Mutluluk Hakkı
Zeitgeist / Denemeler | Yuval Noah Harari | Ocak 5, 2017 at 4:59 pmİnsanlığın gündemindeki bir büyük proje de muhtemelen mutluluğa giden yolu bulmak olacaktır. Tarih boyunca sayısız düşünür, kâhin ve sıradan insan en yüce değer olarak hayattan ziyade mutluluğu yüceltmiştir. Antik Yunan düşünürü Epikür, tanrılara tapınmanın zaman kaybı olduğunu, ölümden sonrasının olmadığını ve mutluluğun hayatın tek gerçek amacı olduğunu savunur. Antik dönemde çoğu insan Epikürcülüğü reddetmiş olsa da onun fikirleri bugün geçerli hale gelmiştir. Öteki dünyaya karşı duyulan şüphe, insanları sadece ölümsüzlüğü değil dünyevi mutluluğu aramaya da yönlendirmiştir. Sonsuza kadar sürecek bir çileyle yaşamayı kim ister ki?
Epikür’e göre mutluluğun peşine düşmek bireysel bir arayıştır. Modern düşünürlerse mutluluğu kolektif bir proje olarak değerlendirirler. Hükümet planlaması, ekonomik kaynaklar ve bilimsel araştırmalar olmadan bireyler mutluluk arayışlarında pek yol alamayacaklardır; Ülkeniz bir savaşla parçalanmış, ekonominiz krizde, sağlık sisteminiz çökmüşse sefalet çekmeniz kuvvetle muhtemeldir. 18. yüzyılın sonunda İngiliz düşünür Jeremy Bentham, en yüce değerin “çoğunluğun mutluluğu” olduğunu belirterek devletin, piyasanın ve bilimsel camianın varlığının kayda değer tek amacının küresel mutluluğu artırmak olması gerektiğini savunmuştur. Siyasetçiler barışı sağlamalı, girişimciler refahı artırmalı ve bilim insanları kralların, devletin ya da tanrının şanı için değil, siz ve benim gibiler daha mutlu bir hayat sürdürebilsin diye doğayı araştırmalıdır.
19. ve 20. yüzyıl boyunca, bir kesim Bentham’ın görüşlerine gerçekçi olmayan bir bağlılık gösteredursun hükümetler, şirketler ve laboratuarlar daha net ve acil amaçlara yöneldiler. Ülkeler başarılarını vatandaşlarının mutluluğuyla değil topraklarının genişliği, nüfuslarının artışı ve gayrisafi yurtiçi hâsılalarının(GSYİH) artışıyla ölçmeye başladılar. Almanya, Fransa ve Japonya gibi endüstrileşmiş toplumlar devasa eğitim, sağlık ve sosyal yardım sistemleri kurdular ancak bu sistemler bireysel refahı korumaktan çok uluslarını güçlendirmeyi amaçlıyordu.
Ulusa sadakatle hizmet edecek yetenekli ve itaatkâr vatandaşlar yetiştirmek için okullar kuruldu. On sekizine ulaşan gençler yalnızca vatansever olmak için değil, komutanların emirlerini okuyup bir sonraki günün savaş taktiklerini düzenleyebilmek için de okuryazar olmalıydı. Topların menzilini hesaplamak ya da düşmanın şifrelerini kırabilmek için matematik bilmeleri, telsiz kullanabilmeleri, tank sürebilmeleri ve yaralı yoldaşlarına bakabilmeleri için elektrik, mekanik ve tıp alanlarına da bir miktar hâkim olmaları gerekliydi. Ordudan ayrıldıktan sonra da kâtip, öğretmen ve mühendis olarak uluslarına hizmet etmeleri, bol bol vergi ödeyip modern ekonomiyi kurmaları bekleniyordu.
Aynı durum sağlık sistemi için de geçerliydi. 19. yüzyılın sonunda Fransa. Almanya ve Japonya gibi ülkeler kitlelere karşılıksız sağlık hizmeti sunmaya başladılar. Bebeklerin aşılara, çocukların dengeli beslenme planlarına erişimini sağlayıp gençlere beden eğitimi dersleri verdiler. Mikrop saçan bataklıkları kurutup, sivrisineklerin kökünü kazıdılar ve merkezi kanalizasyon sistemleri inşa ettiler. Amaçlarıysa insanları mutlu etmek değil ulusu güçlendirmekti. Ülkenin güçlü kuvvetli işçi ve askerlere ihtiyacı vardı; sağlıklı kadınlar daha fazla işçi ve asker doğurmalı, bürokratlar evlerinde pineklemek yerine sabah sekizde işbaşı yapmalıydı.
