsi PKK yanlısı, devlete karşı” değerlendirmeleri, görev yapan gazetecileri, “siz devlet düşmanısınız, teröristlere desteksiniz” diye dövmeleri bu önyargılı yaklaşımın en belirgin özelliği.
4. Öldürülen dokuz kişiden altısının masum yurttaş olduğu yolundaki savlara ilişkin soruşturmayı idarenin ağırdan alması da, bölgedeki gerginliği artıracak nitelikte bir olay. Yeşilyurt olayında Binbaşı Cafer Tayyar Çağlayan’ın ancak dokuz ay sonra yargılanmaya başlaması da buna örnek olarak gösterilebilir. Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’yle ilgili kararnamede, hakkında şikayet bulunan yörede görevli personelin Memurin Muhâkematı Yasası’na göre yargılanabilirliği, yöre insanında yargıya olan ve hukuki yollardan hak arama inancını giderek zayıflatmaktadır. Konuyla ilgili savcının da belirttiği gibi, söz konusu kararname nedeniyle soruşturma savcılıkça yürütülecek, ancak sonunda kararname gereği görevsizlik karan verilerek dosya ilçe İdare Kurulu’na gönderilecektir. ‘Böylece İlçe İdare Kurulu’ndan İl İdare Kurulu’na, oradan da belki İçişleri Bakanlığı müfettişlerine, onlardan da yeniden İlçe İdare Kurulu’na gidecek dosyanın mahkemeye intikali aylar alacaktır. Bu olayı sadece yurttaşların hukuka olan inancının zayıflaması olarak görmemek gerekli. Binbaşı olayında ya da bu olayda güvenlik güçleri gerçekten suçsuzsa aklanmaları da aylar alacak. Geçen süre içerisinde devletin görevlileri bu suçlamayı sırtlanda taşıyacaklardır.
5. Bölgedeki hukuki yapılanma nedeniyle bir olayın mahkemelere yansıması aylar aldığı için SHP heyetinin bu konuda somut bir önerisi vardır. O da söz konusu savlarla ilgili Meclis araştırması açılması, suçlularla suçsuzların bir an önce ortaya çıkanlmasıdır. Öneride, konuyu açıklığa kavuşturmak için iktidar partisinin de içinde bulunacağı bir araştırma komisyonu kurulması yer almaktadır. Bölgedeki hukuki tıkanıklığın bu yolla aşılabilmesi de, en azından yurttaşlara ya da zor koşullar altında görev yapan güvenlik güçlerine ayrı bir güvence verebilir. Bu yöntemin, en azından bölgedeki insan haklan ihlallerine yönelik savlan en aza indirmesi ya da bir an önce açıklığa kavuştunnası açısından çözüm yolu olduğu inancındayız.
Gün Doğunca Silahlar Susar
Sabaha kadar susmuyor silah sesleri. Derebaşı köylüleri belki “gün bir doğsa” diye dönüp duruyor yataklannda, belki de “inşallah vuruşanlar bizim çocuklanmız değildir” diye … Çünkü on beş gün önce basılmış Derebaşı Köyü. PKK militanlan, mehtap aydınlığı bitince gelmişler. Tüm evleri arayıp, bulduklannı toplamışlar köyün tek camisine. Aralanndan on dört kişiyi seçmişler. Gidiş o gidiş. Gençlerinden bir daha haber alamamış köylüler.
“Gün bir doğsa” diye bekliyor Derebaşılılar. Çünkü “gün doğunca silahlar susar” Güneydoğu ‘nun dağlarında.
Dört milletvekilinden oluşan SHP Heyeti, gazetecilerle birlikte sabah olayların olduğu Hükümet Konağı’na yöneldi. Mardin Vali Vekili Mehmet Aslan ile Emniyet Müdürü Aydın Genç, SHP heyeti ve onlan izleyen gazetecilerle konuşmaya başladı. Vali Vekili Aslan olaylar karşısındaki tavrını, “ölümleri hala terörist hadise olarak biliyorum. Aksine bir duyum almadım. Sabah Hükümet Konağı’nın basılmasına neden gerek duyuluyor? Bu işi organize eden SHP İlçe Başkanı. Hükümet Konağı’nın basılması yabana atılacak bir konu mu” diye açıklıyordu, SHP heyetinin “Altı kişinin öldürülmesi yabana atılacak bir konu mu” sorusu havada kalıyordu, Aynı odada bulunan SHP İlçe Başkanı Adnan Kayaalp’i Vali Vekili’nin hangi kanıtlara dayanarak suçladığına ilişkin sorulara, SHP heyeti “zabıtadan aldığım bilgi” yanıtını alıyordu.
Acaba Vali Vekili Aslan, olayla ilgili gözaltına alınanların ifadesini okumuş muydu? Ekin Dikmen’in bu sorusuna yanıtı “hayır” oluyordu. Ortaya bir gerçek çıkmıştı. Öldürülen ve devletin televizyonundan PKK‘lı olduğu duyurulan dokuz kişiden altısının suçsuz köylü yurttaş olduğu savlarından Vali Vekili Aslan haberdar değildi. Hükümet Konağı bu olayla ilgili olarak “basılmış”, güvenlik güçleri havaya ateş açmış, yaralananlar olmuş, gazeteciler dövülmüştü. Bu olayların nereden çıktığı bilinemiyordu da, olayları organize edenin SHP İlçe Başkanı olduğu öne sürülebiliyordu. Olayı provokasyona getirmek isteyenlerin, altı köylüyü başka türlü kullanmayı amaçlayanların, belki de “gerçeğin önüne perde çekmek” isteyenlerin olduğunda herkes hemfikirdi. Ama bunlar kimdi? Belki de yanıtı alınamayacak bir soruydu bu.
Tartışmalar sırasında dışarı çıkan Emniyet Müdürü Aydın Genç “yeni bilgilerle” içeri giriyor, biraz önce “olayların organizatörü” olmakla suçlanan SHP İlçe Bakanı’nın gözünün içine baka baka “O kelimeyi biz de duyduk, araştıracağız. Siz iyi niyetle davranmış olabilirsiniz” diyordu. Böylece Vali Vekili Aslan tarafından “olayların organizatörü” olmakla suçlanan SHP İlçe Başkanı Kayaalp, aynı odada yarım saat içinde Emniyet Müdürü Aydın Genç tarafından “beraat” ettiriliyordu, “şimdilik”.
Bir de yurttaşların Hükümet Konağı önünde attıkları savlanan sloganlar var. Güvenlik güçlerine göre, “Kahrolsun Türk Devleti”, “Kahrolsun Türkiye” diye bağırılmış. Olayda bulunanlardan bazıları milletvekillerine, “Hayır biz ‘kahrolsun özel tim’ diye bağırdık” diyorlardı. Eğer olayda güvenlik güçlerinin savladığı gibi bağırılmışsa, “Silopi rezaleti” bir başka görünüm alıyordu. Yok, eğer “Kahrolsun özel tim” diye algılanmışsa daha bir başka. Ama sonuçta ikisi de vahimdi.
Ortada bir “sultan sağırlığı” vardı. Bunca olaya neden olan savlarla ilgili olarak adeta bir duvardı yetkililer. “Hükümet Konağı’na neden geldiklerini bir türlü anlayamadık” diyorlardı. Oysa SHP heyetinin görüştüğü Silopi Savcısı Ulvi Yüksel, “Şikâyetleri üzerine ölenlerin yakınlarını ve görgü tanıklarını ben çağırdım” diye açıklıyordu, köylülerin geliş nedenini. İki kat yukarıdaki Kaymakamlık odasında, bunun bilinmediği söylenince, “bana kimse sormadı” diyordu Silopi Savcısı: “Sorsalardı söylerdim”. Ne iletişim? (Celal Başlangıç, Cumhuriyet, 21 Eylül 1989)
1989 Derebaşı – 2011 Roboski
İster “yanlış istihbarat” deyin, İster bir daha “katır gafletine düşmeme’ önlemi. “Uludere” diye adlandırılan bir vaka daha yaşanmıştı Güneydoğu’nun “Kanlı Bilmecesi’’nde… Akla hemen bölgedeki ‘şüpheli ölümler’ geliyor: Silopi Derebaşı, Şırnak, Pınarcık, Fındık, Lice, Gürpınar, Mazıdağı…
Bunlardan en çok ses getireni 17 Eylül 1989 yılında Silopi’nin Derebaşı Köyü’nde yaşanmıştı. Saat 02.00 sıralarında bölgede devriye gezen komando timleri, Cudi Dağı eteklerinde PKK’lı bir grupla silahlı çalışmaya girer. Ertesi gün TRT’de, “Dokuz PKK’lı terörist ölü ele geçirildi” şeklinde bir haber yayımlanır. Haberin yayımlanmasından saatler önce Derebaşı köylüleri ayaklanmış, Silopi Hükümet Konağı’nı basmışlardı. Gösterilerde çıkan olaylarda özel timin açtığı ateş sonucu üçü gazeteci, altı kişi yaralanmış, çok sayıda gazeteci tartaklanmış, 80’i aşkın Silopili gözaltına alınmıştı. Olay Türkiye’nin günlerce konuşacağı bir hal almıştı.
“Köylülerimiz öldü”
Gösteriden önce Ankara’daki muhalefet milletvekillerini, bölgedeki ve İstanbul’daki gazete bürolarını da arayan Derebaşılılar, “Öldürülenlerden sadece üçü PKK’lıdır. Diğerleri sabah asker tarafından alınıp kurşuna dizilen köylülerimizdir” şeklinde vahim bir iddia ortaya atıyorlardı.
Üstelik öldürülenlerden bazılarının, dönemin iktidar partisi ANAP’ın Siirt Milletvekili Kemal Birlik’in akrabaları olduğu belirtiliyor. Vekil Birlik de “Olabilir” diyerek bölgenin yolunu tutuyordu. İddialara, tanıklara ve devlete göre Cudi Dağı’nın eteklerindeki Derebaşı Köyü yakınlarındaki çatışmada neler yaşanmıştı? Bölgede Olağanüstü Hal döneminin yaşandığı zamanlarda meydana gelen çatışmayla ilgili olarak OHAL Bölge Valiliği’nin açıklaması şöyleydi:
“Mardin’in Silopi ilçesi (1990’da Şırnak’a bağlandı) Derebaşı Köyü’nde 9 terörist ölü olarak ele geçirildi. Güvenlik güçlerimiz anılan bölgede gece 02.00 sıralarında bir grup teröristle karşılaştı. ‘Teslim ol’ çağrısına ateşle karşılık verilmesi üzerine çıkan çatışmada 9 terörist ölü ele geçirildi. 9 teröristin dışında kalan bir grup gece karanlığından yararlanarak kaçtı. Olay mahallinde uzun namlulu silahlar (daha sonra bu silahların sadece iki adet olduğu ortaya çıktı), bir roketatar, bol miktarda mermi, örgütsel doküman ve 9 sırt çantası ele geçirilmiştir. Bölgede olayla ilgili operasyonlara devam edilmektedir.”
Sivil toplum kuruluşları, Meclis’teki tüm siyasi partiler (ANAP, SHP, DYP) Silopi’ye akın ediyorlardı. Herkes ‘Öldürülenlerden altısı gerçekten masum köylü mü?’ sorusuna yanıt arıyordu. Cudi Dağı eteklerindeki olayda altı yakınlarını kaybeden
Derebaşılı köylülerin iddiaları ise şöyleydi:
“Olay gecesi silah seslerinden uyuyamadık. Sabah olduğunda köylülerimiz meyve ve sebzelerini katırlara yükleyerek Silopi ‘ye doğru yola çıktılar. Yolda bir askeri tim önlerini kesti ve kendilerini çatışma bölgesine götürmelerini istedi. Bir süre sonra askerlerle köylülerimizin gittiği bölgeden yoğun silah sesleri geldi. Daha sonra muhtarımızı askeriyeye çağırdılar. Altı köylümüzün cesetlerini verdiler. Kurşuna dizilmişlerdi. Her birinin cesedinde 20-25 kurşun vardı. Avukatımız yeni bir otopsi yapılmasını istedi, savcılık reddetti. Oysa otopsi yapılsa üç PKK’lının gece 02.00’de, altı köylümüzün 10.00’da öldüğü açıkça ortaya çıkacaktı.”
