O Fetihçi Ki Ne İğrenç Bir İnsandır!

Zeitgeist / Denemeler | | Ocak 3, 2016 at 4:27 pm

İki eşin birbirleriyle ilişkilerini daha yakından anlayabilmek için şöyle bir hafızanızı yoklayın. Evlendiler mi?. Düğünde hangisi öbürünün ayağına bastı?. Ödemeler nasıl gerçekleşiyor? Hani şu evliliğin tuzu biberi olan atışmaları daha çok ne üzerinedir. Biri diğerinin alanına giriyor, onu kıyaslıyor mu?  Onunla ilgili yorum yapıyor, onu yargılıyor mu? Suçluyor veya övüyor veya ona yol mu gösteriyor? Evin reisi kim?.

Fetih cebirle, zor kullanarak karşı taraftakilerin iradesini temsil eden gücü yok ederek, onun üzerinde kontrol sahibi olmayı ifade eder. Tüm kalelerine girilmiş, tüm tersaneleri işgal edilmiş… Ve o artık sizin iradenize tâbi hale gelmiştir. Erkekleri köle, kızları cariye edilerek bir ülke nasıl fethedilebilir ki?

Fetih Aslında Gasptan Çok Daha İğrençtir

Çünkü gaspçı bir haydut; insanın sadece malını alıp giderken fetihçi insanın insanlığını yani kendiliğini elinden almayı amaçlar. Fetihçinin sevgiyle hiç işi yoktur. Seven ve sevilen bir insan değil, korkulan birisidir. Yaradılışa inananı yaratandan ötürü sevdiğini iddia eder. Ama bu da aslında gerçeklere hiç dokunmayan bir diskur. Çünkü sevdiği birinden korkmak veya korktuğu birini sevmek insan doğasına tamamen aykırıdır. Fetihçinin dilindeki “tanrı sevgisi” de tamamen gerçek dışı bir duygudur. Allah’ın en güzel isimleri (Esma ül Hüsna) diye işaret edilen 99 ismin hemen hepsi bir “fatih”i tarif eder. Fethettiklerinin gözünde tanrılaşmak isteyen Fettah (en iyi, en çok fetheden), Cabbar (cebir ve şiddet kullanan) bir insanı nasıl sevebilirsiniz ki?

Hele gönüllerin fethedilmesi meselesini asla anlayamıyorum. Kalpler ve gönüller kazanılabilir ama asla fethedilemez. Çünkü “kazanma” sözcüğü ile “fetih” sözcüğü arasında çok anlamlı ve ciddi bir ayırım var. Kazanma bir emeğin ve bir başarının sonucudur. Fetih ise birinin tenhada kıstırılarak, adil olmayan ve rızasız girilen bir mücadele sonucu çaresiz bırakılması, kandırma, korkutma, kışkırtmaya dayalı olarak, yüzüne gülüp arkasından pusu kurarak, cebir ve şiddet yoluyla yenilgisi ve aczi sonucu gasp edilmesidir. En temel insan haklarının birinci dereceden ihlalidir. O fatih ki ne iğrenç bir insandır!

Fetih ülkesinde halkın iradesi yoktur. Başkan yasama, yürütme ve yargının başıdır. Onun siyaseti ülkenin siyasetidir. İnsanlar kendi hayatlarıyla ilgili önemli kararların hiçbirini kendisi alamaz. Halkın iradesi artık “milli iradeye”, o da başkanın şahsi iradesine dönüşmüştür. İstediğini yükseltir, istediğini indirir. Sanat da servet de şöhret de hepsi onundur. Tüm medya hep ondan bahseder. Akademya bilimselliği onun emrine vermiştir. Başkanın iradesine karşı gelebilecek, onun yanlışlarını düzeltebilecek ortada hiçbir irade kalmamıştır. O tüm ülkede kendi valileri vasıtasıyla bir “sömürge yönetimi” kurar. Mümkün olursa daha sonraki safhada iradesini ülke dışına diğer ülkelere de yaymaya, onları da fethetmeye doğru yöneltir.

