Otoriter Büyümenin Karşı Konulmaz Cazibesi

Hikayeler / İnsanlık Halleri | | Ocak 13, 2017 at 1:54 pm
Dai Guofang Çin’deki yaklaşan kentsel patlamayı önceden fark etmişti. 1990’larda Çin’in her tarafına yeni otoyollar, iş merkezleri, rezidanslar ve gökdelenler inşa ediliyordu ve Dai bu büyümenin gelecek 10 yılda hızını daha da artıracağını düşünüyordu. Şirketi Jiangsu Demir Çelik’in bir düşük maliyetli üretici olarak, özellikle de devlete ait yetersiz çelik fabrikalarıyla kıyaslandığında, büyük pazar paylarına ulaşacağı sonucuna varmıştı. Dai gerçek bir çelik devi yaratmayı planlıyordu ve Changzhou’daki yerel parti liderlerinin desteğiyle 2003’te harekete geçti. Fakat Mart 2004’te proje Beijing’deki Çin Komünist Partisi’nin emriyle durduruldu ve Dai hiçbir zaman açıkça belirtilmeyen sebeplerden dolayı tutuklandı. Yetkililer Dai’nin ifadelerinde onu suçlu gösterecek bazı kanıtlar bulacaklarını düşünmüş olabilirlerdi. Sonuç itibariyle sonraki beş yılı hapishanede ve ev hapsinde geçirdi ve 2009’da önemsiz bir suçtan hüküm giydi. Asıl suçu ise devlet destekli şirketlerle rekabet edebilecek büyük bir proje başlatması ve bunu yaparken Komünist Parti ileri gelenlerinin onayını almamasıydı. Diğerlerinin olaydan çıkardıkları ders kesinlikle buydu.

Komünist Parti’nin Dai gibi girişimcilere gösterdiği reaksiyon bir sürpriz olmamalı. Deng Şiaoping’in en yakın arkadaşlarından biri ve muhtemelen ilk piyasa reformlarının asıl mimarı Chen Yun, partinin çekirdek kadrosunu oluşturanların çoğunun ekonomiye bakış açısını bir “kafesteki kuş” analojisiyle özetliyordu: Kuş Çin ekonomisini temsil ediyordu; kuşun daha sağlıklı ve daha dinamik olması için partinin kontrolünün, yani kafesin, genişletilmesi gerekiyordu. Fakat kuşun kaçmaması için bu kafes ne açılabilir ne de atılabilirdi. Jiang Zemin 1989’da Çin’in en güçlü mevkii olan Komünist Parti Genel Sekreteri olduktan kısa bir süre sonra daha da ileri gitti ve partinin girişimcilerden duyduğu şüpheyi onları “aldatan, zimmetine para geçiren, rüşvet veren ve vergi kaçıran serbest meslek sahibi tüccarlar ve seyyar satıcılar” olarak tanımladı. 1990’larda Çin’e yabancı yatırım yağarken hatta devlet destekli teşebbüsler büyümeleri için teşvik edilirken bile özel girişimciler şüpheyle karşılanmış ve pek çok girişimcinin malına el konulmuş hatta bazıları hapse atılmıştı. Jiang Zemin’in girişimciler karşısındaki tavrı, eskisi kadar olmasa da, Çin’de hala yaygındır. Çinli bir iktisatçının sözleriyle, “Büyük devlet şirketleri dev projelere girişebilirler. Fakat aynı şeyi özel şirketler yaparsa, özellikle de devletle rekabete girerek, o zaman adım başı bir sorun çıkmaya başlar.