Bu vahim iddialar, bugünkü ‘Uludere vakası’ gibi günlerce kamuoyunu meşgul etti. Dönemin Olağanüstü Hal Bölge Valisi Hayri Kozakçıoğlu basının karşısına çıktı ve iddiaları çürütmeye çalıştı. Çatışmalardan sonra iki timin daha yola çıktığını, timlerin Derebaşı Köyü’ne uğrayarak üç köylüyü “gönüllü kılavuz” olarak yanlana aldıklarını anlatan Kozakçıoğlu, “Bölgede görev ifa eden güvenlik görevlileri yeni gelen timlerdir. Bu nedenle bölgeyi çok iyi bilmemektedirler. Bu timler üç gönüllü kılavuzla 45 dakika içerisinde olay mahalline intikal etmiştir. Bu üç kişinin ifadeleri ileride kamuoyuna açıklanacaktır” dedi.
Donatıldığı yetkilerden dolayı “Süper Vali” adım alan Kozakçıoğlu’nun sözünü ettiği “üç gönüllü kılavuz’ açıklamadan hemen sonra savcılığa verdikleri ifadede şunları söyledi: “Bizi asker zorla götürdü. Tepeye kadar çıkardık onları. Bu arada altı köylümüz de askerlerle birlikte diğer tepeye doğru çıkıyorlardı. Biz çatışma bölgesine geldiğimizde timin komutanı orada bulunan Binbaşı’ya ‘Bunları ne yapalım’ dedi. O da ‘Bırak gitsinler’ cevabını verdi. Köye dönmeye başladığımızda altı köylümüzün olduğu yerden yoğun silah sesleri duyduk.”
Dosya AİHM’de kaldı
O dönem Meclis dışında kalan rahmetli Bülent Ecevit, Nokta Dergisi adına yazı yazmak üzere bölgeye geldi. Eşi Rahşan Hanım’la birlikte Derebaşı Köyü’nde ölenlerin yakınlarıyla konuşan Ecevit, ölen köylülerden birinin ‘Kıbrıs Gazisi ‘ olduğunu öğrendiğinde duygusal anlar yaşıyordu. ANAP’ın Güneydoğu kökenli milletvekilleri olaydan sonra isyan bayrağı” çekmiş, Başbakan Turgut Özal, “Olay en ciddi şekilde araştırılacak” açıklamasıyla onları yatıştırmıştı.
Gelelim işin adli boyutuna…
O dönemler bölgede meydana gelen çok sayıda olayda ihmali olduğu savlanan güvenlik görevlilerinin yargılanması kolay değildi. Osmanlı döneminden kalma ‘Memurin Muhakematı Yasası’, suç işleyen kamu görevlilerinin “koruma zırhı ‘ydı. Dönemin Silopi Cumhuriyet Savcısı Ulvi Yüksel, olay yerindeki askeri tim hakkında soruşturma açmış, bu yasaya göre ‘yetkisizlik’ kararı vererek, dosyayı Silopi İlçe İdare Kurulu’na göndermişti. İçinde ‘tek bir hukukçu olmayan’, ilçedeki daire müdürlerinden oluşan Kurul, ‘Yargılamaya gerek yok’ dedi. Dosya itiraz üzerine Mardin İl İdare Kurulu’na gitti. Aynı karar çıkınca tek itiraz mercii Danıştay kaldı. Danıştay itirazı yerinde görüp dosyayı yeniden İl İdare Kurulu’na gönderdi ama karar değişmedi. İç hukuk yollan tükenince tek yol kalmıştı: Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi. Dosya hâlâ orada! Anlayacağınız, şimdi ‘Uludere’ şanslı. Derebaşılılar ne ‘maddi özür’ gördü, ne ‘hükümet şefkati.’ Aksine baskılara dayanamayıp köylerini terk ettiler. (Cengiz Mumay, Radikal, 8 Ocak 2012)
Meclis, 231 gün sonra hatırlar Derebaşı’nı …
Silopi olayına yakın ilgi gösteren SHP lideri İnönü, çok sayıda milletvekilini bölgeye göndermişti. O milletvekilleri de dönüşte araştırma ve inceleme sonuçlarını bir rapor halinde genel başkanlarına sundular. Vahim iddialar tekrarlanıyordu raporda. Erdal İnönü de bunların mutlaka Meclis tarafından araştırılması gereğine inanıyordu. Milletvekillerinden bunu bir araştırma önergesine dönüştürmelerini istedi. Önerge o tarihlerde hızla Meclis Başkanlığına sunuldu. Gazeteci, Silopi’de 2 haftadan fazla kalır. “Sıcak haberler bitmiştir artık. Ortada İnsanı dehşete düşüren bir “altı köylüyü kurşuna dizme” iddiası ve bu iddianın oradan buraya sürüklenen dosyası vardır.
Dosyayı adım adım takip eder. Hala o kurumdan bu kuruma dolaşıp durur dosya. Bir ara günlük TBMM Bülteni’nde konunun ele alınacağını öğrenir. Ankara’ya gidemez ama Meclis tutanaklarına ulaşır.
Yüce Meclis olayın üzerinden tam 231 gün geçtikten sonra 8 Mayıs 1990’da konuyu ele alabilmiştir. Bir saatten az bir zaman diliminde gerçekleşen görüşmeler sonunda, bağımsız yargı tarafından ele alınma şansı ortadan kaldırılan iddialar, Meclis tarafından da reddedilir.
İşte kelimesi kelimesine o tutanaklar:
Diyarbakır Milletvekili Fuat Atalay ve 67 arkadaşının, Mardin ili Silopi ilçesi Derebaşı Köyü yakınlarında I 7.9.1989 tarihinde meydana gelen olayla ilgili iddiaları açıklığa kavuşturmak ve olayın sorumlularını tespit etmek amacıyla Meclis araştırması açılmasına ilişkin önergesi.
Başkan – 1 inci sıradaki, Diyarbakır Milletvekili Fuat Atalay ve 67 arkadaşının, Mardin İli Silopi ilçesi Derebaşı Köyü yakınlarında 17.9. 1989 tarihinde meydana gelen olaylarla ilgili iddiaları açıklığa kavuşturmak ve olayın sorumlularını tespit etmek amacıyla, Anayasanın 98., içtüzüğün 102. ve 103. maddeleri uyanca bir Meclis araştırması açılmasına ilişkin önergesinin ön görüşmesine başlıyoruz.
-Hükümet?
– Burada.
Sayın milletvekilleri, önerge aslında 500 kelimeyi mütecaviz olduğu için, özetini okutacağım; bilgilerinize arz ederim.
Silopi için verilen Meclis araştırma önergesinin özeti:
Mardin İlinin Silopi İlçesine bağlı Derebaşı Köyüne yakın bir bölgede, 17.9.1989 gecesi öldürülen 9 kişinin terörist oldukları resmi makamlarca açıklanmıştır. Bu açıklamalardan sonra öldürülen 6 kişinin yakınları ile Derebaşı Köyü Muhtarı; 6 kişinin sade yurttaşlar olduğunu, çatışmanın çıktığı saatlerde aileleri ile birlikte olduklarını, suçsuz yere öldürüldüklerini iddia etmiş bulunmaktadırlar. İddianın önemi ve bir an önce aydınlığa kavuşturulmasının kaçınılmazlığı ortadadır. Ancak, ne yazık ki, bu iddialara karşılık resmi makamlarca yapılan açıklamalar birbirleri ile uyumlu olmamış, aralarında ciddi çelişkiler bandırmıştır. Bu açıklamalardaki çelişkiler, muğlâklıklar, sudan gerekçeler kuşkuları artırmıştır. Sayın Bakan, Bölge Valiliği’nce açılan soruşturma ve inceleme sona ermeden aceleye getirilmiş bir açıklamada bulunmuş, bir gün sonra Bölge Valisi, yer yer Sayın Bakanın açıklamaları ile çelişen yeni bir açıklamada bulunmuş, inceleme ve soruşturmanın sonuçlandığını duyurmuştur. Olağanüstü Hal Yasası’ndaki düzenlemelerden dolayı C. Savcılığı bağımsız bir soruşturma yapamadan yetkisizlik kararı vermiştir, Bu durumda inandırıcılığı kuvvetle muhtemel bu iddiaların açığa kavuşturulması nasıl gerçekleşecektir? Yürütmenin emrindeki il ve ilçe kurullarının objektif ve süratli bir soruşturma yapma şansı yoktur.
Olayın üzerindeki perdeyi kaldırmanın, kamu vicdanını rahatlatmanın tek yolu TBMM’ce oluşturulacak bir araştırma komisyonunun ivedi olarak Silopi ilçesinde araştırma ve incelemelerde bulunmasından geçer. Ülkenin bütünlüğü, demokrasinin işlerlik kazanarak kurumlaşmasının yolu açıklıktır, TBMM’nin etkili denetim mekanizmalarının işletilmesidir. Bu amaçla, Anayasanın 98, içtüzüğün 102 ve 103. maddeleri uyanca bir Meclis araştırması açılmasını ve bu önergenin ivedilikle Genel Kurul’da ele alınmasını arz ve teklif ederiz.
Başkan:
İçtüzüğümüze göre, Meclis araştırması açılıp açılmaması hususunda, sırasıyla, Hükümete, siyasi parti gruplarına ve önergedeki birinci imza sahibine veya onun göstereceği bir diğer imza sahibine söz verilecektir. İlk konuşmayı yapmak üzere, Hükümet adına içişleri Bakanı Sayın Abdülkadir Aksu, buyurun. (ANAP sıralarından alkışlar)
İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu (Diyarbakır):
Sayın Başkan, sayın milletvekilleri;
Diyarbakır Milletvekili Sayın Fuat Atalay ve 66 arkadaşı tarafından verilen, 17 Eylül 1989 günü Mardin ili Silopi İlçesi Kösreli Köyü Kinsirtepe mevkiinde güvenlik kuvvetleriyle girdikleri silahlı çatışmada ölen 9 teröristten 6’sının, terörist olmayıp, Derebaşı Köyü’nden sade vatandaşlar olduğu iddiasıyla Meclis araştırması açılmasına ilişkin önergesi üzerinde görüşlerimizi arz etmek için huzurlarınızdayım. Bu vesileyle, hepinize saygılar sunuyorum.
Değerli arkadaşlarım, önergede sözü edilen olayın cereyan tarzı, resmi kaynaklardan aldığımız bilgilere göre şöyle olmuştur:
Mardin İli Silopi İlçesi Kösreli Köyü Kinsirtepe mevkiinde pusu ve gözetleme görevi ifa etmekte olan güvenlik kuvvetleri, 17 Eylül ı 989 günü saat 02.20 sıralarında Cudi Dağı’nın güney istikametine doğru hareket halinde olan ı 5- . 20 kişilik bir terörist grup ile karşılaşarak, “Dur” ihtarında bulunmuşlardır. Bu ihtara uymayan ve anında güvenlik kuvvetlerine ateş açan teröristlere derhal mukabelede bulunulmuş ve silahlı çatışma başlamıştır. Bu sırada, silah seslerini duyan, bu köyün yakınında görev almış iki timimiz de, silah seslerine doğru hareket etmişler, Derebaşı Köyünden geçerken de, buradan 3 kişiyi, kendilerine kılavuzluk etmeleri için yanlarına almışlar ve olay yerine bu şekilde intikal etmişlerdir. Orada bulunan mevcut kuvvetler ve bu intikal eden yeni kuvvetlerle birlikte çatışma bölgesinde devam eden ateş sırasında, ay ışığının da elverişli olması nedeniyle, teröristlerin hareketleri çok rahat izlenmiş ve ilk anda 4-5 teröristin vurularak öldüğü, operasyonu yürüten güvenlik kuvvetleri tarafından da izlenmiştir.
