Bireysellik

Sözlük | | Mayıs 28, 2017 at 12:13 pm

Çok değil, elli yıldan biraz fazla bir süre önce, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı ile George Orwell’in 1984’ü arasında, çok geç olmadan önlemlerimizi almazsak gelecekte bizi ne gibi kötü olayların beklediği, hangi korkunç şeylerin olacağı, nelerden korkmamız gerektiği gibi popüler endişelerin doğruluğu ile ilgili tartışma patlak verdi.

“Gördüğün gibi burada, olduğun yerde kalmak için koşabildiğin kadar koşarsın. Başka bir yere ulaşmak istiyorsan, bunun iki katı hızlı koşman gerekir!” Lewis Carroll. Aynanın İçinden

Tartışma, tartışmasız hem daha önce görülmemiş cinsten hem de oldukça ciddi bir tartışmaydı zira bu iki ileri görüşlü distopik yazar tarafından son derece canlı bir biçimde tasvir edilen iki dünya birbirinden tebeşirle beyazpeynir kadar farklıydı. Orwell’inki sefalet ve yoksulluk, kıtlık ve yokluk dünyasıydı; Huxley’inki ise refah ve zenginlik, bolluk ve bereket. Tahmin edileceği gibi Orwell’ in dünyasında yaşayan insanlar mutsuzdu ve korku içindeydi; Huxley’in insanları ise kaygısızdılar, hayatı bir oyun gibi yaşıyorlardı. En az bunlar kadar çarpıcı başka farklılıklar da vardı: iki dünya, hemen hemen her ayrıntısıyla birbirinin tam karşıtıydı.

Ama yine de bu iki farklı dünya tasavvurunun ortak bir yanı vardı. (Yoksa bu iki distopya, tartışmak bir yana, birbiriyle iki çift laf edemezdi bile.) Bunları birleştiren şey, bireysel özgürlüğün neredeyse tamamen yok edilmekle kalmayıp yalnızca verilen komutlara uymak ve gündelik rutinlerin dışına çıkmamak üzere eğitilmiş insanlar tarafından adeta lanetlendiği, bütün iplerin küçük bir seçkinler grubunun elinde bulunduğu ve geri kalan herkesin kuklalar gibi yaşadığı, dünyanın yönetenler ve yönetilenler, düzen yaratanlar ve düzeni takip edenler olarak ikiye ayrıldığı, birinci gruptakilerin –yani düzen yaratıcılarının – tasarılarına sıkı sıkı sarıldığı, ikinci gruptakilerin de bu tasarıları görmek ve içeriklerine vakıf olmak gibi ne bir niyetlerinin ne de öyle bir kapasitelerinin olduğu sıkı bir şekilde kontrol edilen dünya öngörüleriydi.

Geleceğin daha az özgürlük, daha fazla kontrol, gözaltı ve baskı yüklü olması, bu tartışmaya dâhil değildi. Orwell ile Huxley, dünyanın gidişatı konusunda hemfikirdiler; sadece, işleri oluruna bıraktığımız, cehaletimizden, duygusuzluğumuzdan ve miskinliğimizden kurtulmak için bir şey yapmadığımız sürece, bizi o geleceğe götürecek yolları farklı tasavvur etmişlerdi.

Horace Walpole, 1769 yılında Sir Horace Mann’a gönderdiği mektubunda. “Dünya, düşünenler için bir komedi, hissedenler içinse bir trajedidir,” diye yazmıştı. Fakat “komik” ve “trajik” sözcüklerinin anlamı zaman içinde değişir ve Orwell ile Huxley, trajik bir geleceğin ilk taslaklarını çizmek üzere kalemlerine uzandığı günlerde trajedi olarak karşılarına çıkan şey; dünyanın, kitleleri uzaktan yöneten ve gittikçe güçlenen yöneticiler ile güçleri gittikçe azalan, kontrol altındaki kitleler arasında bir yarılmaya doğru kararlı ve kontrol edilemez bir şekilde gidişiydi. İki yazarın da iç dünyasına musallat olan kâbusvari gelecek, kimsenin kendi hayatı üzerinde söz sahibi olamadığı bir gelecekti. Nasıl ki başka bir zamana ait düşünürler olan Aristoteles ve Platon, kölelerin olmadığı –iyi ya da kötü – bir toplum tasavvur edememişlerse, Huxley ile Orwell de, başkalarının canlandıracağı senaryolar yazan, rolleri dağıtan, kimin ne söyleyeceğine karar veren, bu senaryoları sahneleyen ve senaryo dışına çıkıp kendi metinlerini doğaçlamaya kalkışan oyuncuları ya kovan ya da zindanlara kapatan yöneticilerin, planlayıcıların ve gözcülerin olmadığı, mutlu ya da mutsuz, bir toplum düşünememişlerdir. Kontrol kulelerinin ve kontrol masalarının olmadığı bir dünya tasavvur edememişlerdir. Yaşadıkları zamanın tüm korkuları, tıpkı umutlan ve rüyaları gibi, Merkez Komuta Karargahı’nın etrafında dönüp duruyordu.

Ağır kapitalizm, hafif kapitalizm

Nigel Thrift, Orwell ve Huxley’in anlatılarını Yaratılışçı söylemden farklı bir yere, Yeşucu söylem üst başlığı altında bir yere koyardı muhtemelen. (“Söylemler,” der Thrift, “insanlara nasıl toplu bir şekilde yaşanacağını dikte eden üst-dillerdir.”] “Yeşucu söylemde düzen esas ve düzensizlik bir istisnayken Yaratılışçı söylemde düzensizlik kural ve düzen istisnadır.” Yeşucu söylemde, dünya (Thrift burada Kenneth Jowitt’ten alıntı yapar) “merkezi olarak düzenlenmiştir; parçaları birbirine sıkı sıkıya bağlıdır ve aşılamaz sınırlara delicesine takıntılıdır”.

Açıklamama izin verin: “Düzen” tekdüzelik, kurallara uygunluk, aynı şeylerin tekrarı ve önceden tahmin edilebilirlik demektir; bir oluşuma, ancak ve ancak, bazı şeylerin yalnızca o oluşum içinde gerçekleşme ihtimali alternatiflerinden daha yüksekse ve başka bazı şeylerin o oluşum içinde gerçekleşme ihtimali çok düşükse veya hiç yoksa “düzenli” diyebiliriz. Bu demektir ki birisi (yani, ister bir “kişi isterse “kişi dışı” olsun, bir Yüce Varlık) bir yerde ihtimallere müdahale etmeli, olayların rasgele gerçekleşmemesi için gidişatı maniple etmeli, adeta “zar tutmalıdır”.

Yeşucu söylemin düzenli dünyası, son derece sıkı kontrol altında bir dünyadır. Bu dünyadaki her şey ne olduğu (şimdilik bazıları ama genelde çoğu tarafından) açıkça anlaşılamasa da, bir amaca hizmet eder. Belli bir amacı ya da yararı olmayan bir şeyin bu dünyada yeri yoktur. Dahası, bir şeyin gerçekten işe yarar olarak meşruiyet kazanması için o şeyin, bütünün düzenli yapısının “idame ve bekasına” hizmet etmesi gerekmektedir. Meşruiyet gerektirmeyen tek şey, yalnızca ve yalnızca düzenin kendisidir; deyim yerindeyse düzenin meşruiyeti “kendinden menkuldür”, Öyle olduğu için öyledir, siz istemiyorsunuz diye başka türlü olamaz: Onunla ilgili olarak bilmemiz gereken, ya da bilebileceğimiz tek şey budur. Düzen, belki de Tanrı, tek gösterimlik İlahî Yaratılış oyununda düzeni orada istediği için oradadır; ya da insan (ama Tanrı-insan) varlıklar, sürekli akan tasarlama, inşa etme ve idame ettirme süreci içinde düzeni oraya yerleştirmeyi ve orada tutmayı uygun görmüş olabilirler. Günümüz modern dünyasında, yani uzatmalı bir izne çıkan Tanrı’nın yokluğunda, düzen tasarlama ve idame ettirme görevi insanlara düşmüştür.

Karl Marx’ın farkına vardığı gibi, egemen sınıfların fikirleri egemen fikirler olma eğilimindedir (bu önermenin, dille ve dilin ürünleriyle ilgili yeni bilgilerimiz ışığında, pleonastik( açıklaması kendi içinde olan cümle; gereksiz kelime kullanımlı) bir önerme olduğunu söyleyebiliriz). Yaklaşık iki yüz yıl boyunca dünyaya kapitalist şirketlerin patronları hükmetti –yani, neyin uygulanabilir, neyin uygulanamaz olduğunu onlar söyledi; makul olanı akıldışı olandan, anlamlı olanı anlamsız olandan onlar ayırdı; insanların hayat çizgilerinin çerçevesini belirleyecek alternatiflere onlar karar verdi. Dolayısıyla, egemen söyleme işlenen ve o söyleme bir gerçeklik kazandıran dünya, onların, kendi tasavvurlarının suretinde yarattıkları ve yeniden şekillendirdikleri dünyayla birlikte tasavvur ettikleri dünyaydı.

Yakın zamanlara kadar bu söylem, Yeşucu söylemdi; şimdilerde ise, gittikçe artan bir hızla Yaratılışçı söylem olmaya başladı. Fakat iş dünyası ile akademi dünyasının, yani dünya yaratanlarla dünya yorumlayanların günümüzde aynı söylem içinde buluşmuş olması, Thrift’in ima ettiğinin aksine, yeni bir şey değildir; yeni olmadığı gibi, nevzuhur (Thrift’in deyimiyle, “yumuşak”) ve bilgi oburu kapitalizme özgü bir şey de değildir. Son birkaç yüzyıldır akademi dünyasının, kapitalistlerin tasarlayıp uygulamaya koydukları dünyadan başka kavramsal ağlarına düşürecekleri, üzerine kafa yoracakları, tanımlayıp yorumlayacakları başka dünyaları olmadı. Bu dönem boyunca iş ve akademi dünyası  –aslında birbirleriyle konuşarak anlaşamadıkları için– aralarındaki mesafeyi korur görünseler de, sürekli olarak bir aradaydı. Bir araya geldikleri toplantı odasını ise, şimdi de olduğu gibi, büyük ortak seçip döşemişti.

Yeşucu söylemi sürdüren ve onu inanılır kılan dünya, Fordist dünyaydı. (Fordizm, ilk olarak Antonio Gramsci ile Henri de Man tarafından kullanılmış bir terim olsa da, Fordist pratiklerin üzerinde parlayan güneş batmaya yüz tuttuğunda yeniden keşfedilmiş, yeniden popüler bir terim haline gelmiştir.) Alain Lipietz’in geriye dönük olarak yaptığı tanıma göre Fordizm, en parlak günlerinde, hem bir endüstri hem sermaye birikimi ve hem de bir “regülasyon” modeli olduğu kadar,

beklentilerin uyum biçimleri ile bireysel aktörlerin biriktirme rejiminin kolektif ilkelerine karşı çelişkili davranışlarının birleşimiydi de.
Endüstriyel paradigmaya Taylorcu rasyonalizasyon ilke” sinin yanı sıra, aralıksız makineleşme dâhildi. Bu “rasyonalizasyon”, emeğin entelektüel yönü ile bedensel yönünü birbirinden ayırmaya […] tasarımcılar tarafından en üstten başlayarak sistematize edilmekte ve makinelerle bütünleştirilmekte olan toplumsal bilgiye dayanıyordu. Bu ilkeleri ilk olarak yirminci yüzyılın basında ortaya attıklarında Taylor ve Taylorcu mühendislerin bariz amacı, işçiler üzerindeki idari kontrolü pekiştirmekti.