Sosyal yardım sistemleri bile insanların ihtiyaçlarından çok ulusların çıkarları için tasarlanmıştı. Otto von Bismarck 19. yüzyılın sonunda Almanya’da sosyal güvenlik ve emeklilik planlarının öncülüğünü yaparken temel hedefi, vatandaşların esenliğini artırmak değil sadakatlerini garantiye almaktı. On sekizinizde ülkeniz için savaştınız, kırkınızda vergilerinizi ödediniz, devletinize güvendinizse böylece yetmişinizde de devletiniz size bakacak.
1776’da ABD’nin kurucu önderleri, yaşama ve özgürlük haklarının yanı sıra mutluluk peşinde koşma hakkını da üç temel vazgeçilemez haktan biri olarak kabul ettiler. Ancak Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin mutlu olma hakkını değil, mutluluk peşinde koşma hakkını sağladığının altını çizmek gerekir. Thomas Jefferson vatandaşların mutluluğundan devleti sorumlu tutmamıştı. Aksine onun hedefi devletin gücünü sınırlamaktı. Asıl amaç, bireylere devlet denetiminden uzak, özerk bir tercih alanı sağlamaktı: Mary yerine Johnla evlenirsem daha mutlu olurum, San Francisco yerine Salt Lake City’de yaşayabilirim ya da süt sağmak yerine barmen olabilirim gibi tercihlerle mutluluğun peşinde dilediğim gibi koşarken yanlış tercihler yapsam da devlet buna karışmamalıdır.
Ne var ki geçtiğimiz yıllarda rüzgârın yönü değişti ve Bentham’ın görüşleri daha fazla öne çıkmaya başladı. İnsanlar bir yüzyıldan biraz daha uzun süre önce kurulan bu devasa sistemin, ulusları güçlendirmek yerine vatandaşların bireysel refah ve mutluluğuna hizmet etmesi gerektiğine inanmaya başladılar. Biz devlete değil, devlet bize hizmet etmek için var. Esasen devletin gücünü sınırlamak için tasarlanmış olan mutluluk peşinde koşma hakkı, usul usul mutlu olma hakkına dönüştü; sanki insan evladının mutluluk diye doğal bir hakkı varmış ve bizi hoşnutsuz eden her şeyi varlığımıza dönük bir saldırı ve temel bir insan hakkı ihlali sayarak devletin bu konuda harekete geçmesi gerekiyormuş gibi.
Kişi başına düşen GSYİH 20. yüzyılda ulusal başarıları değerlendirmek için kullanılan en önemli kıstas kabul edildi. Bu açıdan bakıldığında, her vatandaşı ortalama 56 bin doların üzerinde mal ve hizmet üreten Singapur, vatandaşları sadece 14 bin dolar üretebilen Kosta Rika’dan daha başarılı bir ülkedir. Ancak bugünün düşünürleri, siyasetçileri, hatta ekonomistleri bile GSYİH kıstasını GSYİM ile yani gayri safi yurtiçi mutlulukla desteklemek, hatta değiştirmek istiyorlar. Sonuçta insanlar üretmek değil mutlu olmak istiyorlar. Üretim, mutluluğun maddi temeli olduğu için önemlidir. Ancak üretim amaç değil sadece bir araçtır. Art arda gelen anketler Kosta Rika’lıların hayat memnuniyetinin Singapurlulardan çok daha yüksek olduğunu ortaya koyuyor. Peki, siz çok üreten mutsuz bir Singapurlu mu, yoksa az üreten mutlu bir Kosta Rika’lı mı olmak istersiniz?
Bu mantık 21. yüzyılın İkinci temel hedefi olarak insan evladını mutluluğa ulaşmaya yönlendiriyor ve mutluluk hedefi ilk bakışta oldukça basit bir proje gibi duruyor. Kıtlık, salgın ve savaşlar sona erdiyse, insanlık daha önce eşi benzeri görülmemiş bir refah ve barış dönemine girdiyse, beklenen yaşam süresi hızla yükseliyorsa insanlar bunlarla mutlu olmalılar değil mi?
Hayır, Epikür hayatın tek gerçek amacı olarak mutluluğu tanımlarken takipçilerini mutluluğa ulaşmanın çok zor bir uğraş olduğu konusunda uyarır. Maddi kazançların tatmini uzun soluklu değildir.
Öyle ki para, ün ve keyif peşinde körlemesine koşmak bizi sadece daha da aciz kılacaktır. Örneğin Epikür ölçülü yemeyi ve içmeyi, cinsel dürtülere gem vurmayı salık verir. Derin bir dostluk çılgın eğlencelerden daha fazla mutlu edecektir uzun vadede. Epikür yapılması ve sakınılması gerekenlerin kapsamlı bir etik haritasını oluşturarak mutluluğa giden güvenilmez patikada insanlara yol gösterici olmaya çalışmıştır.