Çatışmaya katılan terörist gruptan 10-15 kişilik bir grup, çatışma mahallinin aksi istikametine, Cudi Dağı’na doğru kaçıp, hâkim bir noktada üstlenmiş ve buradan ateş etmek suretiyle çatışmayı devam ettirmişlerdir. Bu çatışma, güneş doğuncaya kadar bu şekilde devam etmiştir. Saat 06.30 sıralannda çatışmanın tamamen sona ermesi üzerine, güvenlik kuvvetlerince, yaklaşık bir buçuk kilometre karelik bir alanda yapılan arazi taramasında, teröristlerden boyun, göğüs ve kafalarından isabet alarak öldükleri tespit edilenler, bunların yanında, sadece 1 teröristin de, atmak istediği el bombasının elinde patlaması sonucu kafasının kısmen parçalanmış olduğu görülmüş ve tespit edilmiştir. Arazi taraması devam ettirilmiş ve bu esnada, gece temas sırasında kaçmayı başaran bir iki teröristin, kan izlerinden de kuzeye doğru gittikleri tespit edilmiş; bu kan izleri de takip edilmiş; fakat aramalara karşın, bu kaçan iki terörist bulunamamıştır. Arazi tarama çalışmaları, aynı gün (yani, 17 Eylül 1989 günü) saat 11.20 sıralarında tamamlanarak, durum Silopi Cumhuriyet Savcılığı’na intikal ettirilmiştir.
Teröristlerin ve ele geçirilen silah ve malzemelerin yerinde görülmesi ve gerekli adli işlemlerin yapılmasını teminen, Cumhuriyet Savcısı ve diğer yetkililer olay yerine getirilmiştir. Silopi Cumhuriyet Savcılığı’nca olay yerinde gerekli inceleme ve işlemlerin tamamlanmasından sonra da, cesetler aynı gün helikopterle olay mahallinden alınıp., Silopi’de bulunan Tabur Komutanlığı’na intikal ettirilmiş; burada kimlik tespiti çalışmaları, teşhis işlemleri de tamamlandıktan sonra, 6 kişinin cesedi ailelerine teslim edilmiş; 3 kişinin cesedi de, defnedilmek üzere Silopi Belediye Başkanlığı’na teslim edilmiştir. Belediye Başkanlığı, kendisine teslim edilen 3 teröriste ait cesedi, 18 Eylül 1989 günü öğleden sonra gömmüştür.
Bu olaylar tamamlandıktan sonra, bilahare Derebaşı Köyü Muhtarı tarafından, ölü olarak ele geçirilen bu 9 teröristten 6’sının, terörist olmayıp, kendi köylüleri olduğu gerekçesiyle, operasyonda görev alan güvenlik kuvvetleri personeli hakkında Silopi Cumhuriyet Savcılığı’na başvuruda bulunmuştur. Silopi Cumhuriyet Savcılığı, bunun üzerine hazırlık tahkikatına başlamış ve sonuçta, bu olayın tahkikatının Memurin Muhakematı Hakkında Kanunu’na göre yapılması gerekçesiyle görevsizlik karan vermiş ve dosya, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’ne intikal ettirilmiştir.
Bunun üzerine, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’nce, operasyonda görevli bulunan güvenlik kuvvetleri personeli hakkında Memurin Muhakematı Hakkında Kanuna göre işlem yapılmak üzere 23 Eylül 1989 günü 2 kişi muhakkik olarak tayin edilmiş, görevlendirilmiş. Muhakkikler tarafından tamamlanan soruşturma dosyası, 26.10.1989 tarihinde. Mardin İl İdare Kurulu’nda görüşülerek, men-i muhakeme kararı verilmiştir. Ancak, bilahare alınan yeni bilgiler üzerine, durum, Mardin İl İdare Kurulunda bir kez daha görüşülmüş ve bu görüşme sonunda da yine 16.11.1989 tarihinde men’i muhakeme kararı verilmiştir.
Bu men’i muhakeme karana vaki itiraz üzerine durum, incelenmek üzere Danıştay İkinci Dairesine intikal etmiştir. Danıştay İkinci Dairesi, 19.1.1990 tarihinde verdiği kararla, bu konunun görüşülmesi yetkisi Silopi ilçe İdare Heyeti’ne ait olduğu gerekçesiyle kararı bozup, mahalline geri göndermiştir. Danıştay’ın bozma karan uyanca, soruşturma dosyası, yetkili ve görevli olduğu Danıştay kararıyla belirtilmiş olan Silopi Kaymakamlığı’na gönderilmiş; Silopi İlçe İdare Heyetinde bu dosya görüşülmüştür. Silopi ilçe İdare Heyeti de, 7.3.1990 tarihinde dosyayı görüştükten sonra men’i muhakeme karan vermiş; bu karar, taraflara tebliğ edilmiştir. Süresi içerisinde itiraz olmadığı için, ikinci derecede görüşülmek üzere Mardin Valiliği’ne intikal etmiş; 7.5.1990 tarihinde de bu dosya, Silopi Kaymakamlığı’nca Mardin Valiliği’ne gönderilmiştir. Dosya, şu anda ikinci derecede görüşülmek üzere Mardin İl İdare Kurulu gündemindedir.
Yine araştırma önergesinde iddia edilen başka bir konu hakkında da müsaadenizle bir açıklama yapmak istiyorum. Önergede, tarafımdan burada yapılan açıklama ile Olağanüstü Hal Bölge Valiliği tarafından yapılan açıklama arasında çelişki olduğundan bahsedilmektedir.
Değerli arkadaşlarım, 20.9.1989 günü basma yaptığım açıklama ile Olağanüstü Hal Bölge Valisi’nin açıklamaları arasında, iddia edildiği gibi bir çelişki yoktur. Bakanlıkça yapmış olduğum açıklamada, “çatışmanın başladığı saat 02.00 sularında” diye söz edilmiştir. Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’nin açıklamasında da, olayın bittiği saatlerden bahsedilmektedir.
Ayrıca, yine önergede, ölenlerin Silopi’ye pazara gitmekte olan köylüler oldukları hakkında iddialar var ki, bu kürsüden birkaç defa bu konu hakkında da yüce mecliste siz değerli üyelere gerekli açıklamaları yapmıştım. Değerli arkadaşlarım, iktidarımız, hukukun üstünlüğüne ve kanun hâkimiyetine yürekten inanmıştır. Bu olayla ilgili ihmali veya: kusuru görülen varsa, kim olursa olsun, haklarında objektif olarak yapılacak inceleme ve araştırmaların sonucuna göre gereğinin takdir edileceğinden de hiç kimsenin şüphesi bulunmamalıdır.
Sayın milletvekilleri, bütün bu açıklamalar doğrultusunda, konu idari ve adli tahkikat bakımından da yürümekte olduğundan, bu konuda Meclis araştırması açılmasını gerektirecek bir husus olmadığını belirtir, hepinizi saygılarımla selamlarım. (ANAP sıralarından alkışlar)
Başkan:
Teşekkür ederim Sayın Bakan. Sosyal Demokrat Halkçı Parti Grubu adına Diyarbakır Milletvekili Sayın Fuat Atalay, buyurunuz efendim.
SHP Grubu Adına Fuat Atalay (Diyarbakır):
Sayın Başkan, sayın milletvekilleri;
17 Eylül 1989 günü Mardin İlinin Silopi İlçesine bağlı Derebaşı Köyünde 9 kişinin ölümü ile sonuçlanan olayla ilgili olarak kamuoyuna yansıyan iddiaların araştırılması konusunda Sosyaldemokrat Halkçı Parti Grubu tarafından verilmiş bulunan Meclis araştırması önergesi hakkında Sosyaldemokrat Halkçı Parti’nin görüşlerini açıklayacağım. Bu vesileyle, hepinizi saygı ile selamlıyorum, Sayın Genel Kurul üyeleri, hafızalarımızı tazelemek için, bundan yaklaşık sekiz ay önce meydana gelen olayın gelişimi hakkında, kamuoyuna yansımalarıyla ilgili özet bilgi sunmak istiyorum. Birazdan detaylarına gireceğimiz olayın ve alabildiğine birbirleriyle çelişkili iddiaların açıklığa kavuşması; zan altında bulunanların bu zandan kurtulması; hak arama iddiasındaki yurttaşların iddialarını ispatlama şansına kavuşabilmeleri, ancak bu Meclis araştırması önergesinin Genel Kurulca onaylanması halinde gerçekleşebilecektir. Bu iddialar kamu vicdanını ağır bir baskı altına alınmıştır. Bakınız, böylesine önemli iddiaların yer aldığı olayla ilgili olarak yüce parlamentoya sunulan araştırma önergesinin üzerindeki tarih,27 Eylül 1989… Aradan uzun bir süre geçmiştir… Bu süre içerisinde, yetkililer, yasaları, evrensel hukuk sistemini yok sayan açıklamalarda bulunmuşlar; alabildiğine kısıtlı olan, olağanüstü hal koşullarındaki hak arama kanalları kapatılmış; konuya, iddialara açıklık getirme şansı yitirilmiştir. Bu parlamento, görevini yapmalıdır. Parlamentonun şu anda sahip olduğu mekanizmalarla, bu görevin yapılması yönünde büyük engeller bulunmaktadır. Parlamentonun dinamik bir yapıya kavuşturulması, denetim mekanizmalarının, sonuç alıcı ve tatmin edici bir işleyişe ulaşması, bugün rejimin, dolayısıyla demokrasinin önündeki en önemli asli görevlerdendir.
Sayın milletvekilleri. Bu konuda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde grubu bulunan üç siyasi partinin yetkilileri veya temsilcilerinin, konuyla ilgili benzer açıklamaları olmuş; bu konuda yetkili kurullara benzer raporlar verilmiştir. Konunun çok ayrıntılarına girmek istemiyorum.
Konuyla ilgili olarak, 17 Eylül gecesi meydana gelen olayla ilgili olarak, TRT’nin ertesi gün yapmış olduğu açıklamalar; arkasından, aceleye getirilmiş şekilde Olağanüstü Hal Bölge Valisi’nin açıklamaları ve daha sonra Sayın Bakan’ın açıklamaları –elimizde belgeleri var- tamamen çelişkilidir. Terörist olduğu iddia edilen kişilerin öldürülme saatleriyle ilgili açıklamalar çelişkilidir.
Olayın siyasal partilere duyurulmasından sonra bölgede yapılan incelemelerde, olayın görgü tanıklarının anlatımları, bu konuda çok ciddi, inandırıcı delilleri ve açıklamaları muhafaza etmektedir; nitekim bu iddialar üzerine, Cumhuriyet Savcılığı bir soruşturma açmıştır. Ancak, bu soruşturmada, ilgili 285 sayılı Olağanüstü Hal Kanunu’nda değişiklik yapan kararnamenin bir maddesi gereği, savcılık, yetkisizlik kararı vermiştir. Yetkililerce, terörist oldukları iddia edilen Abbas Çiğdem, Sadun Beyan, Münir Aydın’ın babaları ile köy muhtarı Abdülkerim Beyan ve bir kısım köy halkının anlatımları, yetkililerin resmi açıklamalarıyla, tamamen, taban tabana zıttır. Bu konuda Bölge Valisi’nin, “Önemli üç tanık elimizdedir; bu tanıkların açıklamaların konuya açıklık getirecektir” şeklindeki açıklamaları boşlukta kalmış, konu bir türlü aydınlığa kavuşturulamamıştır. Sayın Bakan, gecenin 02.00’sinde Silopi’ye gitmenin mutat olmadığından, aynı gün Silopi’de pazar kurulmadığından bahsederek ilk açıklamada bulunmuş; arkasından, kamuoyunu ilgilendiren yoğun şikâyetlerden sonra, Bölge Valisi, 23 Eylül tarihinde yeni bir soruşturma açtığını söylemiştir.