Fakat Fordist model bundan daha fazla bir şeydi; model, bütün bir dünya görüşünün kurulduğu epistemolojik bir inşaat alanıydı ve hayat deneyiminin tamamı, zarifçe yükselen bu dünya görüşünün gölgesinde kalıyordu. İnsanların dünyayı kavrayış biçimleri hemen her zaman praxeomorphic olmaya meyillidir: Ona şeklini veren şey, o günkü yöntem bilgisi, yani insanların yaptıkları şeyler ve o şeyleri genel yapış biçimleridir. Tasarım ile uygulamayı, inisiyatif ile emirleri yerine getirmeyi, özgürlük ile itaatkârlığı, yaratıcılıkla belirlenimciliği (determination] birbirinden titiz bir şekilde ayıran; birbirine zıt şeyleri bu tür ikili karşıtlıklar içinde birbirine sıkıca bağlayan ve idareyi bu ikiliklerin birinci öğelerinden ikincilerine yumuşak bir şekilde aktaran Fordist fabrika modeli, düzen hedefli toplum mühendisliğinin o güne kadar ulaştığı şüphesiz en üstün başarıydı. Bu modelin, insan gerçekliğinin bütün seviyelerde nasıl işlediğini kavramaya çalışan herkes için metaforik referans çerçevesi işlevini görmesi [referansın ne olduğu belirtilmese de) şaşırtıcı değildir. Açık ya da örtük varlığını, konuya çok uzak tasavvurlardan örneğin Parsons’ın “merkezde toplanan değerler kümesi” tarafından yönetilen ve kendi kendini yeniden üretebilen “toplumsal sisteminde” veya Sartre’ın, kişinin ömür boyu süren kimlik inşasında ona yol gösterici örnek olarak işlev üstlenen “yaşam projesinde” bile görmek mümkündür.

Gerçekten de, Fordist fabrika modelinin alternatifi ve bu modelin toplumun en ücra köşelerine kadar yayılmasının önüne geçmenin bir yolu yok gibiydi. Orwell ile Huxley’in arasındaki tartışma, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki çekişme gibi bu açıdan bakıldığında, daha çok aile içi bir çekişmeye benziyordu. Kaldı ki komünizm, Fordist modeli sadece o zamanki parazitlerinden temizlemeyi (ve kusurlarını gidermeyi – yani, pazar ekonomisinin yarattığı ve rastlantıları ve öngörülmedik olayları tamamen ortadan kaldırma sürecini zora sokan ve rasyonel planlamanın genele yayılmasını kısıtlayan o habis kaosu bir düzene sokmayı hedefliyordu. Lenin’in sözleriyle, komünistler, “Sovyet iktidarı ve Sovyet yönetim örgütlenmesini kapitalizmdeki en son gelişmelerle harmanlamayı’” başarabilselerdi, sosyalizmin hayali gerçek olabilirdi. “Sovyet yönetim örgütlenmesinden” kasıt, Lenin’ e göre, “kapitalizmdeki en son gelişmelerin” (yani, “işgücü örgütlenmesinin bilimselleşmesi”) fabrika duvarlarını aşarak her yere yayılması, toplumsal hayatın her noktasına nüfuz etmesiydi.

Fordizm, “ağır”, “hantal” ve “katı” aşamasındaki toplumun kendi durumuna uyanmasını sağladı. İsteseler de istemeseler de sermaye} yönetim ve işgücü, ortak tarihlerinin o aşamasında, uzunca bir süre –onlara ayak bağı olan devasa fabrika binaları, ağır makineler ve muazzam bir işgücüyle, belki de sonsuza dek– bir arada yaşamaya yazgılıydılar. Etkili ve verimli bir şekilde işlemek bir yana, ayakta kalabilmek için bile bir yandan sınırlar çizip kendi bölgelerini ayırır, siperler ve dikenli tellerle çevirerek koruma altına alırken, diğer yandan kalelerini, uzun süren, belki de beklenmedik bir anda bastıran kuşatmalara direnebilmek için ihtiyaçları olan her şeyi alabilecek kadar büyük yapmaları gerekiyordu. Ağır kapitalizmin takıntısı büyüklük ve boyuttu; bu nedenle sınırlar ve bu sınırların sızdırmazlığı ve aşılamazlığı da çok önemliydi. Henry Ford’un dehası, endüstriyel kalesini koruyup savunacak her unsuru aynı mekânda tutmanın –onları ayartıp, firar etmeye veya taraf değiştirmeye özendirecek her türlü etkiyi uzak tutmanın– yolunu bulmuş olmasıydı. Sorbonne Üniversitesi’nden ekonomist Daniel Cohen’in dile getirdiği gibi:

Henry Ford, bir gün, işçilerinin ücretlerini iki katına çıkarmaya karar verdi. Resmi olarak açıklanan meşhur, “işçilerimin, otomobillerimden alabilecek kadar iyi ücret almalarını istiyorum,” sözü elbette bir şakaydı. İşçilerin satın aldığı otomobiller, toplam satışın çok küçük bir kısmıydı, fakat maliyetin en büyük bölümü, işçi ücretleriydi. Ücret artırımının gerçek nedeni, Ford’un başa çıkmak zorunda olduğu korkutucu boyutlara ulaşmış işgücü kaybıydı. İşçileri zincirlerine daha sıkı sarılsınlar diye o güne kadar görülmemiş bir zam yapmıştı…

İşçileri tezgâhları başına bağlayan, onları yerlerinden kıpırdayamaz hale getiren görünmez zincir, Cohen’in sözleriyle, “Fordizmin ta kendisiydi”. Bu zincirin kırılması, akla hemen Fordist modelin düşüşünü ve erken gelen sonunu getiren hayat deneyimindeki dönüm noktasıydı. “Kariyer yolculuğuna Microsoft’ta başlayan biri,” der Cohen, “sonunda nereye varacağını göremez. Oysa Ford ya da Renault’da işe başlayan biri, bütün kariyeri boyunca aynı yerde kalacağının neredeyse kesin olarak farkındadır.”

Ağır aşamasındaki sermaye, en az işçiler kadar sıkı bir şekilde yere zincirliydi. Günümüzde ise, içinde bir evrak dosyası, cep telefonu ve küçük bir bilgisayardan fazla bir şey olmayan küçük bir el çantası alıp istediği yere seyahat edebilmekte. İstediği yerde durup mola verebiliyor ve işi bittikten sonra da hiçbir yerde de kalması gerekmiyor. Diğer yandan işgücü için hiçbir şey değişmiş değil, hareket kabiliyetinden en az eskisi kadar yoksun – fakat eskiden kendisi ile birlikte sabit kalacağını öngördüğü işyeri eski katılığını yitirmiş durumda; boşu boşuna tutunacak sabit bir kaya arayışı içindeki çapalar, kendilerini oynak kumun içinde buluyor. Dünya sakinlerinin bir kısmı hareket halindedir; geri kalanlara göre yerinde durmayan, dünyanın kendisidir. Bir zamanlar aynı anda hem yasa koyucu hem yargıç hem de temyiz mahkemesi olan dünya, elindeki kartları göğsüne yakın tutan, diğer oyunculara tuzaklar kuran ve hile yapmak için fırsat kollayan bir poker oyuncusuna gittikçe daha çok benzerken, Yeşucu söylem de kulağa boş ve anlamsız gelir.

“Ağır kapitalizm” gemisinin yolcuları, kaptan köşküne çıkma ayrıcalığı ve yetkisi olan seçkin mürettebatın gemiyi de idare edip hedefine ulaştırabileceğine (her zaman haklı olmasalar da) inanıyorlardı. Yolcular böylece bütün dikkatlerini, geminin her yanında asılı ve kalın harflerle yazılı yönerge ve kuralları öğrenmeye ve onları uygulamaya verebiliyorlardı. Şikâyet etseler (hatta bazen isyan çıkarsalar) de bu, gemiyi limana yeterince hızlı ulaştırmayan ya da yolcuların rahatıyla hiç ilgilenmeyen kaptana karşı oluyordu. Diğer yandan, “hafif kapitalizm” uçağının yolcuları, pilot kabininde kimsenin olmadığını ve üzerinde “otomatik pilot” yazan esrarengiz kara kutudan uçağın nereye uçtuğu, nereye ineceği, hangi havaalanına inileceğine kimin karar verdiği ve yere sağ salim inmek için yolcuların yapabileceği herhangi bir şey olup olmadığıyla ilgili bir şeyler öğrenmenin imkânsız olduğunu dehşetle fark ediyorlar.

Arabam var, seyahate engel bir durumum yok

Kapitalist düzen içinde dünyanın, Max Weber’in büyük bir güvenle öngördüğünün tam tersi bir yönde değiştiğini söyleyebiliriz. Weber’e göre geleceğin toplumu bürokratik bir toplumun ilk örneği ve rasyonel eylemin başlangıç formu olacaktı. Gelecek tasavvurunu o günkü ağır kapitalizm deneyiminden yola çıkarak yapan Weber, “araçsal rasyonalitenin” çok kısa bir zaman içinde zafere ulaşacağını öngörmüştü. İnsanlığın gidişatının aşağı yukarı nasıl sonuçlanacağı ve insan eylemlerinin sonunun geldiği apaçık ortadayken insanlar, sonunda kendilerini araç sorunsalı üzerine kafa yorarken bulacak, yani gelecek, deyim yerindeyse, araç takıntılı bir gelecek olacaktı (“çelik kabuk” terimini ilk ortaya atan kişinin “ağırlığın”, kapitalizmin zamana bağlı bir özelliği olduğunu ve kapitalist düzenin başka kiplerinin de olabileceğini, hem de çok yakın zaman içinde onların da ortaya çıkacağını hiç düşünmemiş olduğu kesin). Bunun ötesindeki bütün rasyonalizasyon çabası (ki kendi içinde, önceden belirlenmiş bir hedeftir) içinde araçların geliştirilmesini, ayarlanmasını ve mükemmel hale getirilmesini barındıracaktı. İnsanın rasyonel düşünme kapasitesinin duygusal ve aynı derecede irrasyonel diğer yönelimlerle malul olduğunu bilen biri, uçlar arası çekişmenin bir gün gelip biteceği umuduna şüpheyle yaklaşır; fakat bu çekişme, gelecekte, aman vermez rasyonalizasyon tarafından harekete geçirilen ana akımdan dışarı atılacak – ve hayat denen can alıcı (ve sonucu belirleyici) işin sınırlarında uğraşan peygamberlere ve vaizlere bırakılacaktır.

Weber değer rasyonalitesi adını verdiği amaç odaklı bir diğer eylem türünden de bahseder; bununla kastettiği şey, değerlerin, kendi dışında bir başarı beklentisi olmaksızın, “sırf kendi yararına” benimsenmesidir. Ayrıca, kafasındaki değerlerin etik, estetik veya dini değerler –yani, modern kapitalizmin, kendi teşvik ettiği düşünülüp taşınılmış, rasyonel eylem biçimine ters, tamamen gereksiz değerler olarak küçük gördüğü ve görmezden geldiği değerler – olduğunu özellikle belirtir. Eylem türlerini ayırırken araya değer rasyonalitesini de eklemek Weber’in aklına sonradan mı geldi, bilemeyiz; hedefler sorununun artık tamamen çözüldüğü görüşüne karşı çıkan, aksine bazı kişilerin, gerçekleştirme şansları çok düşük ve sonunda ödeyecekleri bedel çok büyük olsa da ideallerine sıkı sıkı sarılması –dolayısıyla, onları hedeflerine götürdüğü sürece her türlü aracı mubah görmesi- durumunda tekrar ortaya çıkabileceğine işaret eden Bolşevik Devrimi’nden etkilenmiş olabilir.