Epikür’ün bir bildiği var; bu açık, mutlu olmak hiç de kolay değil. Geçtiğimiz yıllarda edindiğimiz benzeri görülmemiş kazanımlarımıza rağmen, günümüzdeki insanların mazide kalmış atalarından hatırı sayılır derecede daha mutlu olduğunu söylememiz pek de mümkün değil. Hatta yüksek refah, güven ve huzura rağmen gelişmiş dünyadaki intihar oranlarının geleneksel toplumlara kıyasla çok daha yüksek olması da bu görüşü destekler.
Peru, Guatemala, Filipinler ve Arnavutluk gibi yoksulluk ve siyasi istikrarsızlıktan mustarip, gelişmekte olan ülkelerde her yıl yaklaşık 100 bin insanda bir kişi intihar etmektedir. İsviçre, Fransa, Japonya ve Yeni Zelanda gibi varlıklı ve huzurlu ülkelerdeyse bu oran 100 bin insanda yirmi beştir. 1985’te birçok Güney Koreli yoksul, eğitimsizdi ve geleneklere tabi olarak otoriter bir diktatörlüğün altında sürdürüyordu yaşamını. Bugün Güney Kore öncü bir ekonomik güç, vatandaşları dünyanın en eğitimli insanları arasında ve göreceli olarak liberal demokratik bir yönetimin altında istikrarlı bir gidişatın keyfini sürüyor. Ne ki, 1985’te her 100 binde yaklaşık dokuz Güney Koreli kendini öldürürken, bugün bu oran üçe katlanarak 100 binde otuza kadar yükseldi.
Elbette olaya farklı bir pencereden bakmamızı sağlayacak daha olumlu ve cesaretlendirici gelişmeler de var. Çocuk ölümlerindeki etkili düşüş, şüphesiz, modern hayatın stresini bir miktar azaltarak insanların mutluluğunu artırdı. Atalarımızdan biraz daha mutlu olsak da, yine de refah seviyemizdeki genel artış beklediğimizin çok altında. Taş Devri’nde ortalama bir insan günlük yaklaşık 4000 kaloriye ihtiyaç duyuyordu. Araç gereç yapmak, giyinmek, sanat eseri üretip ateş yakmak için gereken enerji de dâhildi buna. Bugün ortalama bir ABD’li, karnını doyurmanın dışında, otomobili, bilgisayarı, buzdolabı ve televizyonu dâhil günde yaklaşık 228 bin kalori kullanıyor. Demek ki ortalama bir ABD’li, Taş Devri’nde ortalama bir avcı-toplayıcının tam altmış katı enerji tüketiyor. Peki, ortalama bir ABD’li altmış kat daha mı mutlu? Bu tozpembe rüyalara biraz şüpheci yaklaşmakta fayda var.
Geçmişin sıkıntılarının önemli bir bölümünün üstesinden gelmiş olsak dahi, mutluluğu yakalamak yaşadığımız ıstırabı ortadan kaldırmaktan çok daha zor olabilir. Ortaçağda aç bir köylüyü memnun etmek için bir parça ekmek yeterliydi. Peki, sıkılmış, yüksek maaşlı, fazla kilolu bir mühendisin keyfini nasıl yerine getirebilirsiniz? 20. yüzyılın ikinci yarısı ABD’nin altın çağıydı. II. Dünya Savaşı’ndaki galibiyetin akabinde Soğuk Savaş sonrasında gelen kesin zafer, ABD’yi küresel bir süper güç haline getirdi. 1950 ile 2000 yılları arasında GSYİH 2 trilyon dolardan 12 trilyon dolara çıkarken, kişi başına düşen gelirse ikiye katlandı. Doğum kontrol hapları seksi her zamankinden daha çok özgürleştirdi. Kadınlar, eşcinseller, Afro-Amerikalılar ve diğer azınlıklar pastadan nihayet biraz daha fazla pay almaya başladılar. Ucuz otomobil, buzdolabı, klima, elektrik süpürgesi, bulaşık makinesi, çamaşır makinesi, telefon, televizyon ve bilgisayar yağmuru günlük hayatı neredeyse tanınmayacak kadar değiştirdi. Ne var ki 1990’larda yapılan çalışmalar ABD’de bireysel refah seviyelerinin kabaca 1950’lerle aynı seyrettiğini gösteriyor.