Sayın milletvekilleri, karşılıklı iddiaların olduğu bir yerde, devlet ciddiyetiyle bağdaşır bir tutumla, idare, önyargıyla gelişigüzel bir açıklamada bulunamaz. Ortada bir hizmet kusuru vardır. Bunun soruşturması, idareye değil, bağımsız yargıya düşer. Otopsi ile ilgili olarak birçok spekülasyon vardır. Otopsi raporlarında, bu kişilerin ölüm saatleriyle ilgili hiçbir açıklamanın, hiçbir kaydın olmadığı konusunda iddialar bulunmaktadır. Anlaşılabilir, tatminkâr bir otopsinin yapılıp yapılmadığı konusunda kuşkular vardır. İdare, yürüttüğü soruşturmada, iddia sahibi köylülere baskı yapmıştır: bu konuda birçok köylüyü gözetim altına almıştır.
Sayın milletvekilleri, Olağanüstü Hal Bölge Valisi tarafından soruşturmanın açıldığı tarihten hemen sonra 28 Eylül tarihli basında bakınız Anavatan Partisi Genel Başkan Yardımcısı Sayın Demirel’in açıklamaları nasıl? Aynen okuyorum: “Bu insanlar masum değil, hain. Örgüte ajanlık yaptıkları için haindirler. Bu örgüte yardım etmişlerdir; komitelerini kurmuşlardır. Bu, yakalanan sanıkların itiraflarından anlaşılıyor. Yapılan araştırma sonucu, ele geçirilen belge ve tanıklar var.
Şimdi, Sayın Demirel, hangi hakla bu açıklamaları yapıyor? Kendisi, İçişleri Bakanlığı’nın bir mensubu mu, hükümetin bir mensubu mu; yoksa Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’nde, basına açıklama yapmakla yetkili, görevli birisi mi? İktidar Partisinin Genel Başkan Yardımcısı’nın bu açıklamaları yaptığı süreçte, yürütmenin emrindeki görevlilerin, objektif, adil bir soruşturma yapma şansı var mı, Sayın Milletvekilleri? Şimdi, olayla ilgili olarak, önemli tanık olarak ortaya çıkan ve biraz önce Sayın Bakan’ın açıklamalarında da yer alan… Silah seslerini duyan takviye güvenlik kuvvetlerinin Derebaşı Köyünden 3 tane kılavuzu alarak olay yerine gittiği şeklindeki açıklaması ve o süreçte Olağanüstü Hâl Bölge Valisi’nin, “Elimizde, önemli açıklamalarda bulunacak tanıklar var” dediği kişilerin basına yaptığı açıklamalar: “Eve geldik. Biz döndüğümüzde, diğer gençlerin, askerlerle birlikte karşı tepeye doğru götürüldüklerini gördük. Sabah saat 09.00 sıralarıydı. 1 – 1,5 saat sonra da, gençlerin gittiği yönden silah tarama sesleri ve roketatar gürültülerini duyduk. Biz askerle, gönüllü kılavuzluk için gitmemiştik, bizi zorla götürdüler” şeklinde açıklama…
Sayın Bölge Valisi’nin, çok önemli tanık dediği kişinin açıklaması şöyle devam ediyor: “Askerler olay yerinde görüldü. Orada 3 ceset vardı. Askerler bunlara ayrı ayrı ip bağlayıp çekiyorlardı. Uzaktan iple çekiyorlardı ki, cesedin altı mayınlanmış olabilir…
Soru: Saat kaç gibiydi?
Cevap: Sabahtı. Kolumda saat olmadığı için bilemiyorum.
Soru: Evine döndükten sonra neler oldu?
Cevap: Döndüğümüzde, daha önce alınan 6 kişinin, karşı tepede, elleri enselerinde, güneşte bekletildiklerini gördüm. Sanki esir almışlardı. Biz onları bekledik, gelsinler Silopi’ye gidelim diye. Ancak, askerle birlikte tepeyi aştılar. Bir süre sonra silahla tarama sesleri duyduk. Düşünmeye başladık, acaba onları vurdular mı, yoksa çatışma mı oluyordu diye…
Sayın milletvekilleri, bu sanıklar, aynı şekilde, yörenin geleneklerine uygun olarak, Anavatan Partisi’nin üç değerli milletvekiline ifade vermişlerdir. Mardin Milletvekili Sayın Nurettin Yılmaz…
Başkan:
Sayın Atalay, bir dakika lütfen… Çok değerli arkadaşlarım, inanıyorum ki, ülke sorunlarını tartışıyorsunuz. Öyle de olsa, bu çatı altındaki her görüşme zapta geçtiği için, hatibin sözünü kestiği anlarda, sizin de zapta geçme ihtimaliniz var; arz ediyorum.
Buyurun Sayın Atalay, devam edin.
Fuat Atalay (Devamla):
Sayın Nurettin Yılmaz, Sayın Kemal Birlik ve Sayın Nu rettin Dilek’ten kurulu üç kişilik heyet bölgede incelemelerde bulunmuş; yörenin gelenek ve göreneklerine göre, İslami Kitap Kur’an’a el bastırılmış ve bantlara kaydedilen ifadeleri alınmıştır. Bu ifadeler de, nitekim Anavatan Partisi Genel Başkanı’na ve Başbakan’a sunulmuştur. Değerli milletvekilleri, ya bu üç milletvekili gerçek dışı beyanlarda bulunmaktadır, gerçek dışı rapor düzenlemişlerdir ve Sayın Bölge Valisi’nin iddialarına göre, güvenlik kuvvetlerini zayıf düşürücü kampanya içerisinde yer almaktadırlar ya da inandıkları yurttaşlardan gördüklerini, olayın gerçek görgü tanıklarından gördüklerini ortaya koymakta, kamuoyuna açıklamaktadırlar. Böylesine ciddi iddianın bulunduğu ve siyası anlamda çok önemli olan, çoğunluk partisinin, İktidar partisinin bölge milletvekillerinin bu konudaki değerlendirmelerini ciddiye almamak, sanıyorum, sadece demokratik işleyişin kurallarıyla değil, aynı zamanda siyasetteki samimiyet unsurlarıyla bağdaşmaz. İddialar çok vahimdir. Sayın İçişleri Bakanı, maalesef, sanki altı tane tavuk ölmüştür gibi, meseleyi ciddiye almadan, basındaki açıklamalarının çok kısa özetini genel kurula beş dakika içerisinde sunmuştur. Nitekim şu anda da, bakınız, arkadaşlarımızın durumu ortadadır.
Konuşmamın başında söyledim, bu parlamento, demokratik mekanizmayı kaybetmiş: bu parlamento işlevini kaybetmiş ve bunun sorumlusu da, tabii ki, aslında çoğunluk partisidir. –öylesine bir işleyiş içerisindeyiz ki, bu Parlamento, çok ciddi konulan dahi görüşebilme, onlara çözüm bulabilme şansını yitirmiştir. Böyle bir parlamentoya halkın saygısı olmaz sayın milletvekilleri. Bu parlamentoya saygınlık kazandıracak olanlar bizleriz. Diyelim ki, bir komplo… Ciddi şekilde, bölücü örgütün mensupları olduğunu iddia ettiğiniz kişiler tarafından bu ifadeler verilmiş olabilir. Doğru Yol Partisi, sözcülerini ikna etmiş. Ana Muhalefet Partisi, bölgeye gönderdiği milletvekillerini ikna etmiş! Çoğunluk partisinin üç milletvekilinin, bu konuda raporlan var; ellerinde, sesleri kaydettikleri bantlar var…
Biraz önce genel kurulda konuşan değerli bir Anavatan Partili arkadaşım, yanlış şekilde de olsa –ki katılmadığımız bir belirleme yaptı- Türkiye’nin –tabii halkı kastediyorsa, o doğrudur- Müslüman olduğunu söyledi. Şimdi böylesine bir tespit yapılıyor. Bölge halkı, o dinin gereklerine göre ifade veriyor, kutsal kitabına el basıyor; bu da ciddiye alınmıyor ve Sayın Bakan, burada, hiçbir şekilde tatminkâr olmayan açıklamalarla konuyu geçiştirmeye çalışıyor.
Sayın milletvekilleri,
Olağanüstü Hal Yasası’yla ilgili 285 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 3 üncü maddesinin (i) fıkrası, bu konuda objektif bir soruşturma yapma şansını ortadan kaldırıyor, Doğal mahkemeler kanalıyla, bu iddialara açıklık getirmek mümkün değildir. Nitekim iddiaların ayyuka çıktığı dönemde, Sayın Bakan ve Sayın Bölge Valisi, “Savcılık açıklama yapmıştır” şeklinde, kamuoyunu teskin edecek yaklaşımlarda bulundu; ama kendileri de, savcılığın bir müddet sonra meseleyle ilgili yetkisizlik kararı vereceğini biliyorlardı. Arkasından, bakınız yapılan yanlışlıklara: Memurin Muhakematı Hakkında Kanun’a göre soruşturma yapmak gerekiyordu, 285 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’ye göre –ki, üzerinde çok büyük fırtınalar koparılan 413 sayılı Kararnameden çok daha onun temelini oluşturan bu Kararname- aradan iki buçuk yıl geçtiği halde, halen parlamentoya sevk edilmemiştir. 285 sayılı Kararnamede, demokratik düzenle hiçbir şekilde bağdaşmayacak birçok esas belirleme mevcuttur ve aradan iki buçuk yıl geçmiştir… Anavatan iktidarı, bu kararnamenin parlamentoda acilen görüşülmesini engellemiştir.
Buna karşın, yani böylesine kısıtlı, savaş hali hükümlerinin geçerli olduğu 285 sayılı Kararname dahi bölgede işletilmiyor. Mardin Valisi’ne talimat veriliyor…
Önce, savcılık devre dışı kalıyor. Savcıyla gidip görüşüyoruz. Savcı, “Ben, burada yargı erkinin görevini yerine getiremiyorum” diyor. “Sayın Savcı, otopsi yaptınız mı?” diye soruyoruz; tatminkâr cevap yok. Bu cesetlerin, helikopterden, 15 metreden atıldığı iddiaları var. Arkasından, Silopi İlçe İdare Kurulu’nun objektif bir soruşturma yapacağı elbette bilinmiyordu. Buna karşın, soruşturma, önce Mardin İl İdare Kurulu’na yaptırıldı; bunu Danıştay iptal etti, ; “Yanlış işlem yapıyorsunuz” dedi. Daha sonra da Silopi İlçe İdare Kuruluna gitti.
Kimlere gitti sayın milletvekilleri? Farazi olarak, sadece bir iki dakika için bu iddiaların doğru olduğunu kabul etsek, yani, bölgedeki güvenlik kuvvetlerinin –kasıt dışı diyelimböylesine suçsuz veya PKK ile bağlantısı olabilecek, onlann istihbarat teşkilatında çalışabilecek … Olabilir bütün bunlar; ama böylesine bir iddia var… Bir görev kastı, bir hizmet kusuru ortada var ise –bunu bir kabul edelim, olabilir- böyle bir hizmet kusurunun sorumlusu kimdir, son tahlilde? Bölge valisidir; yürütmenin oradaki unsurudur. Silopi İlçe İdare Kurulu kimdir? O hizmet kusuru yapan kişinin emrindeki insanlardır. Amirinin talimatlarına uymayacak objektif bir soruşturmanın yapılabilmesi dünyanın neresinde görülmüştür? Bu, mümkün değildir.