Değer rasyonalitesi kavramı Weber’in tarih şemasında ne kadar işe yaramış olursa olsun, içinde bulunduğumuz tarihsel dönüm noktasını kavramak için hiçbir işe yaramaz. Günümüz hafif kapitalizmi, araçsal rasyonel düzen idealinden uzaklaşmış olmasına rağmen, Weber’in kastettiği anlamıyla “değer-rasyonel” değildir. Hafif kapitalizm, Weber tarzı değer rasyonalitesinden fersah fersah uzaktır; eğer tarihin herhangi bir döneminde değerler “mutlak bir şekilde” benimsendiyse veya benimsenecekse, o zaman kesinlikle bugün değildir. Ağırdan hafif kapitalizme geçişte aslında olan şey, peşine düşülmeye değer hedeflerle ilgili tartışmasız, nihai kararlar almak üzere kurulmuş tam yetkili mahkemelerinin (veya Yüce Divan’ın] değerlerini “mutlaklaştırma” yetkisini elinde tutan görünmez “politbüroların” (yani Yeşucu söylemin kalbi ve vazgeçilemez kurumlarının) dağılmasıdır.

Her şeyin üstünde tam yetkili bir merciin olmadığı (veya üstünlük için birbiriyle yarışan fakat kazanmak için önemli olan katılmak” dışında fazla bir iddiası olmayan çok sayıda kurumun olduğu) bir durumda, hedefler sorunu bir kez daha ortaya çıkmıştır ve sonu gelmez üzüntülere ve kararsızlığa neden olmaya, özgüveni yerle bir edip sinir bozucu şekilde istikrarlı bir belirsizlik duygusuna, dolayısıyla uçsuz bucaksız bir anksiyete durumu yaratmaya adaydır. Gerhard Schulze’nin sözleriyle bu, “araçların bilinmediği geleneksel belirsizliğin yerine, hedeflerin bilinmediği” yeni bir belirsizlik durumudur. Bilgilerimizin eksik olduğu böyle bir durumda konu artık araçları elimizdeki hedeflere göre değerlendirmeye çalışmak konusu değildir. Asıl konu, bildiğimiz veya sadece tahmin edebildiğimiz riskler karşısında, “elimizin altındaki” (yani, peşine düşmenin makul olacağı) pek çok değişken, akıl çelici hedeflerden hangisinin öncelikli olduğunu değerlendirme ve karar verme konusudur.

Yeni koşullar altında, insan hayatının ve insanların hayatının büyük bir kısmı büyük ihtimalle, ‘uzun uzadıya düşünmemize gerek bırakmadan bizi sonuca götürecek araçları bulmaktan çok hedef seçimlerimiz yüzünden acı çekerek geçecek. Hafif kapitalizm, kendinden öncekilerin aksine, önünde sonunda değer takıntılı [value obsessed] olacaktır. “İş arayanlar” sayfasındaki meşhur olduğu kadar doğruluğu şüpheli “arabam var, seyahate engel bir durumum yok” ilanı, günümüz bilimsel ve teknolojik kurum ve laboratuarlarının yöneticilerine atfedilen kuşkulu durumun yanı sıra, hayatın yeni sorunsallarının bir özeti olabilir: “Çözümü bulduk. Şimdi sıra sorun bulmada.” “Ne yapabilirim?” sorusu, “Yapmak zorunda olduğumu ya da yapmam bekleneni nasıl en iyi şekilde yaparım?” sorusunu bir kenara atmış, tüm eylemi sultası altına almıştır.

Dünyanın düzenli bir yer olmasını sağlayan ve doğru ile yanlış arasındaki artık görünmeyen sının koruyan Tam Yetkili Merciler varken dünya, sonsuz olasılıklar dünyası, peşine düşülmesi gereken ya da çoktan kaçırılmış sayısız fırsatla ağzına kadar dolu bir kap olur. Ne kadar uzun, dolu dolu yaşanmış ve verimli bir hayat olursa olsun, bir insan hayatında, bırakın hepsini denemeyi, ne olduklarını üstünkörü bile göremeyeceğimiz kadar çok –hem de acı verecek kadar çok olasılıklar vardır. Tam yetkili Merciler teker teker ortadan kalkarken bıraktıkları boşluğu, sonsuz sayıda olasılık doldurmuştur.

Bugünlerde yeni distopyalar yazılmayışı şaşırtıcı değildir: Seçimlerini özgürce yapan bireylerin post-Fordist, “akışkan modern” dünyası, haddini aşan herkesi cezalandıracak, tehditkâr bir Büyük Birader’ den korkmuyor artık. Diğer yandan, böyle bir dünyada, iş nelerin yapmaya veya sahip olmaya değer olduğuna, küçük kardeşinizi hayattaki zorbalardan korumak için kimlerden medet umulabileceğine karar vermeye geldiğinde güvenebileceğiniz ve inanabileceğiniz, munis ve şefkatli bir Ağabey’e de fazla bir yer yok: bu nedenle, iyi bir toplumu anlatan ütopyalar da yazılmıyor artık. Deyim yerindeyse şimdi her şey bireye indirgenmiş durumda. Neleri yapabilip neleri yapamayacağına karar vermek, bu kapasitesini en üst dereceye kadar geliştirmek ve bunu en iyi şekilde uygulayabileceği hedefleri –yani ulaşılabilecek en üst doyum noktasını– seçmek bireye düşüyor artık. “Beklenmedik olanı, bir eğlenceye dönüşsün diye ehlileştirmek” bireye kalıyor.

Huxley ve Orwell’in distopyalarında konu ettikleri “sıkı bir şekilde kontrol edilen dünya” öngörüsü Bauman’ın eserinde konu aldığı Gelişmiş Dünya toplumları açısından pek gerçekleşmemiş gibi görünse de bizim de dâhil olduğumuz az gelişmiş (özgür olmayan – aydınlanmamış) toplumlar açısından durum oldukça farklı. Bu ülkelerde uygulanan “daha doğuştan insana el koyma yöntemleri” sayesinde bu distopyalarda öngörülen sıkı kontrol çok büyük ölçüde gerçekleşmiş durumda. Tehditkâr Büyük Birader bu ülkelerde 21. yüzyılda da zinde ve hayatta ve son derece korkutucu.

Her biri bir diğerinden daha çekici ve daha ağız sulandırıcı, her biri bir öncekinin boşluğunu dolduran ve “bir sonrakine el atmak için zemin hazırlayan” fırsatlarla dolu bir dünyada yaşamak, nefes kesici bir deneyimdir. Böyle bir dünyada pek az şey önceden belirlidir ve çok daha azı kesin ve değiştirilemezdir. Yenilgilerin pek azı kesin yenilgidir ve olsa bile, talihsizliklerin çoğu tersine çevrilebilir; fakat hiçbir zafer de nihai değildir. Olasılıkların sonsuz kalabilmesi için hiçbirinin değişmez gerçekliğe dönüşüp katılaşmasına izin vermemek gerekir. Sıvı ve akışkan olarak kalmaları, diğer fırsatları ulaşılamaz hele getirmesinler, gelecek maceraları daha tomurcuk vermeden soldurmasınlar diye üzerlerinde bir “son kullanma” tarihlerinin olması daha hayırlı olacaktır. Kimlik sorunları üzerine yazdıkları ufuk açıcı eserde Zbyszko Melosik ile Tomasz Szkudlarek’in altını çizdiği gibi, görünürde sonsuz sayıda (en azından teker teker deneyebileceğimizden çok daha fazla) seçenek içinde yaşamak sayesinde “sıradanlaşma özgürlüğünü” tadarız. Bu lezzet, sonrasında ağızda acı bir tat da bırakır, zira (bir süreç belirten] sıradanlaşma kısmı hiçbir şeyin kesin olarak sona etmediğini ve önümüzde yaşayacak daha çok şey olduğunu ima ederken, “biri olma” durumu (ki “-laşma sürecinin” amacı bu durumu güvence altına almaktır) hakemin maçı bitiren düdüğüne işaret etmektedir: “Amaçlara bir kez ulaşıldıktan sonra artık özgür değilsindir: sıradan biri olduğunda sen kendin olmazsın.” Bitmemişlik, tamamlanmamışlık ve belirsizlik durumu riskler ve kaygılarla doludur; fakat bu durumun tersi de, özgürlüğün, açık kalmak için ihtiyaç duyduğu şeyi kapattığı için, katışıksız bir zevk vaat etmemektedir.

Oyunun devam ettiğinin, ileride olacak ve yaşanacak çok şeyin olmasının ve hayatın bize sunacağı daha çok mucizeyle dolu olduğunun farkında olmak kapalılıktan çok uzaktır, son derece tatmin edicidir ve haz vericidir. Şu ana kadar denenip benimsenmiş her şeyin sonsuza kadar bozulmadan kalacağına şüpheyle bakmak, çorbadaki meşhur sinek gibidir. Kayıplar kazançları dengeler. Hayat, hep bu ikisi arasında gidip gelecektir; hiçbir denizci çıkıp, tamamen risksiz olmasa da, güvenli bir rota buldum diye övünemeyecektir.

Olasılıklarla dolu bir dünya, en açgözlü müşterinin bile hepsini teker teker tadamayacağı kadar çok çeşitte yiyecekle donatılmış açık büfeye benzer. Yemek sırasında bekleyenler tüketicidir ve tüketicilerin çözmesi gereken sorunların en ağır ve can sıkıcı olanı, önceliklerini belirlemek, yani henüz değerlendirmediği bazı seçeneklerden vazgeçmek ve öylece, dokunulmamış olarak bırakmaktır. Tüketicinin sefaleti, seçeneklerin azlığından değil, gereğinden fazla oluşundandır. “Seçeneklerimi en iyi şekilde kullandım mı?” sorusu, tüketicinin kafasındaki en rahatsız edici, gece uykusuz bırakan sorudur. Ekonomistlerin, tüketici ürünleri satan tüccarlar konusu etrafında yazdıkları yazılardan oluşan ortak bir çalışmada Marina Bianchi’nin belirttiği gibi:

Tüketicinin durumunda amaç fonksiyonu (objective function) [ … ] sıfırdır [ … ]
Hedeflerle araçlar uyum içindedir, fakat hedeflerin kendileri rasyonel olarak seçilmemiştir [ … ]
Kuramsal açıdan. hata yapma veya hatalı bulunma ihtimali olmayan taraf şirketler değil tüketicilerdir.

Fakat hiç hata yapma ihtimaliniz yoksa doğru olanı yaptığınızdan da emin olamazsınız. Yanlış adım atma diye bir şey yoksa hangi adımın daha iyi olduğunu söyleyecek, dolayısıyla pek çok alternatif arasında hangi adımın doğru olduğunu –ne o adımı atmadan önce ne de sonra– gösterecek bir şey de yoktur. Seçimlerde hata yapmanın söz konusu olmaması hem bir nimet hem de bir lanettir, zira bunun için ödemeniz gereken bedel, sonu gelmez bir kararsızlık ve hiçbir zaman doyurulamayacak bir tutkudur. Bu durum satıcılar için iyi haberdir, piyasada kalıcı olabileceklerine işaret eder fakat alıcılar için kararsızlık, acılar içinde kıvranmak demektir.

Anlatma bana, göster!

Ağır, Fordist tarz kapitalizm kanun koyucuların, davranış kalıplarını tasarlayıp uygulanmasını sağlayanların dünyasıydı, başkaları tarafından konulan hedeflere başkaları tarafından belirlenen yollardan ulaşmaya çalışan kadınların ve erkeklerin dünyasıydı. Bu nedenle otoritelerin, daha iyi bilen liderlerin ve elinizden gelenden daha iyi bir gelişim göstermek için neyi nasıl yapmanız gerektiğini söyleyen öğretmenlerin de dünyasıydı.