Başka bir dile çevirmeye kalkın fecaati anlarsınız. Tercümesi, Türkçe’deki gibi saygın bir karşılığı hiçbir dilde yoktur. İtici bir kelimedir. Bir insan çocuğuna fatih(conquerer, eroberer, conquistador) ismini nasıl koyabilir ki?. Bu nasıl bir güç sapkınlığıdır? Benim aklım almıyor. Kızılderili dilleri dahil başka herhangi dilde de böyle bir şey olabileceğini sanmıyorum. Kalp kazanılabilir. Bir şeyi bir oyunda, yarışmada bir bedel ödeyerek kazanmak tabii ki mümkündür. Ancak “fethetmek” dediğinizde işin rengi birden değişiyor. Yani, karşı tarafın gücünü (her ne ise) onun elinden alacaksınız, o yüzden size mecbur ve mahkum olacak. Bu aptalca bir şeydir. İşe yarar gibi görünse de sonuçta zararı yararından kat kat fazla olur.

Türkçedeki Fatih sözcüğünü guglladığınızda karşınıza Osmanlı Sultanı II. Mehmet ve ondan kaynaklı birçok girdi çıkıyor. Oysa eğer aramanızı “conquerer, eroberer, conquistador” gibi diğer dillerdeki karşılıklarından biriyle yaparsanız II. Mehmet neredeyse hiç karşınıza çıkmaz. Dünyanın gelmiş geçmiş en zengin insanı İngiltere fatihi(1066-1087) Piç Wilyem (William the conquerer), yahut da bir İspanyol albayın gayrimeşru oğlu olup büyük İnka İmparatorluğunu ve And Dağlarından Bolivya’ya kadar toplamı 1.243.200 kilometrekare kareden fazla olan Amerika topraklarını fethetmiş olan Conquistador Francisco Pizarro (1476 -1541) veya yurttaşı ayni şekilde bir avuç adamıyla bugünkü Türkiye topraklarından daha büyük olan Orta ve Güney Meksika, Guatemala ve Honduras’ı da içeren 815.850 kilometrekare toprakların fatihi olan Hernando Cortes (1485-1547) karşınıza çıkar.

Bunların hiçbiri tarihin herhangi bir saygıdeğerlik atfettiği isimler değildir. Bir yerde Fetih varsa eğer, orada aşk yoktur. Sürekli cenk ve cengaverlik vardır, insan haklarının en galiz şekilde gasp edilmesi vardır.. Haydi gazanız mübarek ola!…

Yabancı metinlerde anlatıldığına göre fetih öncesinde ve sonrasında defalarca İstanbul (Konstantinopl)\’da bulunan bir seyyah fethin kente getirdiği değişiklikleri söyle gözlemlemiş; Fetih öncesinde fakir, pejmürde ve tenha olan kentte su kemerleri ile iyi kötü çalışan bir su ve kanalizasyon sistemi mevcuttu. Fetihten sonra bu sistem bozuldu. Kemerlerdeki yıkıntılar ve paşaların konaklarına su çekmeleri nedeniyle birçok çeşmenin suyu akmaz hale geldi. Kentteki nüfus artışı, kanalizasyon sisteminin de bozulması nedeniyle tüm kanalizasyonun sokak ortasından aktığı bir sistem geldi. Binaların kat sayısı ve özelliklerinin sahibinin etnisitesi ve devletteki yetki durumuna bağlı olarak belirlendiği bir şehircilik sistemine geçildi. Kent nüfusu, sokaklarda başıboş dolaşan kedi köpek sayısı ve dışkı miktarı katlanarak arttı.

Fatih ve Fetih Ululaması Üzerine Ülkemizde Anlatılanların Neredeyse Tümünü Yanıltıcı Bilgilendirme Olarak Niteleyebiliriz

II. Mehmet, 1451 yılında daha henüz 19 yaşında iken üçüncü ve son kez padişah oldu. Konstantinopolis’in alınması önceden beri üzerinde uğraşılan bir proje idi. Öncelikle 15 Nisan 1452′de kentin karşısına Rumeli Hisarı’nın yapımına başlanmış, çevredeki harap Bizans yapılarının sökülen taşlarından da yararlanılarak, yaklaşık 300 usta, 700-800 işçi, 200 arabacı, kayıkçı, nakliyeci ve diğer tayfa ile yaklaşık 4,5 ayda (31 Ağustos 1452) bitirilmiştir.