Sayın Bakan, burada “konu, yargıdadır; bunun için konuşmayalım ve bu araştırmayı açmayalım” diyor. Hâlbuki tam tersi; Savcı, yetkisizlik kararı vermiş; Mardin İl İdare Kurulu, “İddialar gerçek dışıdır” demiş; Danıştay bozmuş, ilçe idare kurulu aynı kararı vermiş, şimdi İl İdare Kurulu’nda, İl İdare Kurulu ise” eski kararında elbette direnecektir, Dolayısıyla, böylesine ciddi bir iddianın açıklığa kavuşturulması şansı ortadan kalkacaktır. Tek şansı vardır; o da bu parlamentonun bir Meclis araştırması kurulunu oluşturması, onları bölgeye göndermesi, yurttaşlarla, sorumlularla, yetkililerle görüşüp, meseleyi aydınlığa kavuşturmasıdır.
Bakınız, elimde bir rapor var; diyor ki; “Halkın can güvenliğini ortadan kaldıran bu iddianın üzerine gidilmez, olay aydınlığa kavuşmazsa…
Başkan:
Sayın Atalay, süreniz tamamlandı; toparlamaya çalışınız lütfen.
Fuat Atalay:
Sayın Başkan, izin verirseniz, önerge sahibi olarak devam edebilirim ve böylece konuşmamın insicamı. ..
Başkan:
Yalnız, biliyorsunuz, gruplar adına konuşmalar tamamlanmadan, şahıslar adına, önerge sahibine söz verme imkânımız yok. Onu bilahare, Doğru Yol Partisi Grubunun değerli sözcüsü de konuştuktan sonra yapacaksınız efendim. Toparlamaya çalışın, devam buyurunuz lütfen.
Fuat Atalay:
Toparlıyorum. “Halkın can güvenliğini ortadan kaldıran bu iddianın üzerine gidilmez, olay aydınlığa kavuşmazsa, telafisi mümkün olmayan ve büyük boyutlara varabilecek olaylara engel olunamayacaktır.
İddia, mutlaka soruşturma konusu yapılmalıdır, iddialar doğruysa, halkımıza, İktidar Partisi’ne, hükümete, ülkeye ve dolayısıyla devlete karşı bir komployu güden karanlık kişilerin maskeleri düşürülmeli ve derhal adalete teslim edilmelidir. Millet Meclisi’nde olayla ilgili bir araştırmanın kaçınılmaz olduğunu kabul etmemiz halinde, bu, hükümetimizin, insan haklarına verdiği önemin kanıtı olacaktır. Halkımızı korkusuzca yaşama özgürlüğünden bıktıracak bu tür olayların aydınlatılmasında gerekeni yapmalıyız. Aksi takdirde, halkımızı başka odaklara itmiş olacağız.”
Bunu, üç değerli Anavatan Partili milletvekilinin hazırlamış bulunduğu rapordan aldım. Nitekim yetkisizlik karan veren Silopi Savcısı’nın benzer iddiaları, rapor olarak elimde bulunmaktadır; ancak, Anayasa’yı ters işleten, bir yetkiyi suiistimal ederek, kanun hükmünde kararname mekanizmasıyla parlamentoyu devre dışı bırakan bir mekanizmayla, savcının elinden bu yetki alınmıştır, biraz evvel arz ettiğim 285 sayılı Kararname dolayısıyla.
Sayın milletvekilleri, olayın ciddiyeti ortadadır. Güney doğu’da yaşanan sıkıntılar, gözyaşları, bu parlamentonun sorunudur. Açıklık içerisinde, sorunların çözüleceği, dünyadaki bütün siyasal, sosyal olaylar incelendiğinde, hemen gözlerimizin önüne gelir. Parlamentonun… bu kanun hükmünde kararnamelerle eli kolu bağlı kalıyor, Meclis araştırması önergeleri, çoğunluk partisinin oylarıyla devre dışı bırakılıyor. Güneydoğu’da çok ciddi sıkıntıların yaşandığını, sorunların boyutlarının ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Böylesine bir iddianın açıklığa kavuşturulması, Parlamentonun uzun süredir yapmadığı görevini yapmasına neden olabilir.
Nitekim şimdi elimizde böyle bir şans da vardır; üç siyasal parti milletvekillerinin, benzer raporlan vardır. Eğer bunlar da devre dışı bırakılırsa, sadece parlamentonun işleyişine son verilmez; onun dışında, çok daha vahim gelişmeler olabilir; o da şu olabilir: Bir siyasal çoğunluğun, kendi milletvekillerine güvenmediği anlamına da gelir ki, bunun doğuracağı ciddi sıkıntıları, sorunları hep birlikte, sanıyorum, tahmin edebiliriz.
Bu düşüncelerle, Sosyaldemokrat Halkçı Parti Grubu olarak, böylesine önemli bir iddianın açıklığa kavuşması, zan altında bulunan güvenlik kuvvetlerimizin bu zandan kurtulması ve belirli mihraklann uydurması ise, bu uydurmayı yapan belirli kampanyaların da yargı önünde cezalandınlmasının yolu, ancak bu araştırma önergesinin onaylanmasıyla mümkün olacaktır görüşündeyiz. Bu konuda destek verilmesi dileğiyle, Genel Kurul üyelerine saygılar sunuyorum. (SHP sıralanndan alkışlar)
Başkan:
Teşekkür ederim Sayın Atalay. Doğru Yol Partisi Grubu adına Grup Başkanvekili Sayın Vefa Tanır, buyurun. (DYP sıralarından alkışlar)
DYP Grubu Adına Vefa Tanır (Konya)
Muhterem Başkan, muhterem arkadaşlarım; bugün, yine, Meclis’te bir tarihi görevimizi yapıyoruz. Aktif görevin dışındayız; çünkü şu anda görüştüğümüz Meclis araştırması önergesi, ağır iddialar öne sürüyor ve diyor ki, “Devri iktidarınızda 6 kişiyi dağda öldürdünüz.” İddia bu ve iddia sahibi, 67 kişi. İddia büyük… 67 kişi, davasını dinlemiyor bile; var mı şimdi iddia cenahından 67 kişi burada? Peki, bu ağır iddianın muhatabı devri iktidar sahipleri ne ile meşgul hala? Bilmiyorum, savunması tatmin etti mi sizi? Bunu burada bırakamazsınız…
Silopi olayları, bir nevi Güneydoğu olaylarıdır. Hala, Güneydoğu olaylarına teşhis koyamamış isek, hala, Güneydoğu olaylarını, zabıtlara, tarihe konuşacak isek, Yüce Parlamento, vazifesini yapmıyordur. Ağır bir iddia, 234 gün sonra buraya geliyor. Yani, 234 gün, bu konu, dedikodudan ibaret… Büyüyerek gidiyor kulaktan kulağa ve bugün bile burada konuşurken, meseleyi bir taraflı alıyoruz; Sayın Bakan da öyle aldı, önerge sahipleri de öyle aldı. Silopi olayları 17 Eylül’de olmuş, önerge 27 Eylül’de verilmiş… Peki, 20 Eylül’de ne olmuş? Bunu, Silopi olaylarının içinden ayırıp atabilir misiniz? Niçin, 10 gün sonra verilen bu önerge, bu manzarayı içinde taşımıyor? Silopi olaylarının içerisinde, kaymakamlığı basma 2000 kişinin Türk bayrağını yırtması var, “Kahrolsun Türkiye” diye bağırması var…
Fuat Atalay:
Sayın Tanır, önergeyi okuyun, hepsi var orada.
Vefa Tanır:
Bu olayları, ne tek yönlü incelersek ve ne de hafife alırsak huzur içinde oluruz. Bu Silopi olayları konusunda Sayın Bakan demin dedi ki; “Olay şu saatlerde oldu, sonra 15-20 kişi Cudi Dağı’na doğru kaçtı.” Olay zaten Cudi Dağı’nda, Cudi Dağı’nın üzerinde oluyor! Olayın olduğu yer Derebaşı Köyü’ne yakın: Derebaşı Köyü’nden silah seslerini duyma imkânınız var. Olay, gece saat 02.00 sularında oluyor. Sonra, sabah olayda ölen 6 kişinin sahipleri bir iddiada bulunuyor: “Biz bu 6 kişiyle beraber pazara gidiyorduk; bunlar gece dağda ölmediler, vuruşmadılar. Sabah olay yerine imdada giden bir tim tarafından “Gelin, bize yol gösterin” denilerek alınıp, yol göstermeye götürülen bu 6 kişi de saat 12.00-13.00 arasında kurşuna dizildi. Gece 3 kişiyi öldürmüşlerdi, 6 da götürdüklerini öldürdüler; işte 9 kişi bu” diyor. İddia bu…
Biz, yargıda vazife görmüş İnsanlar değiliz. Her ne kadar milletvekili de olsak, tahkikatta, yargı mensupları gibi, olayı deşme imkânımız, anlatanları yönlendirme imkânımız yoktur; ama buna karşın, benim dinlediğim Silopililerle, Fuat Atalay’ın dinlediği Silopililer’in beyanları birbirine uymuyor. İşte, hata buradan geliyor. “Bunun üzerine derhal eğilin” dediğim, ondan geliyor. Ben, doktor olarak dinliyorum, bir başkası, milletvekili sıfatıyla bir başka meslekten dinliyor; ama olay doğru, bir ise, dinleyenlerde aynı intiba olur. Benim o günkü tetkiklerimden çıkardığım şu: Sabah 2 tane ayrı tim var. Biri sabah köyden 3 kişiyi alıyor. “Bizi köye götürün” diyor bu başka bir tim. Sonra aşağıda pazara giden 4 kişiyi ve koyun otlatan 2 kişiyi başka bir tim alıyor ve başka bir taraftan gidiyor.
Birinci timin olay yerine götürdüğü 3 kişiyi dinledim, “Siz, olay yerine gittiniz, kaç ölü gördünüz?” dedim. “Uzaktı, göremedik, bizi oraya kadar yaklaştırmadılar” diyorlar. İkincisi, birinci timin götürdüğü kişiler, Sayın Atalay’a, “Biz döndüğümüzde 6 kişi dağın böğründe, elleri duvara dayanmış duruyordu” diyorlar.
Fuat Atalay:
Bana söylemiyorlar. Siz, konuşmamı dinlemediniz herhalde?
Vefa Tanır:
Hayır, arkadaşlara söylüyorlar, basına söylüyorlar; söyleniyor, Mesele, söylenilenleri kapatmak.
Fuar Atalay:
Hayır, basından okudum bunları.
Vefa Tanır:
Hâlbuki birinci tim, dağa gidip de geri döndüğü anda, ikinci timin götürdükleri zaten dağı aşmış olurlardı, orada o kadar beklemezlerdi. Bu araştırmanın ağırlığı şuradadır: Ölen 6 kişinin sahibini eğer devlete iftira eder duruma getirmişsek, mesulü biziz, ölen 6 kişinin sahibi, devlete iftira ediyor; “Pazara giderken, aldın, götürdün, dağda kurşuna dizdin” diyor. Bu araştırmaya buradan yaklaşırsanız kıymeti var. Niye bu insanları devlete iftira eder hale getirdik? Sonra, dağda ölmüş bu insanlar, Çanakkale’de ölmüş insanların muamelesine tutuluyor, cenazeleri kaldırılıyor, 2 bin kişi kaymakamlığı taşlıyor, “Kahrolsun Türkiye Cumhuriyeti diyor; kaç gün sonra; 3 gün. Olayın bence ağırlığı bu iki husustur. Devletin bayrağının taşındığı yerin taşlanması, olayın ağırlığıdır. Olayın ağırlığı; eğer bu 6 kişi, iddia edildiği gibi öldürülmediyse, benim vatandaşım, benim devletime, Silopi’ye, o civarda yaşayan insanlara hayat hakkı tanıyan emniyet kuvvetlerine, güvenlik kuvvetlerine iftira eder hale gelmesindedir.