Hafif, tüketici dostu kapitalizm kanunlar öneren otoriteleri hepten ortadan kaldırmadığı gibi, bir kısım yetkilerine hiç dokunmadı. Dahası, o kadar çok yeni otorite yarattı ki hiçbiri uzun süre yönetimde kalamadı. Hatanın aksine gerçek bir tanedir ve gerçek olarak kabul görmesi (yani, kendinden başka bütün alternatiflerinin hatalı olduğunu ilan etmesine izin verilebilmesi) için bir tane olması beklenir. Aslına bakacak olursak “çok sayıda otorite” kendi kendisiyle çelişen bir ifadedir. Otoritelerin sayısı çok olduğunda birbirlerini sıfırlama eğilimindedirler ve iş başındaki en etkin otorite, bunlardan hangisinin otorite olacağına karar verendir. Müstakbel otorite, seçimi yapanın sayesinde fiilen otorite olur. Otoriteler idare işlevini yitirmiştir artık; seçimi yapana yaltaklanırlar; kışkırtırlar ve baştan çıkarırlar.

“Lider”, “iyi” ya da “doğru” bir toplum kurmayı amaç edinmiş ve kötü veya uygun olmayan alternatiflerini tüm gücüyle uzak tutmaya çalışmış bir dünyanın yan ürünü ve çok önemli parçasıydı. “Akışkan modern” dünya bunların ikisini de yapmaz. Margaret Thatcher’ın meşhur ama talihsiz, “Toplum diye bir şey yoktur,” sözü hem kapitalizmin değişen doğasını yansıtan fazlasıyla dürüst bir görüş hem bir niyet beyanı hem de kendini gerçekleştiren bir kehanettir: Ardından gelen dalga, düzgüsel ve koruyucu ağların dağılmasına neden olmuştur ki bu da, sözcüğün gerçek bir karşılık bulmasına, neredeyse ete kemiğe bürünmesine bir hayli katkıda bulunmuştur. “Toplumsuzluk” ütopyasızlık ve distopyasızlık demektir: Hafif kapitalizmin gurusu Peter Drucker’in belirttiği gibi, “Toplum aracılığıyla kurtuluş” da yoktur; yani, (söylediklerinden çok dile getirmeden bıraktıklarından yola çıkarak) yaşadığımız felaketlerin sorumluluğunu toplumun sırtına da yükleyemeyiz: Başımıza gelen iyi şeylerin olduğu kadar kötü şeylerin –özgür aktörler olarak, kendi özgür iradenizle seçtiğiniz eylemlerin sonucunda olanların sebebi siz ve yalnızca sizsinizdir.

Hiç şüphesiz, “bilgi sahibi” olduklarını iddia eden yeterince fazla sayıda kişi vardır ve bunların arasında, onların bilgi sahibi olduğuna iman edecek pek çok müridi olanlar da vardır. Bilgi sahibi böyle insanlar-hatta hikmetlerinden şüphe edilmemiş olanlar bile- önder değildirler; en fazla, rehber olurlar. Aralarındaki en önemli fark, önderler peşlerinden gidilen insanlarken, rehberin işe alınması gerekir ve gerektiğinde görevine son verilebilir. Önderler disiplin bekler ve talep ederler; rehberler ise en fazla ciddiye alınıp sözlerinin dinlenmesine bel bağlayabilirler. Ama sözlerini dinletmek için önce müstakbel dinleyicilerinin dikkatini çekmeleri gerekir. Önderler ile rehberler arasındaki bir diğer önemli fark da, ilkinin bireyin iyiliği ile toplumun iyiliği ya da (tam da Wright C. Mills’in söyleyebileceği gibi) kişisel endişeler ile kamusal meseleler arasında bir arabulucu, iki dilli bir çevirmen işlevi görmesidir. Rehberler ise, bunun aksine, kapalı kişisel alanların dışına çıkmaya çekinirler. Hastalıkların kişisel olması gibi tedavi de kişiseldir. Endişeler özel alana aittir, endişelerle başa çıkma araçları da. Rehberlerin sunduğu rehberlik hizmetleri büyük P ile yazılan Politika’ya değil, gündelik yaşam politikalarına referans verir; danışanların kendileri için kendi başlarına neler yapabileceğiyle ilgilenir – güçlerini birleştirdiklerinde birbirleri için hep birlikte neler yapabilecekleriyle değil.

Kendi türünde (kişisel gelişim) en çok satanlardan biri olan kitabında (1987’deki yayımlanışından bu yana beş milyondan fazla satmıştır) Melody Beattie, okurlarına yarı uyan yarı tavsiye niteliğinde şu sözleri söyler: “Kendinizi delirtmenin en garantili yolu başkalarının işine karışmak, aklınızı başınızda tutmak ve mutlu olmanın yolu ise kendi işinize bakmaktır.” Kitap umulmadık başarısını, içeriğini çok güzel özetleyen adına borçluydu: Codependent No More [Başkalarına Bağımlı Yaşamayı Bırakın]. Başkalarının çarpık sorunlarını çözmeye çalışmak sizi bağımlı biri yapar ve bağımlı biri olmak, kendinizi kaderin ellerine –daha doğrusu kontrol edemeyeceğiniz şeylerin ve yönetemeyeceğiniz insanların insafına teslim etmek demektir: dolayısıyla siz gönül rahatlığıyla kendi işinize, sadece kendi işinize bakın. Başkalarının dertleriyle ilgilenmek size fazla bir’ şey kazandırmaz ve dikkatinizi, sizden başka kimsenin yapamayacağı işten uzaklaştırır. Böyle bir mesaj, Samuel Butler’ın “Haz, hak veya görev duygusundan daha güvenli bir yol göstericidir,” önermesini ister istemez kendilerine düstur edinmiş ve bundan az da olsa vicdani bir rahatsızlık duyan yalnız kurtların içini rahatlatacak bir mesajdır.

“Biz”, önderlerin en çok kullandığı kişi zamiridir. Rehberler ise bu zamiri çok az kullanırlar: Onlar için “biz”, “ben”in çoğuludur ve çoğul olma durumu, Emile Durkheim’ın “grup” kavramının aksine, parçalarının [bireylerinin] toplamından daha fazla değildir. Danışma oturumunun sonunda danışan kişiler, oturum başlamadan önce oldukları kadar yalnızdırlar. Olsa olsa yalnızlıkları daha da pekişmiştir: Sonunda yine kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalacakları konusunda içlerine doğan şüphe doğrulanmış, neredeyse kesinlik kazanmıştır. Danışmanın önerisi hangi konuda olursa olsun, sonuç olarak danışana söylenen şey, danışanın her şeyi tek başına ve doğru düzgün yapması gerektiği, kendi hataları veya özensizliği nedeniyle doğabilecek olumsuzlukların tek sorumlusunun yine kendisi olacağını, bunun suçunu başkalarında arayamayacağıdır.

En iyi rehberi kendilerine danışacak olanların aslında bir “örnek olay” beklentisi içinde olduklarını bilen rehberdir. Sorunlar bireysel olarak başa çıkılabilecek ya da bireysel olarak çözülebilecek sorunlar olduğu sürece, danışan kişilerin ihtiyaç duyduğu (ya da ihtiyaçları olduğuna inandıkları) şey, benzer bir sorun yaşayan başkalarının aynı durumda ne yaptıklarını gösteren bir örnek görmektir. Kendi dışlarında bir örnek görme ihtiyacının çok önemli bir nedeni daha vardır: Gittikçe artan sayıda insan, nedenini tam olarak söyleyemedikleri şekilde kendilerini mutsuz hissetmektedir. “Mutsuz olma” duygusu büyük bir sıklıkla dağınık ve oynaktır: sınırları belirsiz, kökleri fazlasıyla karışıktır: “somutlanmaya” –yani, eşit derecede belirsiz “mutluluk özlemini” belirli bir hedef olarak yeniden şekillendirmek için belli bir kalıba dökülüp adının konmasına– ihtiyacı vardır. [Danışan] başkalarının yaşam deneyimlerine bakarak –başkalarının çektikleri sıkıntıları göz ucuyla da olsa görerek– kendi mutsuzluğuna neyin neden olduğunu keşfetmeyi, sorunlarının adını koymayı ve böylece direnmek ya da onlarla baş edebilmek için neler yapması gerektiğini öğrenmeyi umut eder. Jane Fonda’s Workout Book [Jane Fonda’nın çalışma Kitabı] (1981) kitabının ve kitapta milyonlarca Amerikalı kadının hizmetine sunulan fiziksel egzersiz tekniklerinin olağanüstü popülaritesini yorumlayan Hilary Radner’in işaret ettiği üzere:

Eğitmen kendini bir otorite figüründen çok […] örnek bir model olarak sunar.
[…] bu egzersizleri uygulayan biri kendi bedeninin mülkiyetine, aslında kendisine ait olmayan ama önüne konmuş örnek beden(ler)e ait bir imgeyle özdeşlik kurarak ulaşır.

Jane Fonda, önerdiği şeyin içeriği ve okurlarının/izleyicilerinin kendilerine nasıl bir örneği model almaları gerektiği konusunda oldukça açık sözlü ve içtendir: “Bedenimin kendi çabalarımın ürünü, kendi eserim olduğunu düşünmek hoşuma gidiyor. Bu benim sorumluluğum.” Fonda’nın bütün kadınlara mesajı, bedenlerinin yalnızca kendilerine ait bedenim ve kendi ürünleri olduğu, bedenlerinden yine kendilerinin sorumlu olduklarıdır. Postmodern amour de soi (ben aşkı) kavramını pekiştirmek için, (kendi kimliğini mülkiyet aracılığıyla kurma şeklindeki tüketici eğiliminin yanı sıra) oldukça pre-postmodern – aslında modernden daha ziyade pre-modern bir önermeye başvurur: Emeğimin ürünü, onu üretmek için sarf ettiğim dikkat, özen ve beceriler kadar değerlidir (ama daha iyi değildir). Sonuç ne olursa olsun, övgüyü (veya bazı durumlarda yergiyi] hak eden kendimden başka kimse yoktur. Aynı derecede açık ifade edilmemiş olsa da, Fonda’nın mesajının öbür yüzü de oldukça nettir: Bedeninize düşünceli ve özenli davranmanız gerekir; bu görevinizi ihmal ederseniz kendinizi suçlu hissetmeniz ve bundan utanmanız gerekir. Bedeninizdeki kusurlar sizin suçunuz ve sizin ayıbınızdır. Fakat günahtan arınmanın yolu, yalnızca ve yalnızca o günahı işleyenin elindedir.

Hilary Radner’ın sözlerini burada tekrar etmeme izin verin: Bütün bunları söylemiş olsa da Fonda bir otorite (kanun yapıcı, norm koyucu, vaiz veya öğretmen) rolüne soyunmaz. Yaptığı şey, “kendini bir örnek olarak sunmaktır”. Ünlüyüm ve seviliyorum, bir arzu ve hayranlık nesnesiyim. Neden? Nedeni ne olursa olsun, ben öyle olmasını istediğim için öyle. Bedenime bakın: incecik, esnek, ölçülü – ve her daim genç. Elbette benimki gibi bir bedene sahip olmak –benim gibi olmak– isterdiniz. Bedenim benim eserimdir, siz de benim gibi çalışırsanız, benimki gibi bir bedene sahip olabilirsiniz. “Jane Fonda gibi olmak” hayalini kurduğunuz bir şeyse, unutmayın ki beni, hayalini kurduğunuz Jane Fonda yapan kişi yine benden, Jane Fonda’dan başkası değil.