Surlar henüz bitmeden ( 28 Haziran 1452′de) karşı tarafın sürekli barış istemesine rağmen savaş ilan edildi ve 50.000 kişilik ordu Rumeli Hisarı’ndan hareket etti. İstanbul Surları karşısında çadırlar kuruldu. 31 Ağustos’a kadar ordu İstanbul’da kaldı, sonra Edirne’ye gidildi. Edirne’de eski Bizans esiri olan Macar asıllı Urban’a kendi icadı olan ve elli çift öküzle çekilebilen Şahi toplarından döktürüldü. Her topun iki tarafında ikiyüzer asker yürüyor; kaymaması için çaba sarfediliyordu. Subat 1453′de, dökülen iri topların İstanbul önlerine götürülmesi emredildi. 10.000 kişilik bir ordu da İstanbul yakınındaki Vize, Silivri ve Ayestefanos kalelerini kuşattı. Nisan ayına gelindiğinde eyalet ve sancaklara orduya katılmaları için haber gönderildi. 5 Nisan 1453′de Osmanlı Ordusu 80.000 kadar askerle İstanbul’a hareket etti. 6 Nisan 1453′de 10.000 sipahi Maltepe civarını tuttu. II. Mehmed de Anadolu ve Haliç’i tutmuştu. Zağanos Paşa da Beyoğlu’nu fethetti, Galata üzerine yürüdü. Aynı gün padişah, Veli Mahmud Paşa’yı elçi olarak imparatora gönderdi. Ama barış teklifi Bizans tarafından kabul edilmedi.

Bunun üzerine Konstantinopolis’e karşı karadan ve denizden girişilen kuşatmanın Topkapı’dan (Sen Rumen) başladığı 6 Nisan 1453 günü 4.970′i asker olmak üzere kadın çoluk, çocuk siviller dâhil olmak üzere toplam yüz bini ancak geçen miktardaki ahalinin savaşın sonunda 36bin’e kadar düştüğü söylenir. Bizans’a Papa, Ceneviz ve Cenovalılardan çok az bir yardım gelebilmişti. Toplam 200 bin(kimilerine göre 300bine) ulaşan sayıda asker ve 320 kadar gemi ile yapılan kuşatmanın çok etkili olması ve askeri güçler arasındaki büyük dengesizlik (5bin / 200bin) yüzünden kadim Bizans İmparatorluğu sadece İstanbul Surları’na ve Galata’dan Sarayburnu’na çekilen zincirlere güvenmek zorunda kalmıştı.

12 Nisan’da sürekli bombardıman başlamıştı. Ancak, Osmanlı Ordusu top atışlarıyla surlarda gedikler açtıkça Bizanslılar surları yeniliyor, Türklerin şehre girişine izin vermiyordu. 17-18 Nisan’da ise Prens Adaları Baltaoğlu Süleyman Paşa tarafından fethedildi. 20 Nisan’da Bizans’a yardıma gelen 5 tane Rum ve Latin gemisi Osmanlı Donanmasını geçerek Haliç’e girdi. Haliç ile Karaköy arasına çekilen zincirden ötürü Osmanlı donanmasının Haliç’e girememesi savaşın seyrini Osmanlı aleyhine çeviriyordu. Bu gelişmeler üzerine Fatih Sultan Mehmet 21 Nisan’ı 22 Nisan’a bağlayan gece 72 parça kadırganın karadan yürütülerek Haliç’e indirilmesi emrini verdi. Dolmabahçe üzerinden Haliç’e indirilen gemilerle savaşın seyri değişmeye başladı.

Tecrübeli vezir-i azam Çandarlı Halil Paşa’nın da üstün gayretleriyle İstanbul Fethedilir. II. Mehmet artık “Fatih” olmuştur. İşte ancak ondan sonradır ki bu fethin esas mimarı olan yaşlı vezir-i azam HAİN ilan edilir, — Bizans’tan rüşvet olarak torik balıkları içinde altın aldığı ve kuşatmayı uzattığı gibi gülünç isnatlarla — tutuklanıp Yedikule Zindanları’na kapatılır. Daha sonra gözlerine mil çekilip kör edildikten sonra Edirne’ye gönderilir. Orada cellatlar urganlarla gelip 24 yıllık sadrazam Çandarlı Halil Paşa’yı boğarak idam ederler (1 Haziran 1453).

Paşa’nın o sırada kazasker olan oğlu azledilir. İşte bu tarihten sonra imparatorluk yönetimi artık tümüyle Türk kökenlilerden çözülüp devşirmeden yetişmiş devlet adamlarının eline geçer. Fatih ise Çandarlı Halil Paşa ile başlattığı vezir-i azam idamlarını sürdürecek ve sonraki iki vezir-i azamını daha cellâtlara verecektir.