Japonya’da 1958’le 1987 yılları arasında yaşanan ve tarihin en büyük ekonomik yükselişlerinden biri olarak kabul edilen dönemde kişi başına düşen gelir neredeyse beşe katlandı. Japon yaşam tarzı ve sosyal ilişkilerinde milyonlarca olumlu ve olumsuz değişikliğe sebep olan zenginlik akımı, mutluluk seviyelerine şaşırtıcı derecede az etki edebildi. 1990’lı yıllarda Japonlar, yaşamlarından 1950’lerde olduğu kadar memnun ya da yine o kadar memnuniyetsizdi.
Görünüşe göre benzeri görülmemiş kazanımlarımıza rağmen, mutluluğumuz gizemli bir cam kubbeye çarpıyor ve daha fazla büyüyemiyor. Herkes için bedava yemek sağlasak, tüm hastalıkları iyıleşrirsek, dünya barışını garantilesek bile bu cam kubbeyi aşmayı başaramayacağız, Gerçek mutluluğu yakalamak, yaşlılık ve ölümü yenmekten daha kolay olmayacak.
Mutluluğun cam kubbesi, onu taşıyan biri psikolojik, diğeri biyolojik iki sütun sayesinde sapasağlam duruyor. Psikolojik açıdan mutluluk nesnel şartlardan çok beklentilere dayanır. Mutlu ve esenlik içinde bir düzeni yöneterek memnun olamayız. Aksine, gerçeklik, beklentilerimizle buluştuğunda tatmin oluruz. Kötü olansa şartlar iyileştikçe beklentilerin balon gibi şişmesidir. İnsan türünün geçtiğimiz yıllarda yaşadığı şartlardaki belirleyici iyileşmeler, biraz daha kanaatkar bir tavır yerine daha büyük beklentilere dönüştü. Bu konuda önlemler almazsak gelecekteki kazanımlarımız bizi her zamankinden daha da doyumsuz hale getirecek.
Biyolojik olarak hem beklentilerimiz hem de mutluluğumuz ekonomik, sosyal ya da politik koşullarla değil biyokimyamızla belirlenir. Epikür’e göre haz aldığımız ve acı çekmediğimiz sürece mutluyuzdur. Doğanın insana hükmeden iki efendisi olduğu fikrini Jeremy Bentham da sürdürür; yaptığımız, söylediğimiz ve düşündüğümüz ner şeyi haz ve acı belirler. Bentham’ın halefi John Stuart Mill mutluluğun acının yokluğu olduğunu ve hazdan başka bir şey olmadığını söyler; haz ve acının ötesinde iyi ve kötü yoktur. İyi ve kötüyü tanrının kelamı ya da milli çıkarlar gibi başka yerlerde bulmaya çalışan herkes sizi ve muhtemelen kendini de kandırmaktadır.
Bu ve benzeri düşünceler Epikür’ün döneminde kâfirlik sayılırken, Bentham ve Mill’in zamanında köklü bir çöküş anlamına geliyordu. Ancak 21. yüzyıla gelindiğinde artık bilimsel bir inanıştı. Yaşambilimlerine göre mutluluk ve ıstırap bedensel duyumların farklı dengelerinden ibarettir. Hiçbir zaman dış dünyadaki olaylara tepki vermeyiz, aksine sadece bedenimizin duyumlarına cevap veririz. Kimse işini kaybettiği, boşandığı ya da savaş çıktığı için çekmiyor acıyı. İnsanları mutsuz edebilecek yegâne şey kendi bedenlerindeki nahoş duyumlardır. İşini kaybetmek tabii ki depresyonu tetikleyebilir ancak depresyonun kendisi zaten nahoş bedensel bir duyumdur. Binlerce farklı mesele kızdırabilir bizi ancak öfkenin kendisi soyut değildir. Öfkeyi daha da rahatsız edici ve katlanılamaz hale getiren, vücutta terleme ve gerginlik olarak ortaya çıkmasıdır. Boşuna öfkeden “yanıp tutuşuyor” demeyiz.