Zengin ve ünlü olmanın elbette ki katkısı büyüktür: mesajı daha ağır ve etkili kılar. Jane Fonda, kendini bir otorite değil de bir örnek olarak sunmak için her ne kadar kendi çizgisinin dışına çıkmış olsa da, ününü ve servetini görmezden gelmek saflık olur çünkü öyledir. Sunduğu örnek otoriteyi doğal olarak içinde barındırırken, diğer insanların örnekleri yoğun emek harcayarak ulaşılan örneklerdir. Jane Fonda’nınki bir bakıma sıra dışı bir durumdur: “Sahne ışıkları altında” doğmuş ve bedeniyle örnek oluşturmadan çok önce yaptığı ve geniş çapta ilgi gören çeşitli işleriyle dikkatleri üzerinde tutmuştur. Bununla birlikte, genelde, örneği model alma isteği ile örnek alınan kişinin otoritesi arasındaki nedensel bağın hangi yönde gelişeceğini kestirmek zordur. Daniel J, Boorstin’in (1961 tarihli The Image [Hayal] eserinde) espriyle karışık bir şekilde dile getirdiği gibi çok satan bir kitap, çok sattığı için çok satan bir kitapken, şöhretli bir kişi popüler olduğu için popüler bir kişidir. Otorite, mürit orduları yaratır fakat net bir şekilde belirlenmemiş ve kronolojik olarak eksikli hedefler dünyasında otoriteyi oluşturan –ya da otoritenin ta kendisi olan– şey, mürit sayısıdır.

Durum ne olursa olsun, örnek – otorite çiftinde en önemli ve en çok rağbet gören taraf örnek tarafıdır. Sözleri daha ağızlarından çıkmadan dikkat çekecek kadar otorite sahibi meşhurların sayısı, televizyonlardaki sayısız sohbet programlarının hepsinde boy gösteremeyecek kadar azdır (pek seyrek olarak Oprah veya Trisha’nınkiler gibi en popüler olanlarına konuk olurlar). Fakat bu durum, yol gösterilmeye muhtaç kadın erkek milyonlarca insanın oturup her gün bu sohbet programlarını izlemelerine engel değildir. Kendi yaşam deneyimlerini paylaşan kişinin otoritesi, izleyicileri ekran başına toplamada ve reytingleri birkaç basamak yükseltmede artı bir puandır. Fakat anlatıcının herhangi bir otoritesinin olmaması, meşhur biri olmaması, sıradan biri olması, örneği model almayı kolaylaştırıcı ve dolayısıyla kendi başına değer artırıcı bir potansiyel olabilmektedir. Ekranda çok kısa bir süreliğine (öykülerini anlatmaya ve en ilginç kısımlarını atladıkları veya gereksiz ayrıntılar üzerinde gereğinden fazla durdukları için gelen sitemlerin yanı sıra alkışlardan da kendi paylarına düşeni almaya yetecek kadar) görünen “ünsüz”, sizin benim gibi “sıradan” insanlar, en az kendilerini izleyenler kadar çaresiz ve bahtsızdırlar. Benzer darbeler altında ezilmekte, tıpkı onlar gibi sorunlarından başlan dik bir şekilde kurtulmanın yollarını ve daha mutlu bir hayat seçeneğini aramaktadırlar. Onların yaptığını, hatta daha iyisini ben de yapabilirim. Zaferlerinden olduğu kadar yenilgilerinden de yararlı bir şeyler öğrenebilirim.

Sohbet programlarına olan bağımlılığı, insanoğlunun iflah olmaz dedikodu ve “ilkel merak duygusunu” kendini tatmin için kullanma hırsının bir uzantısı olarak aşağılamak ya da alaya almak yanlış ve yanıltıcı olduğu kadar küçük düşürücüdür de. Ağzına kadar araçla dolu fakat hedeflerin ürkütücü derecede belirsiz olduğu bir dünyada sohbet programlarından çıkarılan dersler çok temel bir soruyu cevaplamaktadır ve yadsınamaz bir faydacı değeri bulunmaktadır. Hayatımı en iyi şekilde nasıl yaşayacağımı benden daha iyi kimse bilemez ve bunun için gerek duyabileceğim bütün kaynakları kendi becerilerimde, cesaretimde ve kararlılığımda arayıp bulabileceğimi bildiğimden, benzer zorluklarla karşılaşan diğer insanların bunlarla nasıl başa çıktıklarını görmek son derece önemlidir. Benim ıskaladığım mucizevî bir çözüm yolu bulmuş, benim dikkatimi çekmeyen veya üzerinde yeterince düşünmediğim için göremediğim bir sırra erişmiş olabilirler.

[Sohbet programlarının] tek yararı bu değildir. Daha önce bahsi geçtiği gibi, sıkıntı veya mutsuzluk hali tanımlanıp adı konmazsa, sorunun çözümü için de bir umut olmaz: durum böyleyken, sorunun adını koymak bile kendi başına sıkıntılı bir iştir. Bununla birlikte, acı çekmek kişisel ve mahrem bir şeyken, kişisel dilden bahsetmek tutarsızlıktır. En gizli, en kişisel ve en mahrem duygular dâhil, adı konacak şey her ne olursa olsun, seçilen isimlerin kamusal bir geçerliliği varsa ve ortak iletişim aracı olarak kullanılan ve birbirleriyle iletişim kuran bütün bireylerin anlayabileceği bir dile aitse ancak, konacak ismin bir anlamı ve işlevi olabilir. Sohbet programları “henüz doğmamış fakat doğmak üzere olan” bir dilde verilen halka açık derslerdir. “Sorunun adını koymak” o ana kadar sözcüklerle dile getirilmemiş ve [ bu programlar olmasa ] dile getirilmeden kalacak şeyleri, kamusal açıdan meşru yollarla ifade etmek için kullanılabilecek sözcükler sunar.

Bu, kendi içinde çok önemli bir kazançtır – fakat daha farklı kazançlar da vardır. Sohbet programlarında, normalde herkesin önünde konuşulamayacak kadar mahrem deneyimlerle ilgili sözcük ve deyişler açık açık dile getirilir – üstelik genel kabul görür, eğlendirir ve alkışlanır. Aynı şekilde, sohbet programları kişisel konuların kamusal alanda konuşulmasını meşru hale getirir. Konuşulamaz olanı konuşulabilir, utanılası olanı itibarlı kılar ve çirkin bir sırrı gurur duyulan bir şeye dönüştürür. Bu programlar büyük ölçüde şeytan çıkarma –hem de oldukça etkili şeytan çıkarma- ayinleridir. Sohbet programlan sayesinde, daha önce değersiz ve küçük düşürücü gördüğüm, bu nedenle kimselere söyleyemediğim ve acısını sessizce çektiğim şeyler konusunda artık rahatça konuşabiliyorum. İçime attıklarım artık birer sır olmadığından, kazancım, iç dökmenin verdiği arınma duygusundan daha fazlasıdır: Artık ne [söylediklerimden ] utanç duymam ne de hoşnutsuz bakışlardan, saygısızlıkla suçlanmaktan ve toplum dışına itilmekten çekinmem gerekiyor. En nihayetinde bütün bunlar, insanların milyonlarca izleyici önünde yüzleri kızarmadan konuştukları türden şeylerdi. Kişisel sorunları –ve onların sorunlarına çok benzeyen benimkiler başkalarının önünde konuşulmaya uygun sorunlardır. Gerçekten herkese ait sorunlar haline geldiklerinden değil: tartışmaya kişisel sorunlar sıfatıyla dâhil olurlar ve siz onları ne kadar tartışırsanız tartışın, değişmezler. Aksine, kişisel olma durumları her seferinde bir kez daha teyit edilir ve kamuya açılma sürecinden kişisellikleri daha da pekişmiş olarak çıkarlar. Kaldı ki her konuşmacı, bu tür şeyleri kişinin tek başına göğüslemesi, onlarla tek başına mücadele etmesi ve başa çıkması gerektiğini kabul etmiştir.

Jürgen Habermas’ın da aralarında olduğu pek çok önemli düşünür, “mahrem alanın” “kamusal alan” tarafından ele geçirilip sömürgeleştirilmesi tehlikesine dikkat çeker. Onların yaptığı gibi, Orwell veya Huxley tarzı distopyalara ilham kaynağı olmuş bir dönemin hala taze anılarını göz önünde tutacak olursak, bu tür korkuların dile getirilmesi anlaşılabilir. “Ne var ki olanları kötüye yormanın asıl nedeni, gözünüzün önünde gerçekleşen sürece sanki yanlış gözlüklerle bakıyor oluşumuzdur. Gerçekte, uyarıların tam tersi bir eğilim –yani, kamusal alanını önceleri kişisel ve kamusal alanda dile getirilemez olarak kategorize edilen meseleler tarafından ele geçirilmesi– söz konusu gibidir.

Hâlihazırda olan şey, özel ve kamusal alanlar arasındaki hareketli sınırın bir kez daha güncellenmesi değildir. Söz konusu olan, kamusal alanın, kişisel dramaların sahnelendiği, sergilendiği ve toplu olarak izlendiği bir sahne olarak yeniden tanımlanmasıdır. “Kamu yararının” medyanın önayak olmasıyla ortaya çıkan ama toplumun hemen hemen her kesimi tarafından genel kabul gören bugünkü tanımı, bu tür dramaları herkesin gözü önünde yaşama görevi ve kamunun da bu performansları izleme hakkıdır. Bu tür gelişmeleri şaşırtıcı olmaktan çıkaran, hatta doğal hale getiren toplumsal koşullar, bir önceki tartışmanın ışığı altında daha açık görünüyor olsa gerek; fakat bu gelişmenin sonuçlan henüz tam olarak ortaya çıkarılamamıştır. Genel olarak varsayıldığından veya kabul edildiğinden çok daha geniş kapsamlı veya uzun vadeli olabilirler.

Tartışmasız en zihin açıcı sonuç, “bizim bildiğimiz şekliyle politikanın” –ama büyük P ile yazılan Politika’nın, yani kişisel sorunları kamusal sorunlara (ya da tersine) çevirmekle görevlendirilmiş faaliyetin- iflasıdır. Böyle bir çeviri çabası bugünlerde durma noktasına gelmiştir. Kişisel sorunlar, kamu önünde dile getirildiklerinde kamuya mal olmazlar: kamunun gözü önünde bile olsalar kişisel olarak kalmayı sürdürürler ve kamu sahnesine taşınmakla başardıkları şey, “kişisel olmayan” diğer bütün sorunları kamunun gündeminin dışına itelemektir. Şu anda “kamusal meseleler” dendiğinde, sıklıkla, kamuya mal olmuş kişilerin kişisel sorunları akla gelmektedir. Demokratik politikaların eskimeyen –kamuya mal olmuş kişilerin kamuya karşı görevlerini yerine getiriş biçimleri halkın/seçmenlerin refahı ve esenliğine nasıl katkıda bulunur veya zarar verir?- sorusu artık gündemden düşmüş, bu soruyla birlikte iyi bir toplumda kamu yararı, kamusal adalet veya bireysel esenlik için ortak sorumluluk da kaybolanlar dünyasındaki yerini almıştır.