Bugün Çin’de karlı bir biçimde faaliyetlerini sürdüren çok sayıda şirkete rağmen ekonominin çoğu unsuru hala partinin komuta ve koruması altında. Gazeteci Richard McGregor en büyük devlet teşebbüslerini idare edenlerin her birinin masasında bir kırmızı telefon olduğunu bildiriyor. Bu telefon çaldığında şirketin ne yapması gerektiği, neye yatırım yapması gerektiği ve hedefinin ne olacağı hakkında emirler vermek için arayan partidir. Partinin çok az bir açıklama yaparak bu şirketlerin başındakileri değiştirmeye karar vermesi, onları kovması ya da terfi ettirmesi bize bu dev şirketlerin hala partinin kontrolünde olduğu gerçeğini hatırlatır.

Bu anlatılanlar elbette Çin’in kapsayıcı kurumlar yönünde attığı, son 30 yılda şaşırtıcı büyüme oranlarına yol açan adımları yadsımıyor, Çin’de çoğu girişimci, kısmen yerel kadroların ve Beijing’deki Komünist Parti elitlerinin desteğini kazandıkları için, nispeten güvenli mülkiyet haklarına sahip. Çoğu iktisadi devlet teşebbüsü kar amacı güdüyor ve uluslararası piyasalarda rekabet ediyor. Bu Mao’nun Çin’ine nazaran radikal bir değişim. Önceki bölümde gördüğümüz gibi, Çin ilk kez Deng Xiaoping yönetiminde gerçekleştirilen ve en habis sömürücü ekonomik kurumlardan kapsayıcı ekonomik kurumlara doğru bir geçiş hedefleyen radikal reformlar sayesinde büyüme sağladı. Çin’in ekonomik kurumları daha büyük bir kapsayıcılığa doğru bir rota izlerken bu büyüme yavaş da olsa sürdü. Buna ek olarak Cin çok büken bu büyüme yavaş da olsa sürdü. Buna ek olarak Cin çok büyük bir ucuz işgücü arzına sahip olmasından ve yabancı piyasalara, yabancı sermayeye ve yabancı teknolojilere erişebilmesinden de büyük ölçüde yararlanıyor.

Bugün Çin’in ekonomik kurumları 30 yıl öncesine kıyasla karşılaştırılamayacak ölçüde daha kapsayıcı olsa bile, Çin deneyimi yine de sömürücü kurumlara dayalı büyümenin bir örneğidir. Çin’deki büyüme, yakın dönemde yeniliğe ve teknolojiye verilen öneme rağmen yaratıcı yıkıma değil mevcut teknolojilerin hayata geçirilmesine ve hızlı yatırıma dayanıyor. Ayrıca Çin’de mülkiyet hakları da tam anlamıyla güvence altına alınmış değil. Ara sıra Dai gibi girişimcilerin malvarlığına el konulabiliyor. İşgücü hareketliliği sıkı bir düzenlemeye tabi ve mülkiyet haklarının en temel formu olan kişinin kendi emeğini istediği biçimde satma hakkı bile hala gerektiği gibi korunmaktan son derece uzak. Yerel parti kadrolarının, daha da önemlisi Beijing’in, desteği olmadan yalnızca bir avuç işadamı ve işkadınının herhangi bir girişime cesaret edebilmesi ise, ekonomik kurumların hala tam anlamıyla kapsayıcı olmaktan ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. İş dünyası ile parti arasındaki bağlantı her iki taraf için de son derece kazançlı. Parti destekli işletmeler uygun koşullarla ihaleler alabilir, sıradan insanların topraklarını istimlâk etmek için tahliye ettirebilir ve sonuçlarından çekinmeden yasaları ve düzenlemeleri ihlal edebilirler. Bu iş planlarının yoluna çıkanlar ezilir hatta hapse atılabilir ya da öldürülebilirler.