Bizzat yirmi beş sefere çıkan II. Mehmet, otuz yıllık iktidarı sırasında 17 devlet ile ikiyüz küsur şehir ve kale fethetmişti. Cihad edip fethettiği ülke ve halklar arasında Akkoyunlular ve Karamanoğulları gibi Türk ve Müslümanlar daha çoktu. Ayrıca II. Mehmet’in giriştiği tüm savaşlarda karşısındaki orduların kendisininkinden çok daha küçük kuvvetler oluşu zaferlerinin ihtişamını azaltmakta, askerî deha boyutunu sıfırlamaktadır. Tarihte Timur’un, Attila’nın zaferleriyle kıyaslanamaz bile. Osmanlı İmparatorluğunun fetihleri arasında da mesela torunu Yavuz Selim’in fethettiği topraklar onunkilerden çok daha fazladır.

Fatihle, fetihle ve fetih sonrasıyla ilgili son derece vahşi çok sayıda hikaye bulunmaktadır. Bu hikayelerden birkaç alıntı yapmamızda yarar var;

Fetih öncesi dönemde, boğaza yapılan surlara yerleştirilen toplar marifetiyle, topun menzilinden geçecek her gemiden bir haraç ödemesi istenmeye başlanmıştır. Ödemeden geçmek isteyen bir Venedik teknesi tek bir top atışı ile batırılır. Kurtulan kaptan ve 30 gemici zincirlere vurulup limana getirilirler. Daha sonra gemicilerin kesilen kafaları ile kaptanın kazığa geçirilmiş bedeni limanda uzun süre sergilenir.

Saray mutfağından karpuz(kavun) çalarak yedikleri iddia edilen ondört uşak katledilir. Karınları açılarak hangilerinin yiyip yemedikleri araştırılır.

Yeniçerilere padişahın şehvet düşkünü olduğu söylentisinin “doğru olmadığını” göstermek üzere onların önünde kendisinin bizzat güzel bir hatun kölenin başını gövdesinden ayırması.

Fetih günü bir Türk askeri Son Bizans imparatoru Konstantinos Paleologos’un altın kartallı kızıl pabuçlarından tanıdığı cesedinin başını keserek Fatih’e götürmüş ve “Saadetlü Padişâhım, işte en müdhiş düşmanın kellesi !” diye ayaklarının önüne doğru atmış. Daha sonra bu kesik başın hakikaten İmparatora ait olduğu esirler tarafından da teşhis edilince, o asker bulduğu kellenin bir ödülü olarak Anadolu’da bir sancak beyliğine tayin edilmiştir.

İmparator’un kesik başı İstanbul’da teşhir edildikten sonra, tahnit edilerek Bizans esirlerinden seçilen kırk oğlan ve kırk kızla beraber Anadolu’ya gönderilip orada da günlerce zafer alameti olarak teşhir edilerek dolaştırılmıştır.

Tarih kitaplarımızda fetih sırasında Ulubatlı (Lupadionlu) Hasan isimlli bir yeniçeri’nin Bizans surlarına ilk sancağı diktiği 30 arkadaşı ile kaleye tırmandığı, Bizanslılar sekizini ok ve top atışlarıyla vurmuş olsalar da 22 kişinin ulaştığı ama kısa sürede ok ve top atışlarında yaralandığı, Ulubatlı Hasan ise sancağı kaleye diktiği, ancak ok darbeleri ve açılan ateşlerle orada vefat ettiği yazıyor. O kargaşada surlara bayrağı ilk diken kişinin isminin sağlıklı bir şekilde zikredilmesinin nasıl mümkün olduğu araştırıldığında ise o dönemin kaynaklarından hiçbirinde böyle bir ismin ve keza olaya ilişkin zikredilen diğer herhangi ayrıntının yer almadığı görülüyor. Fetih sırasında bizzat hazır bulunan Bizanslı tarihçi Francis’in orijinal eserinde Ulubatlı Hasan’ın ismi geçmiyorken, daha sonraki tarihlerde Francis’in eserine geniş ilaveler yapan Melissinos’un yazdığı kitapta, bu ismin ilk defa yer aldığı ortaya çıkmıştır. Melissinos, Francis’in eserine yaklaşık dört misli daha ilave yapmış. Birçok tarihçi ve araştırmacı, Melissinos’un eseri renklendirmek için bu tür hikayeler uydurduğu ve Ulubatlı Hasan’ın aslında tamamen hayalî olduğu kanaatindedir. Yerli tarihçilerimizin ise efsaneyi Melissinos’un bıraktığı yerden alıp geniş ayrıntılarla zenginleştirdikleri anlaşılıyor.