Bir dizi skandalla (yani, kamuya mal olmuş kişilerin özel hayatlarındaki ahlaki açıdan sorgulanabilir deneyimlerin ifşa edilmesi) sarsılan Tony Blair, (The Guardian’ın 11 Ocak 1999 tarihli sayısında) “politikanın gazetelerin dedikodu sütununa dönüşmüş” olmasından yakınır ve herkesi bu durumun alternatifiyle yüzleşmeye çağırır: “Haber gündemimizi ya skandalları dedikodu ve gereksiz bilgiler belirleyecek ya da gerçekten önemli olan şeyler.” Seçmenlerinin görüşüne göre nelerin gerçekten önemli olduğunu ve gerçekte neler hissettiklerini günbegün izleyebilmek umuduyla sürekli olarak “odak gruplarına” danışan ve seçmen kitlesinin içinde bulunduğu koşullarla ilgili gerçekten önem arz eden konulan ele alış şeklinin, hayıflanarak bahsettiği “politikanın, gazetelerin dedikodu sütununa dönüşmesinde” önemli payının olduğu bir politikacıdan böyle sözler duymak, insanı ister istemez şaşırtıyor. ( Tony Blair’in bu şaşkınlığına en yakın ve eşit derecede isabetli tespit, Dr. Spencer Fitz-Gibbon’ın The Guardian’a yazdığı mektupla gelir: “Robin Cook’un ancak evlilik dışı ilişkileri açığa çıktığında kötü adam oluvermesi ilgi çekici. Çok değil, daha geçenlerde, işgal alandaki Doğu Timor’da 200.000 insanın katlinden sorumlu bir diktatör tarafından yönetilen Endonezya’ya askeri teçhizat satışına adı karışmıştı. İngiliz medyası ve kamuoyu seks skandalı kadar soykırımı da lanetleseydi dünya daha güvenli bir yer olurdu.”)
Söz konusu yaşam koşulları insanları bir lider değil, örnek aramaya yönlendirmektedir. İnsanlar, sahne ışıkları altındaki kişilerden, (şimdi kendi dört duvarları içinde yaşanan ve oraya hapsedilmiş) “gerçekten önemli şeyleri” nasıl yaptıklarını göstermelerini beklerler. Ne de olsa her gün onlara, hayatlarında yolunda gitmeyen her şeyin nedeninin kendi hataları olduğu, bunun tek sorumlusunun kendileri olduğu ve ancak kendi imkânları ve çabalarıyla düzeltebilecekleri söylenmektedir. Dolayısıyla insanların, “bilgi sahibi” olma iddiasındaki kişilerin en önemli faydasının, kişisel imkânların nasıl kullanılacağını ve çabanın nasıl harcanacağını başkalarına göstermek olduğu zannına kapılmasında şaşılacak bir şey yoktur. “Bilgi sahibi kişiler” her fırsatta onlara, herkesin kendi başına yapabileceği bir şeyi başka birinin yapamayacağını söylemektedir. Bu nedenle, politikacıların (ya da diğer ünlülerin) özel hayatlarında yaptıklarının pek çok kişinin ilgi odağında olmasına pek şaşmamak gerek. Duyguları incinmiş “kamuoyu” bir yana, “ekâbirden” de hiç kimse çıkıp Bill Clinton’ı, “federal bir mesele” olarak refahı bitirmek ve böylece bireyleri, kurbanlarını bireyler arasından seçmek gibi sevimsiz bir alışkanlığı olan kaderin cilvelerinden kolektif olarak koruma görevi ve taahhüdünü geçersiz kılmakla suçlamamıştır.

Televizyon ekranlarından ve gazete manşetlerinden inmeyen meşhurların boy gösterdiği tantanalı geçit törenlerinde devlet adamları ve kadınlarının pek esamisi okunmamaktadır. Boorstin’ e göre meşhur biri sırf “tanındığı’ için meşhurdur fakat bu “tanınmışlığın” nedeni pek önemli değildir. Sahne ışıkları altında olmak, dikkatleri üzerinde toplamak, kendi içinde bağımsız bir varoluş kipidir ve film yıldızlarının, golcü futbolcuların ve kabinedeki bakanların bu varoluş içinde eşit payları vardır. Hepsi için aynı şekilde geçerli olan önkoşullardan biri, kişisel meselelerini herkes tarafından tüketilmek üzere kamu önünde dile getirmeleri ve özel hayatlarını kamuya açmaları, bunu kendileri yerine başkalarının yaptığı durumlarda da şikâyet etmemeleridir. Bu tür özel hayatlar kamuya mal oldukları anda, beklendiği şekilde ilgiyle karşılanmayabilir, hatta düpedüz can sıkıcı veya sevimsiz olarak nitelenebilirler: Kişisel sırların hepsi, başkaları tarafından yararlı bulunabilecek hayat dersleri içermeyebilir. Ne kadar çok sayıda ve derin olurlarsa olsunlar hayal kırıklıkları (ya da beklentilerin boşa çıkması), kişisel sırların ortaya dökülmesi alışkanlığını pek değiştirmediği gibi, itiraflara duyulan iştahı da azaltmaz.  Ne de olsa –tekrar söylememe izin verin– bireylerin bireysel sorunlarını bireysel olarak tanımlama ve bu sorunlarla bireysel beceri ve kaynaklarını seferber ederek başa çıkma yolları, geriye kalan tek “kamusal meseledir” ve “kamu yararının” tek hedefidir. Ve durum böyle olduğu sürece, aydınlanma ve rehberlik arayışı sürecinde kendi yargılarına ve kişisel çabalarına bel bağlamak üzere eğitilmiş izleyiciler ve dinleyiciler. “kendilerine benzeyen başkalarının özel hayatlarına, bireysel acıların ancak “baş başa vererek”, “safları sıklaştırarak” ve “birlikte hareket ederek” hafifleyeceğine veya iyileştirilebileceğine inandıklarında ileri görüşlü kişilerin ve etkili konuşan hatiplerin hisselerine, nutuklarına ve vaazlarına baktıkları aynı şevk ve umutla bakmayı sürdürürler.

Bağımlılığa dönüşen tutku

Size akıl vermesi ve yol göstermesi için örnekler aramak bağımlılıktır: Ne kadar çok yaparsanız ona o kadar çok ihtiyaç duyar ve peşinde olduğunuz “uyuşturucudan” her mahrum kalışınızda kendinizi daha mutsuz hissedersiniz. Susuzluk/ihtiyaç giderme aracı olarak her tür bağımlılık aslında kendi kendini yıkıma uğratan bir şeydir: ihtiyacı tatmin ihtimalini ortadan kaldırır.

Örnekler ve hazır tarifler, yaşanıp sınanmadıkları sürece çekici kalmayı sürdürürler. Fakat neredeyse tamamı, getirmeyi vaat ettikleri mutlu sona ulaşmadan, sizi yarı yolda bırakır; İçlerinden biri olur da beklendiği gibi çıkarsa, bu sefer de tüketicilerin dünyasındaki olasılıkların sayılı, baştan çıkarıcı hedeflerin ise sınırsız olması nedeniyle, tatmin duygusu kısa ömürlü olur. İyi hayat reçeteleri ile iyi hayat araçlarının bir de “son kullanma tarihleri” bulunur. Fakat çoğu, “yeni ve daha gelişmiş” seçeneklerin rekabetine dayanamaz ve o tarihten çok önce bütün albenilerini yitirir ve işe yaramaz hale gelir. Tüketim yarışında bitiş çizgisi her zaman yarışmacıların en hızlısından daha hızlı koşar, fakat piste çıkmak zorunda kalmış koşucuların pek çoğunun kasları ve ciğerleri hızlı koşamayacakları kadar zayıftır. Londra Maratonu gibi yarışlarda izleyiciler kazanan atleti takdir eder ve ona gıpta ile bakarlar, fakat asıl önemli olan yarıştan kopmamak. bir şekilde bitiş çizgisine ulaşmaktır. Londra Maratonu’nun en azından bir bitiş çizgisi vardır, fakat diğer yarışın –sorunlardan arınmış bir hayat vaat eden kaypak, bizden sürekli uzaklaşan hedefe ulaşma çabasının– sonu yoktur: Yarışa başlarım ama sonunu getiremeyebilirim.

Ve yarış böyle devam eder, yarış dışı kalmamak, koşmaya devam etmek hoş bir tatmin duygusu verir – bitiş çizgisini geçmeyi başaracak az sayıda koşucuyu bekleyen bir ödül de yoktur. Hiçbir ödül, diğer ödüllerin cazibesini unutturacak kadar tatminkâr değildir ve henüz (ama henüz) bir kazananı olmadığı için bize çok çekici gelen sayısız başka ödül bulunmaktadır. Tutku, kendi amacı –rakipsiz ve tartışmasız tek amaç– olur. İlk turda bırakılacak ve bir sonrakine varmadan unutulacak diğer bütün amaçların rolü, yarışmacıyı koşturmaktır – tıpkı yarışlarda “tavşan” olarak anılan atletler ya da uzay araçlarındaki yardımcı roketler gibi. Çok bilinen adıyla “tavşan” atletler, genelde, yarışı organize edenlerce parayla tutulan, birkaç tur boyunca var güçleriyle koşarak hızlı bir tempo tutturan ve sonra yarıştan çekilerek arkasındaki atletlerin iyi bir derece yapmasını hedefleyen atletlerdir. Yardımcı roketler ise, uzaya çıkacak aracı gereken hıza ulaştırdıktan sonra gövdeden ayrılıp uzay boşluğuna bırakılan roketlerdir. Hedeflerin rahatça ulaşılamayacak kadar uzak ve eldeki araçların bu hedeflere ulaşmada yetersiz kaldığı bir dünyada en çok dikkat edilmesi gereken şey, araçların büyüklükleri ve yeterlilikleridir. Yarışta kalmak, araçların en önemlisidir, hatta diğer araçlara olan güveni ve talebi canlı tutma aracı olarak bir üst-araçtır [meta·means].

Tüketim toplumundaki her bireyin fiilen dâhil olduğu bu yarış arketipi, tipik bir satın alma faaliyetidir (bağımlılığa dönüşen ve bu nedenle artık bir tutku olarak algılanmayan seçim yapma tutkusu dışında, tüketim toplumundaki her şey temelde bir seçimdir]. Satın almaya devam ettiğimiz sürece yarışta kalırız ve alışveriş mekânlarımız yalnızca mağazalar, süpermarketler veya alışveriş merkezleri, ya da George Ritzer’in deyimiyle “Tüketim Tapınakları” değildir. Satın alma demek önümüzdeki seçenekleri gözden geçirmek, sergilenen mallan incelemek, dokunmak, fiyatlarını birbirleriyle ve cebimizdeki parayla ya da kredi kartımızın kalan limitiyle kıyaslamak, seçtiklerimizi alışveriş arabasına atmak, kalanlarını raftaki yerlerine geri koymak demekse, mekânların içinde olduğu kadar dışında da alışveriş yapıyoruzdur. Sokakta ve evde, işte çalışırken ve dinlenirken, uyanıkken ve rüya görürken alışveriş yaparız. Yaptığımız her iş, ona verdiğimiz isim ne olursa olsun bir satın alma eylemidir. “Yaşam politikamızın” yazıldığı kodun kaynağı, alışveriş pragmatikleridir.

Satın alma yalnızca yiyecek içecek, ayakkabı, araba ya da mobilyayla sınırlı değildir. Bize mutluluğumuzun kişisel yetkinliğimize bağlı olduğunu ama (Michael Parenti’nin söylediği gibi) birey olarak yetkinliğimizin ise sınırlı olduğunu öğreten çifte ders ışığında bakarsak, yeni ve daha iyi örnekler ve hazır hayat reçeteleri peşinde dur durak bilmeden koşmamız da bir tür satın almadır. Yetkin olmamız gereken sayısız alan vardır ve hepsi de “satın alma” içinde olmayı gerektirir. Geçimimizi sağlamak için gerekli becerileri ve müstakbel işverenlerimizi o becerilere sahip olduğumuza ikna edecek araçları satın alırız. Alışveriş listemizde kendimize bir imaj yaratmak için gerekli giysiler ve başkalarını, göründüğümüz gibi olduğumuza inandırma yöntemi; yeni arkadaşlar edinmenin yolu ve artık istemediğimiz eski arkadaşlardan kurtulmanın çaresi; dikkat çekme ama fazla dikkatli gözlerden de uzak kalma yolu: aşktan maksimum tatmin elde etme ama sevdiğimiz insana ya da hayat arkadaşımıza “bağlanmaktan” kaçınma yöntemi; sevdiğimiz insanın aşkını kazanma ve aşkın ömrü dolduğunda ve artık eskisi gibi tat vermediğinde ilişkiyi en az zararla bitirmenin yolu; zor günler için para biriktirmenin çıkarlarımıza en uygun çaresi ve daha kazanmadan para harcamanın en uygun yolu; yapılması gereken işleri daha hızlı yapabilmemizi sağlayacak kaynaklar ve bu sayede boşalacak zamanı değerlendirmek için yapılacak şeyler; en iştah kabartıcı yiyecekler ve bizi onları yediğimiz için aldığımız kilolardan kurtaracak en etkili diyet; en güçlü müzik setleri ve en güçlü ağrı kesiciler de bulunmaktadır. Bu alışveriş listesinin sonu gelmez. Fakat liste ne kadar uzun olursa olsun, alışverişten vazgeçmek maddeler arasında yoktur: Hedeflerin görünürde sonsuz olduğu dünyamızda en çok ihtiyaç duyulan maharet, işinin ehli ve yorulmak bilmez bir müşterinin sahip olduğu maharettir.