Çin Komünist Partisi’nin fazlasıyla hissedilen ağırlığı ve sömürücü kurumlar, aralarında kayda değer farklılıklar olmasına rağmen bize Çin’in şu anki büyümesi ile Sovyetlerin 1950’ler ve 60’lardaki büyümesi arasındaki pek çok benzerliği hatırlatıyor. Sovyetler Birliği sömürücü ekonomik kurumlar ve sömürücü siyasal kurumlarla büyüme yakaladı; çünkü bir merkezi komuta yapısı sayesinde kaynakları zorla sanayiye, özellikle de silah ve ağır sanayiye tahsis etti. Böylesi bir büyüme, geri kalınmış pek çok alanda arayı kapatabilmek için bir dereceye kadar makuldü. Yaratıcı yıkım bir zorunluluk olmadığında sömürücü kurumlara dayalı büyüme daha kolaydır. Cin’in ekonomik kurumları Sovyetler Birliği‘ndekilerden kesinlikle daha kapsayıcıydı fakat yine de siyasal kurumları hâlâ son derece sömürücüydü, Komünist Parti Çin’de mutlak güce sahiptir ve tüm devlet bürokrasisini, silahlı kuvvetleri, medyayı ve ekonominin büyük bölümünü kontrol eder. Çin halkının siyasal özgürlükleri sınırlıdır ve siyasal sürece katılımları çok düşüktür.

Pek çok kişi uzun zaman Çin’deki büyümenin demokrasi ve daha fazla çoğulculuk getireceğini düşündü. 1989’ da Tiananmen Meydanı’ndaki gösterilerin daha büyük bir açılıma ve hatta belki de komünist rejimin çökmesine yol açacağı görüşü hâkimdi. Fakat göstericilerin üzerine tanklar sürüldü ve bugün tarih kitapları barışçıl bir devrim yerine “Tiananmen Meydanı Katliamı”ndan bahsediyor. Tiananmen’in ardından Çin’in siyasal kurumları pek çok bakımdan daha sömürücü hale geldiler; Komünist Parti genel sekreteri sıfatıyla Tiananmen Meydanı’ndaki öğrencilere destek veren Zhao Ziyang gibi reformcular tasfiye edildi ve parti temel haklara ve basın özgürlüğüne daha büyük bir şevkle sınırlama getirdi. Zhao Ziyang 15 yıldan fazla bir süre ev hapsinde tutuldu ve siyasal değişimi savunanlar için bile bir sembol olmasın diye adı kamuya açık kayıtlardan kademe kademe silindi.

Bugün, internet de dâhil olmak üzere, partinin medya üzerindeki kontrolünün bir benzeri daha yok. Bunun büyük kısmı oto sansür sayesinde sağlanıyor; basın kuruluşları Zhao Ziyang’dan ya da hükümeti eleştiren, daha fazla demokratikleşme isteyen ve bu yüzden de bugün Nobel Barış Ödülü almış olmasına rağmen hala hapiste çürüyen Liu Xiaobo’dan bahsetmemeleri gerektiğini biliyorlar. Oto sansür konuşmaları ve diğer iletişim araçlarını gözetim altında tutabilen, web sitelerini kapatabilen ve hatta internetteki haberlere erişimi engelleyebilen Orwellvari bir cihazdan destek alıyor. 2002’den beri partinin genel sekreterliğini yürüten Hu Jintao’nun oğluyla ilgili yolsuzluk suçlamalarını konu alan haberler patlak verdiğinde, yani 2009’da, tüm bu olup bitenler ekranlara yansımıştı. Parti’nin cihazı derhal harekete geçti ve sadece Çin medyasının olayı aktarmasını engellemeyi başarmakla kalmadı, olayla ilgili olarak New York Times ve Financial Times’ın web sitelerindeki haberleri engellemeyi de başardı.