“Gördüm; vurdu, sesini duydum” diyor, bunu diyen var. Tahrikle mi, yalandan mı, neden diyor; ama bunu diyor… Muhterem arkadaşlarım, ben bu tahkike gittiğimde de söyledim yetkili kişilere: Bunu oylayamazsınız; en azından, raporu açıklayın. Oraya bir doktor gitmiştir, bir savcı gitmiştir; gece karanlıkta olan bir müsademe var. Müsademedeki ölüyü, böyle güzelce duvara, kenara dayayarak bu olay olamaz; bunların dokuzu da perperişan bir vaziyette yerlere düşmüştür. Doktor saat 14.00’te gidiyor; gece 02.00’ de ölen adam da, saat 14.00’te doktor oraya gittiği zaman, ölüm sertliği teşekkül etmiştir, iddiaya göre, bu 6 kişi eğer sonradan öldürülse, bunlar rahatça dizilmiş, elleri arkaya bağlanmış olur ve bu 6 kişinin toprağa düşüş şekilleri bellidir. Bu da savcı’nın raporunda vardır. Bunu açıklayın. Doktorun raporunda da bu olacaktır; gece saat 02.00’de ölen insanla, eylül ayının öğlen sıcağında ölen insan arasında fark vardır, öğleyin ölen insanda –iddiaya göre eğer saat 14.00’te vurulmuşsa- ölü sertliği yoktur; çünkü doktor saat 15.00’te oradadır.
Bu kadar insanı, ikna edecek güç elinizde iken, 234 gün sonra hâlâ konuşturursanız, Hükümet bu konuya ağırlık vermiyor demektir. Hükümetin buradaki savunmasında, ben, en azından bu raporu istiyordum. Çünkü bunun gizliliği, mahremiyeti, yargıyı etkileyen tarafı yoktur; ama beni ikna ederdi. Diğer taraftan da diyorum ki, meçhul olan bu konuda, devlet cinayet mi işlemiştir, 6 kişiyi mi öldürmüştür; yoksa devlete, benim vatandaşım, iftira mı etmektedir?
Bu önergeyi veren ve bu ağır iddiada bulunan bu 67 kişinin, en azından, bu konuyu takip etmeleri lazım gelirdi. Muhterem arkadaşlarım, altı kişi öldü, yedi kişi öldü… Bunun esası Güneydoğu’dur ve konunun derinliği vardır. Güneydoğu olaylarını böyle iddia eder, Meclis’ten kaçarsak, iddianın karşısına, deminki gibi bir savunma ile geçersek, bunun altından kalkamayız; bu da, bu devletin faciası olur. Teşekkür ediyorum. (DYP sıralarından alkışlar)
Başkan:
Teşekkür ederim Sayın Tanır. Anavatan Partisi Grubu adına Sayın Mehmet Kahraman; buyurun efendim. (ANAP sıralarından alkışlar)
ANAP Grubu Adına Mehmet Kahraman (Erzurum):
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri:
Diyarbakır Milletvekili Fuat Atalay ve 67 arkadaşının, Mardin İli Silopi İlçesi Derebaşı Köyü yakınlarında 17.9.1989 tarihinde meydana gelen olayla ilgili olarak, olaydaki iddiaları açıklığa kavuşturmak ve olayın sorumlularını tespit etmek amacıyla verilen araştırma önergesi üzerinde Anavatan Partisi Grubu adına söz almış bulunuyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Sayın milletvekilleri, hepinizin bildiği gibi, İktidarımız, göreve geldiğinden bu yana, yurdumuzun yıllarca ihmal edilmiş altyapı ve ekonomik kalkınmasına yönelik birçok meselesine çözüm getirerek, bu yolda büyük bir mesafe almaya çalışmıştır. Diğer yandan, geçmişten gelen birikimle patlak veren Güneydoğu Anadolu’daki terörle mücadelenin, adi bir zabıta vakasıyla mücadeleden çok daha farklı olduğunu hepimiz takdir etmekteyiz. Bunun şuurunda olan hükümetimiz, bir yandan, güvenlik güçlerimizi, silah, araç ve gereç bakımından modernize ederken, diğer yandan da, teröre karşı özel timler oluşturarak, mücadele kabiliyetini yükseltmiştir. Güneydoğu’daki yıkıcı eşkıya faaliyetleriyle mücadeleyi, sadece polisiye tedbirler alarak değil, bölgenin temel altyapı ve sorunlarıyla da ilgili, ekonomik, kültürel ve eğilim problemlerinin halledilmesi yönünde tedbirler alarak yapmaktayız. Bundan dolayıdır ki, iktidara geldiğimiz günden bu yana, doğuda elektriksiz ve telefonsuz köy bırakmadık. Yol konusundaki problemler, iki elin parmaklarını geçecek sayıdan da aza düşmüştür.
Sayın milletvekilleri, ülkemizdeki terörle mücadelede, bütün siyasi partilerimizin, anayasal kuruluşlarımızın, basın ve kamuoyumuzun, hiçbir grup veya siyasi görüş mensupları yanında yer almadan, yani, hassasiyetle, birlik ve beraberlik içerisinde tavır koymalarından da memnuniyet duymaktayız. Bu durumun, vatandaşımızın mal ve canını korumada, huzurunu muhafazada canını bile vermekten çekinmeyen güvenlik güçlerimize büyük bir moral verdiği izahtan varestedir. Bu güçlü birlik ve beraberlik ortamından dolayı, ülkemizde terör, eskiden ulaşabildiği sonuçlara ulaşamamış, ara rejimleri getirmeye muvaffak olamamış, yurdun bölünmez bütünlüğüne de zarar verememiştir.
Sayın milletvekilleri, bizler, huzurla evlerimizde otururken ve işyerlerimizde işimizin başındayken, Güneydoğu” da yaz-kış ve gece – gündüz demeden, dağ başlarında, ıssız vadilerde, vatandaşımızın huzuru, ülkemizin bölünmez bütünlüğü için, eli tetikte görev yapan güvenlik güçlerimizin bizlerden beklediği, sadece maddi taleplerinin karşılanması değil, aynı zamanda, verilecek moral güçle kendilerini yalnız bırakmamaktır. 17 Eylül 1989 tarihinde Mardin ili Silopi İlçesi Derebaşı Köyü yakınlarında bir grup terörist ile güvenlik güçleri arasında çıkan çatışma sonunda 9 terörist ölü olarak ele geçirilmiştir. Olayların gelişme ve safahatı konusunda Sayın İçişleri Bakanı, bu kürsüden, biraz önce teferruatlı malumat sundular.
Ben, burada teknik ayrıntılara girmek istemiyorum; ancak, kafamdaki şu sorulara cevap arıyorum: Türk askeri, Türk polisi, bu vatanın özbeöz evladıdır. Günahsız, masum bir vatandaşımıza, üstelik onun mal ve can güvenliğini korumakla görevli iken, neden silah çeksin? Güvenlik güçlerinin, teröristlerle dağ başında yaptıkları silahlı çatışmada, “masum vatandaş” diye iddia edilen şahıslar, teröristlerle beraber, gecenin o vaktinde nasıl bir aradaydılar? Güneydoğu’da şimdiye kadar, masum yüzlerce vatandaşımızı, bir o kadar kadın ve çocuğu, acımadan, hunharca katleden terör örgütlerinin yaptığı insanlık dışı vahşet, hangi akla sığmaktadır? Bu, kimden yana bir tavırdır?
Değerli milletvekilleri, güvenlik güçlerimizin, terör örgütü ve eşkıyaya karşı birçok şehit vererek yaptığı mücadele, kanunların kendisine verdiği yetkiler çerçevesinde huzur ve güvenin tesisi yolundadır. Şüphesiz, hukuk devletinde yaşıyoruz, Eğer, verilen mücadelede, kanun dışı bir taraf meydana gelirse, zaten bunu hiçbir yetkili hoş karşılamayacak ve yargı organları görevlerini yerine getireceklerdir; Ancak, asılsız iddialarla, güvenlik güçlerimizin demoralize olmalarına yol açacak beyan ve davranışlardan, herkesin, her siyasi partinin şiddetle kaçınması gereklidir. Üzerinde bulunduğumuz ve Misakı Milli hudutlarıyla çizilen bu vatan topraklan üzerinde, şimdiye kadar olduğu gibi, bundan böyle de, ülkemizi bozmak ve parçalamak, insanlarımızı, modası geçmiş rejimlere peşkeş çekmek isteyenlere, eşkıya örgütlerine hiç kimse pabuç bırakmayacaktır.
Sayın Başkan, Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında toplanan siyasiler olarak bizler, sanırım ki, herkesten daha ziyade duyarlı olmaya mecburuz. Buradaki sorumluluğumuz, dışarıdaki vatandaştan elbette daha ağırdır. Bugün yönetiminden sorumlu olduğumuz bu vatanı, gelecek nesillere teslim etme mükellefiyetimizi unutmamak zorundayız. Gelecek, bizi tarih olarak istikbalin nesillerine takdim ederken, bugünkü yazmakta olduğumuz tarihe layık bir davranış ve tutum içinde olmak mecburiyetindeyiz. Binlerce şühedanın kanı ve canı pahasına bize teslim edilen bu mukaddes toprakları ve hürriyetçi rejimi zedelememek için son derece de hassas olmamız gerekir. Aksi halde., değil gelecek nesilleri, mazinin şerefli yiğitlerini de manen huzursuz kılarız.
Türkiye, bir hukuk devletidir; hem de, bütün kurallarıyla işleyen bir demokrat idare mevcuttur. Hiçbir tesir ve etki altında kalmadan, bağımsız karar veren mahkemeler mevcuttur. Hiçbir tesire, etkiye boyun eğmeyen cumhuriyet savcıları vardır. Bu nedenle, her gün, seçmene selam vermek gayretleri içine girme de, hiç kimseye bir yarar temin etmeyecektir. Canını dişine takarak, gece-gündüz, kar-kış demeden, milli bütünlüğümüz için çetin ve başarılı mücadele veren şerefli askerlerimizi ve polisimizi töhmet altında bırakmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Muhalefetin, denetim görevindeki gayretlerinden memnun oluyoruz, saygıyla karşılıyoruz: ancak, devlet güçlerine hep şüpheyle bakarak, her olayın altında kanunsuzluk aramak, kulaktan dolma haberleri, olayların gerçek senaryosu gibi takdim etmek, hiç kimseye fayda temin etmeyecektir.
Cumhuriyet döneminin başından bu yana, polis ve jandarmamızın münferit hataları ve yanlışları olmuştur. Nihayet, onlar da et ve kemikten müteşekkil insanlardır; fakat bunlar her zaman gerekli cezayı görmüşlerdir, bundan sonra da görmeye devam edeceklerdir. Bu istisnai olayları çoğunluğa atfetmeye kalkarsak, vatanperver, namuslu devlet güçlerinin mukavemetini ve azmini kırarız; bunun zaran da, sanınm ki, tüm ülkeye olacaktır. Muhterem milletvekilleri, vatanımızın hangi köşesinde olursa olsun, bu vatanın evlatlan, istisnasız, aynı hak ve hukuka sahip, birbirine rüçhanıyeti olmayan insanlardır. Farklı bakışlar, bölücü, yaralayıcı tavır ve davranışları şiddetle reddediyoruz. Kanaatimce, vatana ve millete bundan daha büyük hıyanet olamaz.