Ne var ki günümüz tüketim düzeni ihtiyaçların –daha yüce, daha müstakil [bazılarına göre, yanlış bir betimleme olsa da, “yapay”, “zoraki”. “ikincil” olarak tanımlanan] özdeşleşme veya özgüven ihtiyaçlarının bile—karşılanmasıyla ilgilenmiyor artık. Tüketici faaliyetinin itici gücünün [spiritus movens] somut, ölçülebilir, net olarak ortaya konmuş ihtiyaçlar değil, çok daha değişken, uçucu, ele avuca sığmaz ve kaprisli, “ihtiyaçlar” kadar belli bir göndergesi olmayan, başka bir gerekçe veya “nedene” ihtiyaç duymaksızın kendi kendini üretebilen ve kendi kendinin itici gücü olabilen “arzu” olduğu bir süredir dile getirilmektedir.

Peş peşe gelen ve her zaman kısa ömürlü olan somutlaşmalara rağmen arzunun değişmeyen tek nesnesi yine kendisidir ve bu nedenle, kullanıp attığı diğer (fiziksel ya da ruhsal) nesneler yığını ne kadar yüksek olursa olsun, hiçbir zaman tatmin olmamaya yazgılıdır.

Ama yine de, daha az esnek ve- yavaş hareket eden ihtiyaçlar karşısındaki bariz üstünlüklerine rağmen arzu, tüketicinin satın almaya hazır olma durumu üzerine, tüketim ürünleri sağlayıcılarının makul ya da düpedüz katlanılabilir bulduğundan daha fazla sınırlamalar getirecektir. Her şeyden önce arzuyu uyandırmak, istenen tava getirmek ve doğru istikamete yönlendirmek için zaman, çaba ve hatırı sayılır miktarda mali güç gerekir. Arzu tarafından yönlendirilen tüketicilerin, her seferinde yeniden ve daha yüksek maliyetlerde “yaratılması” gereklidir. Gerçekten de, tüketicilerin yaratılması, tüketim mallarının toplam maliyetinin önemli bir kısmını oluşturur – ve rekabet bu kısmı küçülteceğine daha da büyütür.

Fakat (üreticilerin ve tüketim mallarını alıp satanların avantajına) bugünkü biçimiyle tüketim düzeni, Harvie Ferguson’un işaret ettiği gibi, “arzunun regülasyonu [uyarılması) üzerine değil, ümit dolu fantezilerin serbest bırakılması üzerine kuruludur”. Ferguson’a göre arzu kavramı:


Tüketimi kendini ifade etmeye, zevk ve beğeni kavramlarına bağlar: Birey kendini sahip olduğu şeylerle ifade eder. Fakat ileri kapitalist toplum için bu, oldukça kısıtlayıcı psikolojik bir çerçevedir ve yerini en nihayetinde oldukça farklı bir ruhani “ekonomiye” bırakır. Tüketimin güdüleyici gücü olarak arzunun yerini dilek alır.

Tüketim düzeninin tarihi, serbest fantezi uçuşunun önünde birbiri ardına yükselen ve “haz ilkesini”, “gerçeklik ilkesi” tarafından belirlenen ölçülere gelene kadar kesip biçen “katı” engellerin birer birer aşılması hikâyesidir. On dokuzuncu yüzyıl ekonomistleri tarafından –esnek olmayan, sınırları net olarak belirlenmiş ve sonlu -“katılığın” ete kemiğe bürünmüş hali olarak görülen “ihtiyaç” bir kenara atıldı ve yerine bir süreliğine arzu kondu. Çünkü arzu, dile getirilmeyi bekleyen bir “iç ben’in son derece oynak ve değişken özgünlük hayalleri ile yarı gayrimeşru bir ilişki içindedir ve bu nedenle çok daha “akışkandır” ve genişleyebilir. Tüketici bağımlılığını bugünkü durumuna getirmiş ve piyasanın hızını belirleme işlevini artık yerine getiremez hale gelmiş, dolayısıyla fayda ömrünü çoktan tamamlamış olduğu için, bir kenara atılma sırası arzudadır. Tüketici talebi ile arz arasındaki dengeyi korumak için daha güçlü ve her şeyden önce daha çok yönlü bir uyarana ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı karşılamaya en güçlü aday ise “dilektir”: “Gerçeklik ilkesi” gibi koca bir engelden geriye kalan molozu kaldırıp yolu temizleyerek, haz ilkesini özgürlüğüne kavuşturur. Doğasında zaten uçuculuk olan madde, nihayet kabından dışarı çıkmıştır. Ferguson’un sözlerini bir kez daha anımsayacak olursak:


Arzunun gerçekleşmesi için nispet, kibir, kıskançlık ve kendini onaylama “ihtiyacı” gerekirken, dilek için bir önkoşul yoktur. Satın alma alelade, beklenmedik ve anlıktır. Bir dileğin hem dile getirilmesi hem de gerçekleştirilmesindeki gibi rüyaya benzer bir yanı vardır ve bütün dilekler gibi yapmacıktır ve çocukçadır.

Tüketicinin bedeni

Parçalanmış Hayat’ta tartıştığım gibi, postmodern toplum, üyelerini birer üretici olarak değil, tüketici olarak angaje eder. Bu ayrım, çığır açıcı bir ayrımdır.

Üretim etrafında organize olmuş hayat, normatif kurallarla düzenlenir. Kişinin hayatını sürdürebilmesi ve üretici rolünün gereklerini yerine getirebilmesi için ihtiyaç duyulan şeylerin bir alt sınırı bulunduğu gibi, hayalini kurabileceği, arzu edebileceği ve tutkularının toplum tarafından mahrem olarak kabul göreceğine güvenerek –yani, ayıplanma, kınanma, azarlanma ve müdahale korkusu duymadan– elde etmek için peşine düşebileceği şeylerin de bir üst sınırı vardır. Bu sınırın üstüne çıkan her şey lükstür ve lüks olana arzu duymak günahtır. Dolayısıyla esas olan uyumdur, alt ve üst sınırlar arasında güvenli ve dengeli bir düzen tutturmak – genele ayak uydurmaktır.

Öte yandan, tüketim üzerine kurulan hayat, varlığını normlar olmaksızın sürdürmek durumundadır: Ona yön veren şey artık normatif kurallar değil, baştan çıkarma, sayısı ve şiddeti sürekli artan arzular ve hedefi belirsiz isteklerdir. Başarılı bir hayat sürmek için bakıp örnek alacağınız belli bir “el âlem” grubu yoktur; tüketicilerden oluşan bir toplumda sınırlar belirsiz, hatta sonsuzdur. Amaç bugün lüks sayılan bir şeyi yarın bir ihtiyaca dönüştürmek ve “bugün” ile “yarın arasındaki mesafeyi en aza indirmek –istemenin içinden beklemeyi çıkarmak– olduğundan, lüks kavramı pek bir şey ifade etmez. Bazı arzuları ihtiyaçlara dönüştürecek ve kalan arzuları “gereksiz ihtiyaçlar” olarak gayrimeşru gösterecek belli bir norm olmadığından, “uyum” standardını belirleyecek bir ölçüt de yoktur. Dolayısıyla esas sorun, kifayet sorunudur – yani önemli olan “her daim hazır olma”, karşımıza çıkan fırsatları değerlendirebilme, dikkatimizi çeken yeni, daha önce duyulmamış ve beklenmedik şeylere uygun yeni arzular geliştirme, yerleşik ihtiyaçların yeni duygulan gereksiz kılmasına ya da onları benimseyip deneyimleme kapasitemizi sınırlandırmasına izin vermeme konusudur.

Üretenler toplumu, üyelerinin önüne standart olarak sağlıklı yaşamı koyuyorsa, tüketim toplumu fitness [bedensel olarak formda olma] idealini koyar. Bu iki terim –sağlık ve fitness- sıklıkla birbirine karıştırılır ve eşanlamlı olarak kullanılır; ne de olsa her ikisi de bedene özen göstermekle, kişinin bedensel olarak ulaşmayı arzu ettiği bir durumla ve beden sahibinin bu arzuya ulaşmak için izlemesi gereken yolla ilgilidir. Bu iki terimi eşanlamlı olarak ele almak doğru değildir – iyi bilindiği üzere bütün fitness rejimleri “sağlığa iyi gelmez” ve sağlığa iyi gelen her şey de fit olmanızı garantilemez. Sağlık ve fitness iki farklı söyleme aittirler ve çok farklı endişelere hitap ederler.

Üreticiler toplumunun diğer bütün normatif kavramları gibi sağlık da “norm” ile “norm dışı” olan arasındaki sının belirler ve gözetir. “Sağlık” insan bedeninin ve ruhunun asli ve arzu edilen –(en azından ilke olarak) aşağı yukarı tam olarak tanımlanabilen ve bir kez tanımlandı mı kesin olarak ölçülebilen- halidir. Toplum tarafından belirlenmiş ve atanmış bir rolün gereklerini yerine getirmemizi sağlayan bedensel ve ruhsal duruma gönderme yapar. “Sağlıklı olmak” pek çok durumda, “istihdam edilebilir” –yani, fabrikada gerektiği gibi çalışabilir, iş gereği çalışanın fiziksel ve ruhsal gücü üzerinde düzenli bir baskı oluşturabilecek “yükleri taşıyabilir” – anlamında kullanılır.

Fitness ise, aksine, hiçbir şekilde “katı” bir kavram değildir; doğası gereği, belli bir duruma indirgenemez ve sınırları herhangi bir kesinlikle belirlenemez. Sıklıkla, “Bugün kendini nasıl hissediyorsun?” sorusunun cevabıymış gibi algılanmasına rağmen, esas sınavını gelecek zaman ifadesiyle verir: “fit olmak” demek, henüz denenmemiş ve öngörülmesi imkânsız duyguları yaşamaya hazır, esnek, “emici” ve uyum yeteneği yüksek bir bedene sahip olmak demektir. Sağlık eğer “ne fazla ne az” türden bir durumsa, fitness her daim terazinin “fazla” tarafındadır: Herhangi bir bedensel standarda karşılık gelmez; işaret ettiği şey, bedenin (tercihen sınırsız) genişleme kapasitesidir. Fitness demek alışılmamışı, rutin dışını, olağanüstü olanı –ve her şeyden önce yeni ve şaşırtıcı olanı– benimsemeye hazır olmak demektir. Hatta sağlık “norma bağlı kalmak” ise, fitness bütün normları yıkarak hâlihazırda erişilmiş bütün standartları geride bırakmaktır bile denebilir.