Partinin ekonomik kurumlar üzerindeki kontrolü nedeniyle yaratıcı yıkımın kapsamı son derece daraltıldı ve siyasal kurumlardaki radikal reformlara kadar da öyle kaldı. Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, Çin’deki sömürücü kurumlara dayalı büyüme de büyük ölçüde teşvik edildi çünkü geri kalınmış pek çok alanda arayı kapatmaları gerekiyordu. Kişi başına düşen gelir Çin’de hala Birleşik Devletler ve Batı Avrupa’daki rakamların çok altındadır. Elbette, Çin’deki büyüme Sovyetler’deki büyümeye kıyasla kayda değer bir çeşitlilik göstermektedir; yalnızca silah sanayine ya da ağır sanayiye dayalı değildir. Ayrıca Çinli girişimciler de pek çok alanda büyük bir yaratıcılık sergilemektedir. Yine de bu büyüme, sömürücü siyasal kurumlar kapsayıcı kurumlara yol vermediği takdirde enerjisini yitirecektir. Siyasal kurumlar sömürücü kaldıkları sürece büyüme, tüm benzer örneklerde olduğu gibi, doğası gereği sınırlı kalacaktır.

Çin deneyimi Çin’deki büyümenin geleceği hakkında, daha da önemlisi otoriter büyümenin albenisi ve yaşayabilirliği hakkında bazı ilgi çekici sorulan da beraberinde getirdi. Bu tür büyüme, dünyanın pek çok az gelişmiş bölgesi için piyasanın, ticaret serbestîsinin ve ekonomik büyümeyi harekete geçirecek belirli kurumsal reform biçimlerinin önemine vurgu yapan “Washington Konsensüsü” karşısında popüler bir alternatife dönüştü. Otoriter büyümenin cazibesi biraz da Washington Konsensüsü’ne bir tepki olmasından gelse de, muhtemelen onu daha cazip kılan –hele hele sömürücü kurumların tepesindekiler için- onlara iktidar üzerindeki hâkimiyetlerini sürdürmeleri hatta güçlendirmeleri için tam yetki vermesi ve sömürü faaliyetlerini meşrulaştırmasıdır.

Kuramımızın altını çizdiği gibi, sömürücü kurumlara dayalı bu tip bir büyüme, özellikle belirli ölçüde bir devlet merkeziyetine ulaşmış toplumlarda muhtemeldir ve hatta Kamboçya ve Vietnam’dan Burundi, Etiyopya ve Ruanda’ya kadar çeşitli ülkeler için belki de en muhtemel senaryodur. Fakat kuramımız, sömürücü siyasal kurumlara dayalı tüm diğer büyüme örnekleri gibi bunun da sürdürülebilir olmayacağına işaret ediyor.

Çin örneğindeki bu arayı kapamaya, yabancı teknoloji ithalatına ve düşük kaliteli, ucuz imalat ürünlerinin ihracatına dayalı büyüme süreci muhtemelen bir süre daha devam edecektir. Yine de Çin bir orta gelirli ülkedeki yaşam standartlarına ulaştığında büyüme muhtemelen son bulacaktır. Çin Komünist Partisi ve giderek güçlenen Cin ekonomik eliti için en muhtemel senaryo, iktidar üzerindeki sıkı hâkimiyetlerini birkaç on yıl daha sürdürmeyi başarmaları olacaktır. Bu durumda hem tarih hem de kuramımız, yaratıcı yıkımın ve hakiki yeniliğin eşlik ettiği bir büyümenin ortaya çıkmayacağını ve Çin’deki göz alıcı büyüme oranlarının yavaşça uçup gideceğini öne sürüyor. Fakat bu sonuç bir kader değildir; eğer Çin’in sömürücü kurumlara dayalı büyümesi kendi doğal sınırlarına ulaşmadan kapsayıcı siyasal kurumlara geçiş sağlanabilirse bundan kaçınmak mümkün. Yine de, birazdan göreceğimiz gibi, Çin’de daha kapsayıcı siyasal kurumlara geçişin ihtimal dâhilinde olduğunu ya da bunun kendiliğinden ve acısız gerçekleşeceğini ummak için çok az neden var.