Osmanlı Sultanı II. Mehmet bu fetihten sonra aldığı Fatih ünvanının yanı sıra Kaiser-i Rum (Roma İmparatoru) ve ayrıca eski Yunancada Roma İmparatoru anlamına gelen Basileus unvanını da almıştı.

Fatih Sultan Mehmet Ordularının yeni bir doğu seferine giriştiği 1481 yılının 29 Nisan gününde Üsküdar’dan yola çıktığı at arabasıyla bugünkü Maltepe civarındaki Hünkâr Çayırı denilen mevkie gelindiğinde aniden hastalandı. Geri getirilerek tedavi altına alındıysa da 3 Mayıs günü vefat etti. Ölüm sebebi “zehirlenme” olarak belirlenmiş bunu kimin yaptırttığı konusunda ise çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Önceleri Musevi asıllı hekimbaşı Yakup Paşa’dan şüphelenilmiş ve kendisi Yeniçeri ayaklanmasından kısa süre sonra da öldürtülmüştü. Ancak, şimdi bunun Acem asıllı doktoru tarafından yapıldığı daha inandırıcı görünmektedir. Suikastle suçlananlar arasında en büyük şüphe bizzat kendi oğlu Bayezit’in üzerindedir.

5 Mart 1933’deki seçimlerde Milliyetçi Toplumcu (NAZI) partisiyle oyların %33.1’ini ele geçirerek milli irade haline gelen Adolf Hitler kısa süre sonra ülkesini cumhuriyetten başkanlık sistemine (3. Reich) dönüştürmüş ve kendisini Führer (Ulu Önder) olarak ilan etmişti. 1 Eylül 1939’da Polonya’yı işgal ederek başlattığı fetih hareketi ile imparatorluğuna uçsuz bucaksız topraklar kazandırarak yüzölçümünü 3.548.300 kilometrekareye ulaştırmıştı. İttifak içinde hareket ettiği Mihver Devletleri (Achsenmächte), İtalya ve Japonya\’nın dışında Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Finlandiya, Bağımsız Hırvatistan Devleti, Vichy Fransası, Arnavutluk, Habeşistan, Mançukuo, Tayland, Birmanya, Hindistan, Filipinler, Irak ve İran bulunuyordu. Bu ülkelerin hepsinin ortak özelliği bir tür başkanlık sistemini desteklemeleriydi. Ancak, bu savaş Almanya ve müttefikleri için 1945 yılında çok talihsiz bir şekilde sona erdi. Alman ülkesinin baştan aşağı yıkıldığı, sivil ve asker olmak üzere toplamda en az 7,375,800 Alman’ın da can verdiği hesaplanmaktadır.

Müttefik devletlerin birinci savaşta yenilen Fetihçi Almanya’ya büyük gaflet ve dalalet sonucu Versay Antlaşmasıyla dayattıkları yüklü savaş tazminatlarının halkı Hitler’in kucağına ittiği söylenir. İkinci savaş sonunda ise müttefik devletler (Rusya hariç) ayni hatayı bir daha tekrarlamadılar. Yenilen ve harap olan Almanya ve Japonya’ya savaş tazminatı yerine taze kredilerle el uzattılar. Bu durum Almanya ve Japonya’nın tarihinde görülmedik bir hızda gelişerek büyük birer refah devleti haline gelmesini sağladı. Rusya ise son İmparatorluk SSCB üzerinden rejim ihraç ederek Almanya’nın doğusu, Kore’nin Kuzeyi ve diğer bazı ülkelere el koydu.

Bugün Doğu ile Batı Almanya yahut Kuzey ve Güney Kore arasında bir karşılaştırma yapmak otoriterci fetihçi yaklaşımla onun alternatifleri arasındaki farkı görmek bakımından ibret vericidir. Alman ve Japon halkı aziz vatanın bütün kalelerini zaptedip, bütün tersanelerine giren, bütün ordularını dağıtan ve memleketlerinin her köşesini bilfiil işgal eden yabancıları düşman görmüyorlar. Tam aksine onlara medyun haldeler. Halklarına esas düşmanlık edenin kendi içlerinden çıkma fetihçiler olduğunu artık biliyorlar. Fetihçilik yapmak onların ülkelerinde anayasal suç. Ama zaten böyle insanlar çıksa bile peşine takılacak bir gençlik bulmaları imkansız.