Zira Anadolu toprakları üzerinde yaşayan, 55 milyona ulaşmış ve bu vatandaşların hepsi, en azından bin yıldan beri bir arada yaşayarak bugüne gelmiş bir ecdadın, bir silsilenin, bir neslin torunlarıdır. Çanakkale’de, Kocatepe’de, Allahüekber Dağları’nda, hatta Yemen’de herkesin dedesinin, babasının kanı kalmıştır. Bu milletin, en azından bin yıllık kültür hamurunda yoğrulmuş olmaları yanında, aynı kıbleye yönelen, aynı mabette ittihat eden, aynı Mevtaya iman eden bu İnsanları birbirinden tefrik etmeye hiç kimsenin gücü yetmeyecektir, Zaten, benim vatandaşımın, sade Anadolu insanının böyle bir düşüncesi, kaygısı da yoktur.
Batıdan doğuya, kuzeyden güneye, İnsanlar –akrabalık dâhil- bir sürü maddi ve manevi bağlarla bağlanmıştır, birbiriyle meze olmuştur. Özellikle, dış güçlerin, içimize atmak İstedikleri fitne tohumlarını kurutmak için, iktidarlarıyla, muhalefetiyle elbirliği etmek, bu musibetin üzerine gitmek, bizlere tarihi ve vicdani bir borçtur.
Başka ülkeler, içindeki çok farklı ve ağırlıklı tefrika unsurlarına ve cereyan eden olaylara karşın birlik ve beraberlik içinde olduklarına göre, biz, neden birlik ve kardeşlik içinde olmayalım? Olan olaylar karşısında, mahkemeleri ve savcıları niçin yok sayalım? Bizler, işleyen demokrasi içinde, bu meclisin” olayları araştırmasına asla karşı değiliz; fakat her olayın, akla gelen her hadisenin Meclis araştırması konusu yapılması ile Anayasamızın 98 inci maddesiyle tanınan bu yetkinin anlamını yitireceği kanaatindeyim. Bildiğiniz gibi, Meclis gündemi sırada bekleyen bu belgelerle bir hayli yüklü hale gelmiştir. Bu anayasal hakkın da ağırlığını yitireceğinden endişe etmekteyim.
Sayın milletvekilleri, önerge sahibi sayın milletvekili ve arkadaşlarının önergelerinde Cumhuriyet Savcısının verdiği yetkisizlik kararının ve diğer mercilerce verilen kararların, yeterli görülmediğini tespit ediyoruz. Hukuk devleti, olan ülkemizde bunu izah etmek mümkün değildir.
Ayrıca, bu önergenin, ülke bütünlüğüne ve demokrasiye işlerlik kazandıracağı vurgulanmaktadır. Altını çizerek söylüyorum, ülke bütünlüğü ve demokrasimiz için Meclis gündemini dolduran sayın milletvekilinin, seçim bölgesinde yaptığı ülke bütünlüğünü zedeleyici konuşmalarından dolayı dokunulmazlığının kaldırılması istenmektedir. Dolayısıyla, önergedeki ifadeyle, hayata yansıyan ifadeler birbirinin tam tersi durumundadır. Olay üzerine yetkili merciler el koymuşlardır, tahkikatlar yapılmıştır, kararlar verilmiştir; halen de, tahkikat, ilgili mercilerin önündedir. Bölgeye, ayrıca, tahkik ve inceleme için, Meclis’teki siyası gruplarımızı temsil eden milletvekilleri de gitmiş, konuyu tetkik etmişlerdir.”
Sonuç olarak; devlet güçlerini töhmet altında tutmak, onların azmini kırmak veya bir yerlere mesaj vermekten başka hiçbir anlam ifade etmeyen bu önergenin kabul edilmemesi kanaatinde olduğumu Anavatan Grubu adına takdirlerinize arz ederim. Saygılar sunarım. (ANAP sıralarından alkışlar)
Başkan:
Teşekkür ederim Sayın Kahraman. Önerge sahibi…
Fuat Atalay:
Sade önerge sahibi olarak değil, sataşma da var, onu da ayrıca cevap vereceğim.
Başkan:
Onun takdirini Başkanlığa bırakın Sayın Atalay. Gruplar adına yapılan görüşmeler tamamlanmıştır. Önergedeki imza sahipleri adına zatı âliniz mi söz istiyorsunuz?
Fuat Atalay:
Evet. Ondan sonra da, lütfen tutanakları getirtin, inceleyin; benim, ülke bütünlüğüyle ilgili olarak, dokunulmazlığımın kaldırılmasıyla ilgili, önergeyle ilgisi olmayan bir değerlendirme yaptı ve parti grubu adına 67 milletvekilinin verdiği böylesine ciddi önergeyi, demagoji yaparak başka yere götürdü. Bu anlamda sataşma olduğu için, ayrıca konuşma hakkı istiyorum.
Başkan:
Şimdi, zatıaliniz, içtüzük uyanca, gruplardan sonra, önergedeki imza sahipleri adına ve 10 dakika süre ile konuşacaksınız, Buyurun.
Fuat Atalay:
Ondan sonra da sataşmadan dolayı söz istiyorum.
Başkan:
Efendim, tespit ettim. Zabıtları getirteceğim, tetkik edeceğim, buyurduğunuz gibiyse, tabiatıyla söz vereceğim. Önergede imzası bulunanlar adına Sayın Fuat Atalay, buyurun.
Fuat Atalay:
Sayın Başkan, sayın milletvekilleri:
Çok ibret verici… Aynı çatı altında bulunmaktan büyük üzüntü duyduğum böylesine talihsiz bir konuşma tutanaklara geçti. Bunu ibretle inceleyeceğiz, göreceğiz. Sayın Kahraman, Ana Muhalefet Partisi’ne demokrasi dersi veriyor! Hangi hakla veriyor?’ Bağlı bulunduğu Türk-İslam sentezi ideolojilerinin, parti içerisinde belirli militan gruplara peşkeş çekilmesi amacı için mi veriliyor? Beyanatlarına bakınız: “Polis ve jandarmanın büyük hataları olmuştur” diyor; tutanaklarda var.
Bunu hangi hakla söylüyorsun Sayın Kahraman? Demek ki, sen de, Türk güvenlik kuvvetlerinin zayıf düşürülmesi, morallerinin bozulması konusunda karanlık bir kampanyanın unsurusun. Böylesine demagojilerle bir yere gidemeyiz sayın milletvekilleri. Sosyaldemokrat Halkçı Partinin vermiş olduğu araştırma önergesini lütfen dikkatle okuyunuz.
Sayın Tanır, önerge ile ilgili olarak yapılan beyanların farklı olduğunu söyledi. O günkü basına baktığımızda üç siyasal partiye, aynı şekilde ifadeler verildiği görülür.
Ben burada; Bölge Valiliği’nin “önemli tanıktır” diye söylediği iddialara yer verdim ve şöyle diyoruz: “Hükümet binası önündeki olayları tasvip etmek mümkün değildir. Ancak, bu olay, esas iddiaları başka yönlere çekmek; bu iddiaları, yansız ve önyargısız bir biçimde incelememek için bir gerekçe olamaz. Olaydan 48 saatten fazla bir zaman geçtiği halde, Mardin Vali Vekilinin, yurttaşların şikâyetleri ile ilgilenmemesi, olaya sürekli olarak önyargılı yaklaşması da, kabul edilebilecek bir tutum değildir. Yukarıda özetlenen resmi yaklaşımlar, hukuk devleti ilkesi ve ciddiyeti ile bağdaşmaz. Burası çok açık bir şekilde bilinmelidir ki, çok zor koşullarda görev yapan güvenlik kuvvetlerini, hiçbir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı zayıflatmak, zor durumda bırakmak istemez. Ancak, bir kısım görevlilerin ihmallerini, hatalarını da bütün görevlilere mal etmek, anlaşılamayacak bir yanlıştır.
Ortada çok ciddi ve aydınlanması gereken bir iddia vardır. Bu iddianın sahibi biz değiliz; bu iddianın sahibi ortadadır. Bu iddianın vahimliği kadar, resmi makamların açıklamalarındaki iddialar da vahimdir. İddia sahiplerine, iddialarını ispatlama olanağı, zan altında kalan bir kısım görevlilere de bu zandan kurtulma şansı verilmelidir. Konu ile ilgili birçok soru henüz aydınlığa kavuşamamıştır.
Öldürülen kişilere ait otopsi raporları tatminkâr mıdır’? Ölüm saatlerini gerçekçi bir şekilde belirlemekte midir? Bütün bu sorular, bütün bu iddialar niçin açıklığa kavuşturulmaz?” Sayın Kahraman Anavatan Partisi Grubu adına yapmış olduğu ve çok talihsiz olarak değerlendirdiğim konuşmasında, hukuk devletinde yaşadığımızı söyledi; “Bu asılsız iddialar güvenlik kuvvetlerinin moralini bozuyor dedi. Peki, o halde, siz hukuk devletinde olduğunuzu iddia ettiniz, kendi Hükümetiniz, 413 sayılı Kararname ile getirilen ve bölgedeki olaylarla ilgili faaliyetleri yanlış aksettirmek ya’ da gerçek dışı haber ve yorumlar yapmakla bölge halkının heyecanlanmasına neden olan, güvenlik kuvvetlerinin görevlerinin gereği gibi yerine getirilmesini engelleyen, idari takdirle belirlenen, yayın organlarının bölge dışında basılmış olması, hukuk devleti ilkesiyle bağdaşır mı? Olağanüstü hal bölgesinde, bağımsız yargı unsurları da dâhil olmak üzere, onların görevlerinden alınması, başka bir görev verilmesi, bağımsız hukuk devleti, önyargısız hukuk devleti sistemi ile bağdaşır mı?
“413 sayılı Kararname’nin getirmiş olduğu birçok düzenleme; TRT yayınlana ambargo konulması, basına sansür konulması; şu anda Ana Muhalefet Partisi’nin bölgede yaptığı incelemelerin, Anadolu baskılarıyla, İstanbul, Ankara baskılanın değişik olması; çift kalıplar, çift sansür kullanılması, hangi hukuk devleti ilkesinde, hangi hukuk devletinde vardır?” diye sormak istiyorum.
(ANAP sıralarından “Kimden yanasın?” sesi)
Benim kimden yana olduğum gayet açıktır sayın milletvekili; merak ediyorsan araştırırsın. Ben, ülkenin bütünlüğünden, birliğinden; demokrasi içerisinde, sınırsızca özgürlüklerin kullanılmasından yanayım: ama “Kültür hamurunda Yoğrulduk” derken, Anadolu toprağında yaşayan başka bir etnik kökenin dilini yok sayan anlayıştan yana da değilim sayın milletvekili.
Onural Şeref Bozkurt (Ankara):
Türkiye” de o manada başka bir etnik köken yoktur.
Fuat Atalay:
Vardır. Onun tartışmasını ben burada yapmak istemiyorum. Bu konuda Meclis Başkanlığı’ndan söz istedim; o konuya ayrıca gireceğim. Üzülerek şunu belirtmek istiyorum. Gerçeklere, gözümüzü, kulaklarımızı tıkamakla sorunları çözemeyiz. Böylesine ciddi iddiaların bulunduğu, kamu vicdanının ciddi şekilde zedelendiği bu ortamda, bu meselenin aydınlığa kavuşturulması gerekmektedir; bunun da yolu, Yüce kurulun bu araştırma önergesine, “evet” oyu vermesidir. Aksi takdirde, iddialar açıklığa kavuşamayacaktır ve demokratik mekanizmalar kapatılacaktır. Bu duygu ve düşüncelerle Genel Kurul üyelerini saygıyla selamlıyorum. (SHP sıralarından alkışlar)
Başkan – Teşekkür ederim Sayın Atalay. Böylece araştırma önergesi üzerindeki ön görüşmeler tamamlanmış bulunmaktadır.