Çin Komünist Partisi’nden bazı yetkililer bile önlerindeki yolda kendilerini bekleyen tehlikelerin farkındalar ve etrafa siyasal reformun –bizim terminolojimizle daha kapsayıcı siyasal kurumlara geçişin- zorunlu olduğu fikrini yayıyorlar. Kısa bir süre önce Çin’in güçlü başbakanı Wen Jiabao siyasal reform başlamazsa ekonomik büyümenin aksama tehlikesine dikkat çekti. Bazıları samimiyetinden kuşku duysa da biz Wen’in ileriyi gören bir analiz yaptığını düşünüyoruz. Fakat Batı’daki pek çok kişi Wen’in resmi açıklamalarıyla aynı fikirde değil. Onlara göre Çin sürdürülebilir ekonomik büyüme için alternatif bir yol izliyor; kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlara değil de otoriterizme dayalı bir büyüme rotası. Fakat yanılıyorlar. Buraya kadar Çin’in başarısının en önemli dayanaklarını görmüş bulunuyoruz; ekonomik kurumlarda gerçekleştirilen, katı komünist ekonomik kurumlardan verimlilik artışı ve ticarete yönelik teşvikler sağlayan kurumlara doğru radikal bir değişim. Bu perspektiften bakıldığında, sömürücü kurumlardan kapsayıcı kurumlara doğru ilerlemeyi –Çin örneğinde olduğu gibi sömürücü kurumlarla bile olsa– başarmış ülkelerin deneyimleriyle karşılaştırıldığında Çin deneyiminin temelde hiçbir farklı yanı yok. Bu nedenle Çin, ekonomik büyümeye sömürücü ekonomik kurumları sayesinde değil, onlara rağmen ulaştı; son 30 yıldaki başarılı büyüme deneyimi, sömürücü ekonomik kurumlardan belirgin biçimde daha kapsayıcı kurumlara doğru radikal bir değişim yüzündendi ve son derece otoriter, sömürücü siyasal kurumların varlığı bu süreci zorlaştırmıştı.

Otoriter büyümeye getirilen bir başka savunma ise, doğasının sevimsizliğini kabul etmekle birlikte otoriterizmin yalnızca bir geçiş aşaması olduğunu öne sürer. Bu fikir siyaset sosyolojisinin klasik kurumlarından birine, Seymour Martin Lipset tarafından formüle edilen modernleşme kuramına dayanır. Modernleşme kuramı, tüm toplumların büyürken daha modern, gelişmiş ve uygar bir varoluşa/yaşam biçimine ve özellikle de demokrasiye yöneldiğini ileri sürer. Yine modernleşme kuramının pek çok taraftarı, demokrasi gibi kapsayıcı kurumların da büyüme sürecinin bir yan ürünü olarak ortaya çıktığını savunur. Üstelik demokrasinin kapsayıcı siyasal kurumlar içermediği durumlarda bile düzenli seçimler ve nispeten engelsiz bir siyasal rekabet muhtemelen kapsayıcı siyasal kurumların gelişimine yol açacaktır. Ayrıca modernleşme kuramının farklı versiyonları eğitimli bir işgücünün doğal olarak demokrasiye ve daha iyi kurumlara yol açacağını da ileri sürerler. Modernleşme kuramının az çok post modern bir versiyonunda, New York Times köşe yazan Thomas Friedman bir ülkenin yeterince McDonald’s restoranı olduğunda demokrasi ve kurumların da peşi sıra geleceğini ileri sürecek kadar ileri gitmiştir. Tüm bunlar iyimser bir tablo çiziyor. Geçen 60 yılda çoğu ülke, hatta sömürücü kurumlara sahip pek çok ülke, belirli ölçüde bir büyüme yaşadı ve bunların çoğu sahip oldukları işgücünün eğitim düzeyinde önemli bir artışa da tanık oldu. Dolayısıyla gelirleri ve eğitim düzeyleri artmaya devam ederken, bir biçimde tüm diğer iyi şeyler; demokrasi, insan hakları, medeni haklar ve güvence altına alınmış mülkiyet haklan da artmalıydı.