Diğer yandan bilim, zam aldıklarında, piyangodan para kazandıklarında, hatta gerçek aşkı bulduklarında bile insanların aslında mutlu olmadığını söylüyor. İnsanları sadece ve sadece tek bir şey memnun edebilir; bedensel hazlar. 2014’teki Dünya Kupası Finali’nde Arjantin karşısında oynayan Alman takımının orta saha oyuncusu Mario Götze olduğunuzu düşünün; 113 dakika tek bir gol bile atılmadan uçtu gitti. Korku dolu penaltı atışlarına sadece yedi dakika var. Rio’daki Maracana Stadı’nda 75 bin heyecanlı taraftar ve tüm dünyada milyonlar ekranları başında maçı izliyor. André Schürrle size doğru o harika pası attığında, Arjantin’in kalesinden birkaç metre ötedesiniz. Topu göğsünüzde yumuşatıyorsunuz ve yavaşça ayaklarınıza yaklaşırken vurduğunuz top Arjantinli kaleciyi geçip ağlarla buluşuyor. Goool! Stat bir volkan gibi patlıyor. On binlerce insan delicesine bağırıyor, takım arkadaşlarınız sizi kucaklayıp öpmek için yarışıyor, Berlin ve Münih’teki milyonlar ekranlarının karşısında gözyaşlarına boğuluyor. Kendinizden geçmişsiniz ama top Arjantin kalesiyle buluştuğu için ya da tıklım tıklım Bavyera birahanelerinde süren kutlamalar yüzünden değil, Aslında içinizdeki duygu fırtınasına tepki veriyorsunuz. Tüyleriniz ürperiyor, elektrik dalgalarıyla vücudunuz sarsılıyor ve patlayan milyonlarca enerji topuna dönüşmüş gibi hissediyorsunuz.
Bu tip hisler yaşamak için Dünya Kupası Finali’ni kazandıran golü atmak zorunda değilsiniz. Beklenmedik bir terfi’in heyecanıyla zıpladığınızda da benzer hisler yaşarsınız. Beyninizin derinlikleri futbol ya da iş arasındaki ayrımı bilmez. Sadece duyumları bilir. Bir terfi aldıysanız ama bir sebeple hoş bir duyumsama içinde değilseniz tatmin olmazsınız. Bunun tam tersi de geçerlidir. Eğer kovulduysanız ya da çok önemli bir maçı kaybettiyseniz ama bir sebeple çok hoş hazlar içindeyseniz (muhtemelen bir çeşit hap attığınız için) yine de bulutların üzerinde hissedebilirsiniz,
Kötü olansa hoş duyumların kısa sürede yatışıp nahoş duyumlara evirilmesidir. Dünya Kupası’nı kazandıran gol bile hayat boyu saadetin anahtarı değildir. Öyle ki o andan sonra her şey yokuş aşağı gitmeye bile başlayabilir. Geçtiğimiz sene beklenmedik bir terfi almış olsam da haberi aldığımdaki güzel hisler birkaç saatte yitip gidecektir. O harika hisleri yeniden yaşamak için tekrar terfi almam gerekir. Yeniden ve yeniden. Yeniden terfi alamayınca da sıradan bir piyonken hissedeceğimden çok daha üzgün ve öfkeli hissedebilirim.
Tüm bunlar aslında evrimin bir hatası. Biyokimyasal sistemimiz nesiller boyunca mutluluğumuzu değil, sağ kalma ve üreme ihtimalimizi artıracak şekilde evirildi. Biyokimyasal sistemimiz, sağ kalmaya ve üremeye yardımcı olan davranışları haz veren duygularla ödüllendirir. Bunlar sadece geçici hilelerdir. Açlık hissinden kurtulmak ve keyifli orgazmların tadını çıkarmak, yemek ve eş bulmayı gerektirdiği için mücadele ederiz. Ancak haz veren duygular ve keyifli orgazmlar çok uzun sürmez, o anları tekrar yaşamak istiyorsak dışarı çıkıp daha fazla yemek ve eş aramamız gerekir.
Sıra dışı bir mutasyon, tek bir fındıkla sonsuz keyif duyabilen bir sincap yaratabilseydi ne olurdu? Teknik olarak sadece sincabın beynini yeniden düzenlersek mümkün olabilir bu. Kim bilir, belki de şanslı bir sincap milyonlarca yıl önce bu deneyimi gerçekten yaşamıştır. Öyleyse bile, o inanılmaz mutlu sincabın çok kısa süren hayatının sona ermesiyle bu sıra dışı mutasyon da ortadan kalkmış olmalı. Mutluluktan bulutların üzerinde yaşayan sincap, bırakın farklı eşler aramayı, daha fazla fındık bulmak için bile çaba harcamayacaktır. Hâlbuki beş dakika sonra acıkan rakip sincapların daha uzun süre hayatta kalma ve genlerini bir sonraki nesile aktarma şansı yüksektir. Kazançlı işler, büyük evler, güzel eşler gibi edinmek istediğimiz fındıklar, tam da bu sebepten tek başlarına bizi uzun süre tatmin edemezler.
Bizi mutlu edenin amacın kendisi değil de ona varırken yürüdüğümüz yol olduğunu düşünen kimileri, durumun o kadar da kötü olmadığını iddia edebilirler. Everest’e tırmanmak tepesinde durmaktan daha tatmin edicidir, flört ve önsevişme orgazmın kendisinden daha heyecanlıdır, çığır açan bir deneyi yürütmek ödüller ve tebriklerden daha ilginç olabilir. Yine de durumu değiştirmez bu; evrim bizi geniş bir yelpazeye yayılmış hazlarla kontrol eder. Zaman zaman bizi huzur ve saadet gibi dingin hislerle kendimizden geçirirken, bazen de coşku ve heyecan gibi nefes kesici duygularla kışkırtabilir.