Şimdi önergeyi oylarınıza sunacağım:
Meclis araştırması açılmasını kabul edenler…
Kabul etmeyenler…
Meclis araştırması açılması kabul edilmemiştir!
Celal Başlangıç’tan …
“Büyük operasyon”
Gazeteyi görünce Haber Müdürünü aradım:
“Nasıl olmuş haber”
“Hah, işte böyle ya canlı, heyecanlı haber istiyordum. Çok güzel, çok güzel, eline sağlık.”
Hiç istifimi bozmadan iki sözcük söyledim:
”Haber yalandı.”
Uzun bir seslik oldu telefonun öbür ucunda. Neden sonra bir fısıltıyla geldi yanıt:
“Sus, kimseye söyleme!”
O yıllar, “devletin aleyhinde olmadıkça sallamak serbest gazeteciliği” revaçtaydı.
Ben de o gün 40 yıllık gazeteciliğimde ilk ve son yalan yazma hakkımı kullanmıştım.
Yandaşların yalanları birbirini tutmuyor
26 Eylül 2015 Cumartesi gününün gazetelerine bakınca yıllar önceki bu yaşanmış hikâye geldi ister istemez aklıma.
Çünkü “havuz medyası’yla, “yavuz hırsız medyası”yla özellikle yandaş gazeteler, hem de daha fütursuz biçimde 1980’li, 90’lı yılların “merkez Mehmetçik medyası”na çoktan dönmüşlerdi.
Önceki gece Beytüşşebap’ın resmi dairelerine PKK saldırmış, iki asker yaşamını yitirmişti. Ardından başlayan operasyonlarda da köyler, mahalleler basılmış, bombalanmış, üç sivil atılan bir bombayla, bir ambulans şoförü de açılan ateş sonucu öldürülmüştü.
Genelkurmay da saldırı sonrasında gerçekleştirilen operasyonla ilgili bir açıklama yapmıştı:
“Bilahare İnsansız Hava Aracı, hava kuvvetleri ve helikopterler desteğinde uzman personelden oluşan birliklerimiz tarafından yapılan koordineli operasyonlar sonucunda, şu ana kadar bir DOÇKA mevzii ve toplam 34 terörist silah ve malzemeleri ile birlikte etkisiz hale getirilmiştir.”
Genelkurmay’ın 25 Eylül’de yaşananlara ilişkin tek açıklaması buydu. Zaten Hürriyet, Cumhuriyet, Milliyet, Yeni Çağ, hatta yandaşlardan Yeni Şafak, Akşam, Milat gibi gazeteler de ertesi gün “34 PKK’linin öldürüldüğü, 34 teröristin silahlarıyla birlikte etkisiz hale getirildiği” yolunda haberlerle çıktı.
Ancak belli ki bazı yandaş gazeteler tatmin olmamıştı bu “34 ölüyle. Biri eksiItmiş, ama diğerlerinin hepsi arttırmıştı.
Star, Genelkurmay açıklamasına dayanarak “Jetler Haftanin’i vurdu .. 30 PKK’Iı öldürüldü” demişti.
Ama belli ki 34 Yeni Akit’ e az gelmişti:
“Son operasyonlarda 71 terörist etkisiz hale getirildi.”
Sabah da 34’ü biraz artırmıştı:
“1 günde 41 PKK’lı öldürüldü. Beytüşşebap’ta askere saldıran teröristler geride 34 ölü bıraktı. Bingöl ve Ağrı’ da 7 PKK’lı ölü ele geçirildi”
Türkiye gazetesi de başka bir sayı veriyordu:
“Şırnak, Bingöl ve Hakkari’de 46 terörist etkisiz hale getirildi.. “
Güneş gazetesi de “yok mu arttıran” çağrısına uymuştu belli ki:
“64 hain imha edildi. K. Irak’ta ve Şırnak Beytüşşebap’ta terör yuvalarına yapılan bombardıman ve operasyonlarda 64 terörist etkisiz hale getirildi.”
Kaç PKK’li öldürüldü acaba bir günde? 30 mu, 34 mü, 41 mi, 46 mı, 64 mü, 71 mi?
Hatta aynı grup içerisinde yer alan gazetelere göre bile farklı sayılar verilmişti.
Sancak Grubu’ndaki Star’a göre 30’du öldürülen PKK’li sayısı, Akşam’a göre 34, Güneş’e göre 64.
Türkuaz grubunun “havuz amirali” Sabah’a göre öldürülen PKK’li sayısı 41’di, aynı gruptan Takvim’e göre de 34.
Genelkurmay’ın açıklamasında İHA’lar, uçaklar ve helikopterlerle yapılan operasyonun Türkiye sınırları dâhilinde mi yoksa Irak Kürdistanı’nda mı olduğu açık olarak belirtilmiyordu. Ancak yandaş medyada herkes meşrebine göre bir Karaoğlan, Kara Murat, Malkoçoğlu, Battalgazi gibi kahramanlık menkıbesi yazmıştı.
Örneğin Akşam gazetesi “İHA’lar buldu, jetler vurdu” diyordu.
Takvim ise operasyonu başka hava araçlarına yaptırmıştı:
“Bagok Dağı’na kaçan 40 alçağı Atak ve Kobra helikopterleri takip etti. Sabaha kadar süren çatışmalarda 34 teröristin öldürüldüğü belirlendi.”
34 PKK’linin “silahlarıyla birlikte etkisiz hale getirildiği” yer de “muhtelif’’ti. Kimi yandaşa göre operasyon Beytüşşebap ve kırsalında, kimine göre Haftanin kampında, kimine göre de hem K. Irak’ta. hem de Şırnak’ta yapılmıştı.
Görüntüler Vali’yi de, Bakan’ı da yalanlıyor
Beytüşşebap olayıyla ilgili olarak Genelkurmay da, Şırnak Valiliği de açıklama yapmıştı. Genelkurmay açıklamasında, olaylar sırasında yaşamını yitiren biri ambulans şoförü toplam dört sivile hiç değinilmiyordu.
Şırnak Valiliği’ne göre de dört sivili “bölücü terör örgütü” öldürmüştü.
Oysa görgü tanıklarının anlatımı da, olay yerine giden HDP’li milletvekillerinin saptamaları da bu açıklamayı doğrulamıyordu. Bir evdeki üç sivilin askerlerin attığı havan topu sonucu öldüğü, ambulans şoförünün ise yaralı polisler için çağrıldığı halde kontrol noktasındaki polisler tarafından vurulduğu iddia ediliyordu.
Hatta ortaya çıkan bir görüntü, olayı “sıcağı sıcağına” yaptığı iki ayrı konuşmada duyuran Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nu da yalanlıyordu.
Çünkü olayın yaşandığı 25 Eylül Cuma günü Bakan Müezzinoğlu partisinin bayramlaşma töreninde konuşurken, Beytüşşebap’ta bir ambülâns şoförünün “terör örgütü mensuplarınca kaçırıldığını” söylüyordu. Ancak aynı gün bir başka törende yaptığı konuşma sırasında önüne gelen bilgi notundan “ambulans şoförünün terör örgütü tarafından şehit edildiği” haberini duyuruyordu.
Oysa ortaya çıkan görüntü, “ambulans şoförünün direksiyon başında öldürüldüğünü, cesedinin çevrede bulunan yurttaşlar tarafından üzerlerine ateş açılmasına karşın arabadan çıkarıldığını, biraz ilerisindeki kontrol noktasında eli kalaşnikoflu polislerin bulunduğunu gösteriyordu.”
Zaten ertesi gün de “PKK’nin öldürdüğü” söylenen sivillerin cenazesi Beytüşşebaplılar tarafından zılgıtlarla, ağıtlarla, PKK lehine atılan sloganlarla kaldırılıyordu.
Yani eğer Şırnak Valiliği’nin açıklamasına inanacak olursak, PKK gerillaları bir evde üç kişiyi öldürüyor, sonra ilçe halkı öldürülenlerin cenazesini “PKK Halktır, Halk Burada” sloganlarıyla kaldırıyordu. Sen bu milletin aklını koru yarabbi !
Devlet öldürürse ‘terörist’ olursun
Benzeri bir durumu daha bu ayın başında(Eylül 2015) Cizre’de yaşadık.
Sekiz günü aşkın süre sokağa çıkma yasağı uygulanan nüfusu 100 binden fazla koca ilçe halkı keskin nişancılar tarafından vurularak, evleri taranarak öldürülürken yandaş medyanın verdiği haberler şöyle bir tablo çiziyordu:
PKK Cizre’ye dağlardan 200 kişilik ‘azılı suikast timi ‘ yerleştiriyor, bu timler halkın evlerini işgal ediyor, 37 günlük bebekten 80 yaşındaki insana kadar 20’den fazla sivili öldürüyor, Sonra devlet koyduğu sokağa çıkma yasağını kaldırınca cenazelerini günlerce evlerinde saklayan, kokmasın diye buzluklarda tutan insanlar da bu cenazeleri alıp devleti suçlaya suçlaya, yeşil, sarı ve kırmızı bayraklarla gömüyor.
Oysa sokağa çıkma yasağının kalkmasından iki gün önce Başbakan Davutoğlu tek bir sivil kaybının olmadığını, İçişleri Bakanı Altınok ise “sadece bir sivilin öldüğünü” söylüyordu. Ancak o gün Altınok’ a göre yedi terörist ölü ele geçirilmişti ve 30-32 teröristin “etkisiz hale getirildiği değerlendiriliyor”du. Ne demekse değerlendirmek.
Cizre’de gerçek olan bir tek şey vardı: 20’den fazla sivil öldürülmüştü… Bu “ölü ele geçirilen yedi terörist ile etkisiz hale getirildiği değerlendirilen 30-32 teröristten” de bir daha haber alınamadı.
Zaten kimse de Davutoğlu’na “hani hiç sivil kaybı olmamıştı” ya da Altınok’ a “hani sadece bir sivil hayatını kaybetmişti” diye sormadı.
Ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bakış açısı vardı. O öldürülenler, “sokağa çıkma yasağı varken sokağa çıkan teröristler”di.
Ne Bakanın, ne Başbakanın, ne Cumhurbaşkanının sayıları ve açıklamaları birbirini tutuyordu, ama Cizre’den Beytüşşebap’a, sadece bu Eylül ayı içerisinde tüm bu yaşananlardan öğreneceğimiz bir gerçek var.
Dua et ki bundan sonra seni öldüren PKK olsun, ya da öldürülmenin suçu PKK’nin üzerine atılsın. O zaman “sivil yurttaş” olabilirsin ancak. Eğer devletin güvenlik güçleri tarafından öldürülecek olursan “masum vatandaş”lıktan “azılı terörist”liğe yatay geçiş yaparsın.
Gerçekten şimdi Beytüşşebapa bakıp sormak gerekiyor, yandaş medyasıyla, valisiyle, bakanıyla, başbakanıyla, cumhurbaşkanıyla bütün bu AKP iktidarına “milli ve yerli” uzantılarına:
Bir günde kaç PKK’linin öldürülmesi sizce uygundur? Devletin her öldürdüğü “terörist’ midir, yoksa öldürülene kadar “sivil yurttaş” olanlar “resmi kurşunlara, bombalara hedef olunca” mı terörist oluyor?