Modernleşme kuramı gerek akademik çevrelerde gerekse başka alanlarda çok sayıda taraftar topladı. Örneğin Birleşik Devletler’in yakın geçmişte Çin’e karşı takındığı tavrı bu kuram şekillendirdi. George H.W. Bush Birleşik Devletler’in Çin’deki demokrasi konusunda izlediği politikayı “Çin’le özgürce ticaret yapın, ne de olsa zaman bizden yana” biçiminde özetlemişti. Ana fikir, Çin’in Batı’yla özgürce ticaret yaparken büyümesi ve bu büyümenin Çin’e demokrasiyi ve daha iyi kurumlan getirmesiydi; tıpkı modernleşme kuramının öngördüğü gibi. Oysa 1980’lerin ortalarından itibaren hızla artan Birleşik Devletler-Çin ticareti, Çin demokrasisine çok az katkıda bulundu; hatta gelecek 10 yılda muhtemelen daha da artacak olan entegrasyonun sağlayacağı katkı da aynı ölçüde az olacak.

Pek çok kişinin Irak toplumunun geleceği ve Birleşik Devletler önderliğindeki işgalin sonuçları hakkındaki yaklaşımları da modemleşme kuramı nedeniyle benzer ölçüde iyimser. Irak, Saddam Hüseyin rejimi dönemindeki feci ekonomik performansına rağmen 2002’de Sahra-altı Afrika ülkelerinin çoğu gibi yoksul değildi ve nispeten daha eğitimli bir nüfusa sahipti; dolayısıyla demokrasi ve temel özgürlüklerin gelişimi, hatta belki de çoğulculuk için uygun bir zemin olduğuna inanılıyordu. Kaos ve iç savaş Irak toplumun üzerine çökerken çok geçmeden bu umutlar da suya düştü.

World Finance web sitesinin 2 Eylül 2014 sayfasında Türkiye

Modernleşme kuramı, başarısız ülkelerdeki sömürücü kurumların önemli sorunlarıyla nasıl yüzleşileceğini düşünmek için hem yanlış hem de faydasızdır. Modernleşme kuramını destekleyen en güçlü kanıt, demokratik rejimlere sahip olan, medeni haklara ve insan haklarına değer veren, işleyen piyasalara ve genel olarak kapsayıcı ekonomik kurumlara sahip ülkelerin zengin ülkeler olmasıdır. Ancak bu birlikteliği modernleşme kuramını desteklediği yönünde yorumlamak kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumların ekonomik büyüme üzerindeki en büyük etkisini görmezden gelmek demektir. Tüm kitap boyunca öne sürdüğümüz gibi, geçen 300 yılda büyüyen ve günümüzde nispeten daha zengin olan toplumlar, kapsayıcı kurumları olanlardır. Eğer olaylara bir parça farklı bakarsak, bunun etrafımızda olanları açıkladığı açıkça görülür: Son birkaç yüzyılda kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlar inşa eden ülkeler kayda değer bir büyümeye ulaşırken, son 60 ya da 100 yılda daha hızlı bir büyüme gösteren otoriter rejimler, Lipset’in modernleşme kuramının aksine, daha demokratik hale gelmediler ve aslında bu hiç de şaşırtıcı değil. Sömürücü kurumlara dayalı büyüme, tam da bu kurumların mutlaka ortadan kalkması gerekmediği ya da kalksa bile bunun kendiliğinden gerçekleşmesi gerekmediği için mümkündür. Aslında, Çin Komünist Partisi’nin 1980’lerden beri uyguladığı gibi, bu tür bir büyümenin nedeni genellikle sömürücü kurumları kontrol edenlerin ekonomik büyümeyi bir tehdit olarak değil, rejimlerini destekleyen bir unsur olarak görmeleridir. Ayrıca Gabon, Rusya, Suudi Arabistan ve Venezüella’daki gibi, bir ülkenin doğal kaynaklarının değerindeki artışlardan kaynaklanan büyümenin ve petrol fiyatlarındaki artışlardan kaynaklanan büyümenin bu otoriter rejimleri kapsayıcı kurumlara doğru köklü bir değişime götürmesinin pek mümkün olmaması da şaşırtıcı değildir.