Bir hayvan hayatta kalma ya da üreme şansını artırmaya çalıştığında (örneğin yiyecek, eş ya da sosyal statüyle), uyanık ve heyecanlı olması için beyni onu cezp ederek daha çok çaba göstermesini sağlayacak duygular yaratır. Ünlü bir deneyde, birkaç sıçanın beynine elektrotlar yerleştiren bilim insanları, hayvanların sadece bir pedala basarak heyecanlanmasını sağlayan bir sistem kurarlar. Sıçanlara lezzetli bir yemek ve pedala basma seçenekleri sunulduğunda (tıpkı çocukların yemek yerine bilgisayar oyununu tercih etmesi gibi) sıçanlar pedala basmayı tercih eder. Sıçanlar açlık ve yorgunluktan bayılana kadar defalarca basar pedala. İnsanlar da başarının, şanın peşinde koşmanın heyecanını tercih edebilirler. Yarışı bu kadar cazip yapansa beraberinde gelen canlandırıcı duygulardır. Eğer stres, sadece sıkıntı ve bıkkınlık gibi tatsız duygular doğursaydı, kimse dağlara tırmanmaz, bilgisayar oyunları oynamaz ya da tanımadığı insanlarla buluşmazdı.
Ne var ki yarışmanın heyecanı da tıpkı rekabetin neden olduğu mutluluk hissi gibi çabucak geçer. Tek gecelik ilişkinin heyecanını yaşayan bir çapkın, hisselerin hareketlerini izlerken tırnaklarını yemekten zevk alan bir işadamı ya da bilgisayar ekranındaki canavarları öldürmekten keyif alan bir oyuncu, önceki gün yaşadığı serüvenleri anımsarken hiçbir haz duymaz. Defalarca pedala basan sıçanlar gibi çapkınlar, İşadamları ve bilgisayar oyunu tutkunları da her gün yeni bir heyecana ihtiyaç duyar. Daha da kötüsü, beklentiler de hemen duruma uyum sağlar ve dünün mücadeleleri bugünün bezginliği haline gelir. Mutluluğa giden yol, rekabet ya da madalyalardan ziyade, heyecan ve sükûnet dengesini korumaktan geçer; ancak birçoğumuz stresten sıkıntıya atlarken hoşnutsuz ve mutsuz olma ya devam ederiz.
Bilim haklıysa ve mutluluğumuz biyokimyasal sistemimiz tarafından belirleniyorsa süresiz tatmin hissini garantiye almanın tek yolu, sisteme hile karıştırmaktan geçer. Ekonomik büyüme, sosyal reformlar ve siyasi devrimleri bir kenara bırakın; küresel mutluluk seviyesini yükseltmek için insanın biyokimyasıyla oynamamız gerekir. Son yıllarda yaptığımız şeyler tam da bunu amaçlıyor. Elli yıl önce psikiyatrik ilaçlar toplumun nezdinde ciddi bir kusur gibi görülür, kullananlar bir nevi damgalanırdı. Bugünse durum değişti. İyi ya da kötü, nüfusun gittikçe anan bir çoğunluğu, sadece elden ayaktan düşüren zihinsel hastalıkları tedavi etmek için değil sıradan depresyon ve zaman zaman gelen buhranlarla baş edebilmek için de düzenli olarak psikiyatrik ilaçlar kullanıyor.
Örneğin okul çağındaki çocuklar tarafından Ritalin gibi uyarıcılar gittikçe daha fazla kullanıyor. 2011’de 3,5 milyon ABD’li çocuk dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanısıyla ilaç kullanıyordu. Birleşik Krallıkta bu sayı 1997’de 97 binken, 2012’de 786 bine yükseldi. Temel hedefleri dikkat bozukluklarını tedavi etmek olan bu ilaçları, günümüzde tamamen sağlıklı çocuklar, öğretmen ve ebeveynlerinin sürekli büyüyen beklentilerini karşılayabilmek için performanslarını artırmak amacıyla kullanıyor. Pek çok kişi bu duruma karşı çıksa da asıl problem çocuklarda değil eğitim sistemindedir. Çocuklar dikkat bozukluğu, stres ve düşük notlar gibi sıkıntılar yaşıyorsa tüm bunlar için aslında zamanı geçmiş öğretim yöntemlerini, kalabalık sınıfları ve hayatın doğal olmayan hızlı temposunu suçlamalıyız. Belki de çocukları değil okulları geliştirmeliyiz. İnsanlar binlerce yıldır öğretim yöntemlerini tartışıyor. Bu tartışmaların gelişimini gözlemlemek gerçekten çok ilginçtir. İster antik Çin ister Viktorya Britanyası olsun, herkesin diğer tüm seçeneklere hararetle karşı durabildiği kendi gözde yöntemi vardır mutlaka. Ancak bugüne kadar herkesin hemfikir olduğu tek görüş, eğitimi iyileştirmek için okulları değiştirmemiz gerektiğidir. Günümüzdeyse tarihte ilk defa, kimileri öğrencilerin biyokimyasını değiştirmenin daha etkin olduğuna inanıyor.