Türkiye’de ise 2002 yılındaki seçimlerde aldığı %34.3 oyla meclisteki sandalyelerin %66’sını ele geçirerek “milli irade” haline gelen iktidar, o günden bu yana hızı artan bir şekilde cumhuriyet rejiminden dinci, fetihçi ve otoriteryen bir başkanlık sistemine doğru olan dönüşümünü tamamlamak üzeredir.

Fetihleri olumlayan ve fetihçi başkanlık sistemini öven aşağıdaki konuşmalar bizzat CB Erdoğan tarafından dile getirilmiştir;

“Üniter devlette başkanlık sistemi yoktur diye bir şey yok. Şu anda bunun zaten dünyada örneği var, geçmişten bu yana da var. Yani Hitler Almanyasına baktığınızda orada da bunu görürsünüz. Daha sonra değişik ülkelerde yine aynı şekilde bunun örneklerini görürsünüz”.
Fetih asla ve asla işgal değildir. Fetih zorla almak değildir, gasp etmek hiç değildir. Fetih açmaktır, fetih engelleri ortadan kaldırmaktır, fetih hem kapılardaki hem gönüllerdeki mühürleri ve kilitleri kırıp atmaktır“. Hatırlayın sevgili kardeşlerim, Medine işgal edilmemiş, fethedilmişti. Mekke savaş zoruyla değil, fetihle alınmıştı. Kudüs zorla ve zorbalıkla değil, bir emanet hassasiyetiyle geri alınmış, yani fethedilmişti. İşte İstanbul da fethe ve fatihe mazhar olmuş, fetihle şereflenmiş bir şehirdir. İstanbul, silahlardan öte gönüllerle ve dualarla kuşatılmış, böyle bir inançla, böyle bir ihlas ve samimiyetle köhne kapılarındaki köhne kilitler kırılmıştır. Fethi işgal gibi gösterdiler, fethi, fütuhatı, fetih ruhunu toprak gibi fani değerlerle irtibatlandırıp, değersizleştirmek, fanileştirmek istediler. İşte biz bu tuzağa düşmeyeceğiz. Bizim olan, bize ait olan, çok değerli manâlar ihtiva eden fetih ve fatih ruhu kavramını asla yitirmeyecek, onun örselenmesine de asla müsaade etmeyeceğiz.

Öte yandan Osmanlı ve SSCB kalıntısı ülkelerde Fetihçi zihniyetin hâlâ kol gezdiğini ve revaç bulduğunu söyleyebiliriz. Bugün 21. yüzyılda yavruvatan Kıbrıs bizim hâlâ askerî işgal altında tuttuğumuz bir yabancı ülke durumunda. Ruslar yakın zaman önce Kırım’ı fethetti ve işgal ettiler. Ukrayna’nın doğusunda böyle bir durum sürmekte.

Ceyş el-Fetih, Ahrar el-Şam, El Nusra Cephesi, Liva el-Hakk, Şam Lejyonu, Cünd-el Aksa, Ceyşül Sünnet ve Ecned el-Şam gibi gruplardan oluşan, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkelerin desteğine de sahip bir Fetih Ordusu halen İslam Devleti (IŞİD) ile birlikte Suriye’de taş üstünde taş bırakmamakta. İran, Rusya gibi ülkeler de Suriye devleti ile dayanışma içinde karşı cephede yer alıyorlar. Büyük devletler kendileri fetihçiliğin sonuçlarını bildiklerinden artık doğrudan ordularıyla işe bulaşmayıp, onun yerine küçük cihatçıları maşa olarak kullandıkları bir vekalet savaşı yöntemi yoluyla müdahil olmaktalar.

Cihatçı, fütuhatçı, şeriatçı yetiştirilen gençler kandırma korkutma kışkırtma yoluyla hükmedenlerin ülkelerine ve kendilerine karşı ne büyük bir cürüm içinde olduklarını acaba ne zaman anlayacaklar?
Tags: , , , , ,

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.