Tarihsel veriler modernleşme kuramına daha da az cömert davranıyor. Nispeten müreffeh pek çok ülke baskıcı diktatörlüklere ve sömürücü kurumlara boyun eğdi ve onları destekledi. Hem Almanya hem de Japonya 20. yüzyılın ilk yarısında dünyanın en zengin ve en sanayileşmiş ülkeleri arasında yer alıyorlardı ve nispeten iyi eğitimli yurttaşlara sahiplerdi. Fakat bu Almanya’da Nasyonal Sosyalist Parti’nin ya da Japonya’da savaş üzerinden bölgesel bir büyüme hedefleyen militarist bir rejimin yükselmesine engel olmadı ve bu her iki ülkenin siyasal ve ekonomik kurumlarının sömürücü kurumlara doğru keskin bir dönüş gerçekleştirmesine neden oldu. Ayrıca Arjantin de 19. yüzyılda dünyanın en zengin ülkelerinden biriydi; sanayileşme nedeniyle olmasa da dünya çapında bir kaynak patlamasından faydalandığı için İngiltere kadar hatta ondan bile zengindi; ayrıca Latin Amerika’nın en eğitimli nüfusuna sahipti. Fakat Arjantin’deki demokrasi ve çoğulculuk diğer Latin Amerika ülkelerinden daha başarılı değildi, hatta muhtemelen daha başarısızdı. Darbeler birbirini izledi ve seçimle gelen liderler bile gözü doymaz diktatörlere dönüştüler. Yakın zamanda bile kapsayıcı ekonomik kurumlara yönelik çok az gelişme söz konusu ve 13. bölümde gördüğümüz gibi 21. yüzyılın Arjantin hükümetleri hâlâ yurttaşlarının varlıklarına fütursuzca el koyabiliyorlar.

Bu yazı yazara ait ''Ulusların Düşüşü'' isimli ilgi eserin onbeşinci bölümünden alıntılanmıştır.


Tüm bunlar bazı önemli fikirlerin altını çiziyor. Birincisi, Cin’deki otoriter, sömürücü kurumlara dayalı büyüme, her ne kadar bir süre daha sürecek gibi görünse de, hakiki kapsayıcı ekonomik kurumların ve yaratıcı yıkımın desteklediği sürdürülebilir bir büyümeye dönüşmeyecek. İkincisi, modernleşme kuramının iddialarının aksine, otoriter büyümenin demokrasiye ya da kapsayıcı kurumlara götüreceğine bel bağlamamalıyız. Şu sıralarda Çin, Rusya ve diğer birkaç otoriter rejim muhtemelen siyasal kurumlarını daha kapsayıcı bir doğrultuya sokamadan –ve aslında muhtemelen elit kesimde böyle bir değişim için bir istek doğmadan ya da onları buna zorlayacak herhangi bir kuvvetli muhalefet oluşmadan- sömürücü büyümenin sınırlarına ulaşacak bir büyüme yaşıyor. Üçüncüsü, otoriter büyüme uzun vadede ne arzu edilebilir ne de sürdürülebilir bir şeydir; bu yüzden, uluslararası camia pek çok ilkenin tam da bazen onları yöneten ekonomik ve siyasal elitin çıkarlarıyla uyuştuğu için seçecekleri bir rota olsa da onu Latin Amerika, Asya ve Sahra-altı Afrika’daki ülkeler için bir şablon olarak tasvip etmemelidir.
Tags: ,

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.