Ordular da aynı doğrultuda ilerliyor: ABD askerlerinin Irak’ta yüzde 12’si, Afganistan’daysa yüzde 17’si savaşın stresi ve baskısıyla baş edebilmek için uyku ilaçları ya da antidepresanlar kullanıyordu, Korku, depresyon ve travma tuzaklar ya da bombalar değil; hormonlar, nörotransmiterler ve nöral ağlar yüzünden ortaya çıkar. Aynı tuzağa düşmüş omuz omuza iki askerden biri korkudan donup yıllar sonra bile geceler boyu gördüğü kâbuslarla aklını kaybedebilirken, diğeri cesaretle ileri atılıp bir madalya kazanabilir. Buradaki fark askerlerin biyokimyalarındadır ve bu kontrol edilebildiğinde hem daha mutlu askerler hem de daha etkin ordular olacaktır.
Mutluluğu biyokimyasal değişikliklerde aramak, en çok işlenen suçların başında gelir aynı zamanda. 2009’da ABD federal hapishanelerindeki suçluların yarısı uyuşturucu yüzünden içeride; İtalya’daki tutukluların yüzde 38’i Birleşik Krallıktaysa yüzde 55’i uyuşturucu kullanmak ya da ticaretini yapmakla ilgili suçlara karışmıştır. 2001 tarihli bir rapor, Avustralya’da hüküm giyenlerin yüzde 62‘sinin suç işledikleri anda uyuşturucu etkisi altında olduğunu ortaya koyuyor. İnsanlar unutmak için alkol, huzurlu hissetmek için kenevir, dinç ve özgüvenli hissetmek için kokain ve metamfetaminler tüketiyor, kendinden geçmek için ecstasy, Beatles şarkısı “Lucy in the Sky with Diamonds” misali elmaslar eşliğinde bulutların üzerinde hissetmek içinse LSD kullanıyor. Bazı insanların çok çalışıp çabalayarak ya da bir aile kurarak sahip olmayı umduklarına, diğerleri doğru dozda moleküllerle çok daha kolay ulaşmayı deniyor. Bu da sosyal ve ekonomik düzenin varlığına temel bir tehdit olduğundan, ülkeler biyokimyasal suçlara karşı kararlı, kanlı ve umutsuz bir savaş yürütüyor.
Devletler “iyi” müdahaleleri “kötü” olanlardan ayırarak, mutluluğun biyokimyasal yollarla aranmasını düzenlemeye ve kontrol etmeye çalışırlar. Buradaki yöntem çok açıktır: Siyasi istikrarı, müdahalelere izin verilir, hatta bunlar teşvik bile edilir (okuldaki hiperaktif çocukları sakinleştiren ya da gergin askerleri cepheye süren müdahaleler gibi). İstikrarı tehdit eden tüm girişimlerse yasaklanır; Bir yandan her yıl üniversitelerin araştırma laboratuarları, ilaç şirketleri ve suç örgütleri yeni uyuşturucu maddeler yaratırken, diğer yandan devletin ve pazarın ihtiyaçları değişmeye devam ediyor. Mutluluğun peşinde biyokimyasal müdahalelerle ilerleyen koşu hızlandıkça siyaset, toplum ve ekonomiyi de şekillendiriyor, her şeyi kontrol etmek daha da zorlaşıyor.
Uyuşturucular aslında sadece başlangıç. Araştırma laboratuarlarındaki uzmanlar epeydir beynin doğru noktasına gönderilebilen elektrik uyarıları ya da bedenimizin bir kopyasını tasarlamak gibi İnsan biyokimyasına dönük daha karmaşık müdahalelerin üzerinde çalışıyor. Yöntemi ne olursa olsun, yaşamın temel doğasını değiştirmeyi gerektiren biyolojik müdahalelerle mutluluğa erişmek hiç de kolay olmayacaktır; Fakat bir daha düşünecek olursak kıtlık, salgın ve savaşları aşmak da hiç kolay değildi.
İnsan türünün biyokimyasal mutluluğa erişmek için bu kadar çok çaba göstermesinin ne kadar doğru olduğunu kestirmek gerçekten mümkün değil, Mutluluğun insan toplumunun en yüce amacıymış gibi gösterildiğini ama aslında saptırılmış bireysel bir tatmin ihtiyacından fazlası olmadığını iddia edenler de var. Kimileriyse mutluluğun sahiden de en yüce değer olduğunu kabul ederken, bir haz deneyimi olarak mutluluğun biyolojik tanımına katılmıyor.
Epikür yaklaşık 2300 yıl önce, ölçüsüz bir haz arayışının mutluluktan çok sefalete yol açacağı konusunda uyarmıştı. Ondan birkaç yüzyıl önce Buda daha da radikal bir iddiayla haz peşinde koşmanın sefaletin ve ıstırabın kaynağı olduğunu öne sürüyordu. Bu hazlar geçici ve anlamsız titreşimlerdir. Sonuçta tatmine ulaşılamayacağı gibi yeni deneyimler sadece daha fazla arzuya neden olacaktır. Dolayısıyla ne kadar keyifli ve heyecanlı duygular deneyimlersek deneyimleyelim, asla bizi tatmin edemeyeceklerdir,
Eğer ki mutluğu geçici hazlar olarak tanımlar ve daha fazlasını deneyimlemeyi arzularsam, bitip tükenmeyecek bir arayışa girmekten başka çarem olmayacaktır. Onlara eriştiğim anda da kolayca yok olacaklardır; geçmiş hazların sade anıları beni tatmin etmeyeceğine göre sürekli yeniden başlamam gerekecektir. Bu arayışta yıllar boyu devam etsem de, sürdürülebilir kazanımlara asla ulaşamayacağım gibi daha fazla haz arzuladıkça daha stresli ve doyumsuz olmam kaçınılmazdır. İnsanlar gerçek mutluluğa erişmek için haz arayışlarını hızlandırmamalı, aksine yavaşlatmalıdır.
Budizmin bu yaklaşımı biyokimyasal görüşlerle birçok ortak paydaya sahiptir; ikisi de hazların oluştuğu kadar hızlı kaybolacağı konusunda hemfikirdir. İnsanlar hazları gerçekten deneyimlemeden daha fazlasını arzuladıkça daha doyumsuz olacaklardır. Ne var ki bu sorunun birbirinden çok farklı iki çözümü mevcut. Bunlardan biyokimyasal olanı, insanları hazdan yoksun bırakmamak için bitmeyen hazlar sağlayacak ürün ve tedaviler üretmek. Buda daha az arzulayarak hazların hayatımızı kontrol etmesine izin vermememizi tavsiye ediyordu. Buda’ya göre zihnimizi tüm arzuların geçiciliğirıi gözlemleyecek şekilde eğitebiliriz. Zihnimiz, hazların geçici ve anlamsız titreşimlerden ibaret olduğunu kavradığında, duyduğumuz arzuyu da kaybederiz. Hızla ortaya çıkıp kaybolan bir şeyin peşinde koşmanın ne anlamı olabilir?
Günümüzdeyse insanlar biyokimyasal çözümlere daha çok ilgi duyuyor. Himalayalar’daki rahipler ya da fildişi kulelerdeki düşünürler ne derse desin, büyük kapitalistler için mutluluk hazdır, bu kadar. Bizi mutlu etmeyen şeylere karşı duyduğumuz sabırsızlıkla doğru orantılı olarak hazlara duyduğumuz arzu artıyor. Bilimsel araştırmalar ve piyasalar bu hedefe kilitlenmiş, her yıl daha iyi ağrıkesiciler, yeni tatlar, daha rahat yataklar, daha çok bağımlılık yapan akıllı telefon oyunları geliştiriyor; böylece otobüs beklerken bir an bile sıkılmıyoruz.
Tüm bunlar da yeterli olmayacaktır. Homo Sapiens daimi hazlar deneyimlemeye uyumlu olarak evrimleşmediğinden dondurmalar ve akıllı telefon oyunları da yeterli gelmeyecektir. Biyokimyamızı değiştirmemiz, zihin ve bedenlerimizi yeniden yaratmamız gerekecektir. Bu konudaki çalışmalar hâlihazırda sürüyor zaten. Gidişatın iyi mi kötü mü olduğunu tartışmaksa size kalmış; ancak görünen o ki küresel mutluluğu daimi kılmak için Homo Sapiens’in yeniden tasarlanarak bitmeyen hazların keyfini sürmesi, 21. yüzyılın ikinci yarısının ikinci büyük projesi olacaktır.