Kişiler arası bir norm belirlemek de olacak gibi değildir çünkü fit olma durumunun bireysel dereceleri arasında nesnel bir kıyaslama yapmak olası değildir. Fitness, sağlıklı yaşamın aksine, öznel bir deneyimdir (burada deneyimden kasıt “hissedilen”, “bilfiil yaşanan” deneyimdir – yani dışarıdan gözlemlenebilen, söze dökülebilen ve başkalarına iletilebilen bir durum ya da olay değildir). Bütün öznel durumlar gibi fit olma durumu da, kişiler arası kıyasa uygun olmaması bir yana, kişiler arası iletişim için bile dile getirilmesi son derece zor bir deneyimdir. Tatmin ve haz soyut kavramlarla anlaşılamaz duygulardır: Anlaşılmaları için “öznel olarak deneyimlenmeleri” –yaşanmaları– gerekir. Kendi duygularınızın, yanınızdakilerinkiyle aynı derecede derin, heyecan verici veya “zevkli” olup olmadığını anlamanızın bir yolu yoktur. Fitness, ulaşıp elde etmeden önce ne olduğunu tam olarak anlayamayacağınız bir idealdir; bununla birlikte, kişinin elinde tam olarak hedefe ulaşıp ulaşmadığını söyleyecek bir araç olmadığı gibi, tersinden şüphelenmesini gerektirecek her türlü neden bulunmaktadır. Fitness ideali etrafında organize olan hayat, pek çok çatışmadan galibiyetle çıkacağınızı söyler, fakat nihai zaferle ilgili hiçbir vaatte bulunmaz.

Sağlıklı yaşamdan farklı olarak fitness idealinin doğal bir sonu yoktur. Sonu gelmeyecek bir sürecin yalnızca içinde bulunulan aşaması için bazı hedefler konulabilir – fakat önceden belirlenmiş bir hedefi tutturmanın vereceği tatmin duygusu geçicidir. Hayat boyu süren fitness arayışında durup dinlenecek bir an bile yoktur ve aradaki tek tük başarı kutlamaları, bir sonraki zorlu etap başlamadan önce verilen kısa bir moladır. Fitness ideali peşinde koşanların kesin olarak emin oldukları tek şey, yeterince fit olmadıkları, çalışmaya devam etmeleri gerektiğidir. Fitness arayışı sürekli bir kendini kontrol altında tutma, kendinden hoşnut olmama, kendini çoğu şeyden mahrum bırakma ve bu şekilde sürekli bir kaygı içinde olma sürecidir.

Sınırları (ateş veya tansiyon gibi ölçülebilir) standartlarla çizilmiş ve en büyük silahı “norm” ile “norm dışı” arasındaki net ayrım olan sağlığın, prensipte, giderilmesi olanaksız böyle bir kaygıdan azade olması gerekir. Yine, prensipte, sağlıklı olmak ve sağlıklı kalmak için hangi koşullar altında birinin “sağlığının yerinde” olduğunu veya tedavinin hangi aşamasında hastanın sağlığını yeniden kazandığını anlamak için, artık daha fazla bir şey yapmanın gereksiz olduğunu söyleyebilmek için ne yapılması gerektiği de açık olmalıdır. Evet, prensipte.

Aslına bakılırsa, “akışkan” modernite kalkanı altındaki bütün normların durumu, sağlıklı yaşam normu da dâhil, sonsuz ve belirsiz olasılıklar toplumunda ciddi biçimde sarsılmış ve kırılgan bir hale gelmiştir. Dün normal, dolayısıyla tatmin edici olarak kabul edilen bir şey bugün endişe verici, hatta hastalıklı kabul edilebilir ve tedavi edilmeye çalışılabilir. Öncelikle, bedenin daha önce görülmemiş yeni durumları tıbbi girişim için meşru nedenler haline gelir – ve mevcut tıbbi terapiler de oldukları yerde kalmaz. İkinci olarak, bir zamanlar sınırlan kesin olarak belirlenmiş “hastalık” kavramı iyice bulanık ve puslu bir hal alır. İstisnai, başı ve sonu belli, bir kereye mahsus bir durum olarak görülmek yerine, sağlığın sürekli bir eşlikçisi, onun “öbür yüzü” ve sürekli bir tehdit unsuru olarak görülmektedir artık: Ona karşı sürekli tetikte olmak, onunla haftanın her günü, günün her saati mücadele etmek ve onu uzakta tutmak gerekir. Sağlıklı yaşam için mücadele, hastalığa karşı sonu gelmeyen bir savaşa dönüşür. Ve son olarak, “sağlıklı yaşam rejiminin” anlamı da değişir. “Sağlıklı yaşam diyeti” kavramları, birbirinin ardına ya da birlikte önerilen diyetlerin sürelerinden daha hızlı değişmektedir. Sağlığa iyi geldiği veya zararsız olduğu düşünülen gıdalar, daha faydası tam görülemeden önce uzun vadede zararlı olarak ilan edilmekte. Belli bir riske karşı geliştirilen terapilerin ve önleyici uygulamaların başka yönlerden patojenik olduğu ortaya çıkıyor; iatrojenik hastalıkların –yani bir hastalık için uygulanan tedavinin yol açtığı ikincil sorunların– tedavisi için çok daha büyük ölçülerde tıbbi müdahale gerekiyor. Hemen hemen her tedavi yöntemi kendi risklerini de beraberinde getiriyor ve bu risklerin yol açtığı yeni sorunlar için daha çok sayıda tedavi yöntemi ortaya çıkıyor.

Özetle, sağlıklı yaşam hedefi, doğasının aksine, garip bir şekilde fitness idealine benzemeye başlar ve sonu gelmez, belli bir doyum noktası olmayanı gidiş yolu bakımından belirsiz ve fazladan kaygı kaynağı bir süreç haline gelir.

Sağlıklı yaşam ideali fitness idealine gittikçe daha çok benzerken, fitness ideali, sağlıklı yaşam idealinin bir zamanlar özgüven kaynağını oluşturan şeyi, yani sağlıklı yaşam standardının ve bunun doğal sonucu olan tedavi edici etkinin ölçülebilirliğini, genellikle başarısız bir şekilde, taklit etmeye çalışır. Bu çaba, örneğin mevcut pek çok “fitness diyeti” arasında pek revaçta olan kilo kontrolü [çılgınlığını] açıklar: Verilen kilolar ve incelen beller, fitness’in –ateş veya tansiyon gibi– gerçek anlamda ölçülebilir ve belli bir kesinliğe kadar tanımlanabilir sözde kazanımlarındandır. Benzerlik, elbette ki bir yanılsamadır: Bunu görmek için, sıfırın altındaki kısmı sonsuza kadar uzayıp giden bir termometre ve düştükçe daha iyiye giden bir beden ısısı düşünmeniz yeterli.

Egemen fitness modeline yapılan son düzenlemelerin etkisiyle, (öz bakım da dahil) sağlıklı yaşamı sınırlayan kısıtlamalar ortadan kalkmış ve, Ivan Illich’in de daha geçenlerde işaret ettiği gibi, “sağlık arayışının kendisi birincil patojenik etmen olmuştur”, Teşhis yöntemleri bireyi artık hedefi olarak görmüyor: Sayıları gittikçe artan örneklerden anlaşılacağı üzere gerçek hedefi, teşhis konan bireyin içinde bulunduğu halin ardından neyin gelebileceğini tahmin etmek, olasılıkları çoğaltmaktır.

Sağlık, her geçen gün artan bir şekilde, risk optimizasyonu ile bir tutulmakta. Her durumda bu, tüketim toplumunun bedensel açıdan fit olmak üzere eğitilmiş sakinlerinin doktorlarından beklediği –ve bulamadıklarında onlara öfke ve düşmanlık duydukları– şeydir. Buna örnek teşkil edecek bir olayda Tübingen’de bir doktor, anne adayı bir hastasına, çocuğunun sakat doğma olasılığının “çok düşük” olduğunu söylediği –yani istatistikleri vermediği– için suçlu bulunmuştur.

Bir arınma ayini olarak alışveriş

Kendine ulaşılması imkânsız fitness hedefleri koyan ve daha çok fitness’a benzeyen, sınırları belirsiz bir sağlıklı yaşam ideali peşinde koşan “beden sahibinin” zihnine musallat olan korkuların, kişide, ihtiyat ve dikkat, itidal ve sadelik gibi, tüketim toplumunun mantığına zıt ve hatta potansiyel olarak yıkıcı davranış biçimlerine yol açacağı düşünülebilir. Fakat böyle bir kanı hatalı olacaktır. Kişinin, iç dünyasını saran kötülüklerden kurtulması için olumlu bir yaklaşım ve –içe kapanma ve sessizliğe gömülme değil– hummalı bir şekilde eyleme geçme gereklidir. Tüketim toplumunda girişilen neredeyse her eylem gibi bunun da bedeli ağırdır; sadece tüketim pazarının sağlayabileceği çok sayıda özel donanım ve araç gereç gerektirir. “Bedenim, kuşatma altındaki bir kaledir” yaklaşımı, her şeyden el etek çekmeye, içe kapanmaya ya da “perhize girmeye” yöneltmez; olsa olsa daha fazla tüketmek –ama bu sefer, ticari olarak sağlanan özel “sağlıklı” yiyecekler tüketmek– demektir. Zararlı yan etkileri olduğu yiyecekler tüketmek- demektir. Zararlı yan etkileri olduğu anlaşılmadan ve bunun sonucu olarak piyasadan tamamen kaldırılmadan önce, “Yiyerek zayıfla” sloganı ile reklamı yapılan Xenical adlı bir ilaç, kilosuna dikkat edenler arasında oldukça popülerdi. Barry Glassner’in hesaplarına göre yalnızca bir yıl içinde -1987- bedensel esenliklerine düşkün Amerikalılar diyet yiyeceklerine 74 milyar, sağlık kulüplerine 5 milyar, vitaminlere 2,7 milyar ve egzersiz aletlerine 738 milyon dolar harcamış.

Kısaca, “dükkân dükkân dolaşıp fiyat araştırması yapmak” için yeterince fazla sebep vardır. Satın alma saplantısını tek bir nedene bağlayan bütün indirgemeci açıklamaları asıl önemli noktayı gözden kaçırabilmektedir. Saplantılı alışveriş davranışını genel olarak postmodern değer devriminin bir dışavurumu olarak açıklayan çalışmalar, alışveriş bağımlılığını, uykudaki materyalist ve hedonist dürtülerin harekete geçişi veya “ticari komplonun” hayatın nihai amacının haz olduğunu söyleyen ve kişiyi bu amaç peşinde koşturan yapay (ve kurnazca kurgulanmış) bir ürünü olarak yorumlama eğilimi, en iyi ihtimalle, gerçeğin yalnızca bir yüzünü yansıtırlar. Gerçeğin diğer ve bu tür açıklamaları bütünleyen yüzü, bağımlılığa dönüşen satın alma saplantısının süreğen, sinir bozucu belirsizliğe ve sancılı, boğucu güvensizlik duygusuna karşı girişilen umutsuz bir mücadele olduğudur.

T.H. Marshall’ın başka bir vesileyle işaret ettiği gibi, kalabalık bir grup aynı anda aynı yöne doğru koşuyorsa iki soru sorulması gerekir: 1. Neyin ardından koşuyorlar? 2. Neyin önünden kaçıyorlar? Tüketiciler –dokunması, görmesi veya koklaması– haz veren nesnelerin, süpermarket raflarında veya mağaza vitrinlerinde sergilenen renkli ve parıltılı nesnelerin vaat ettiği zevklerin veya işinin ehli bir danışmanla geçirilecek bir seansın sonucunda yaşanacağı söylenen daha derin ve çok daha rahatlatıcı duygular peşinde koşuyor olabilirler. Fakat aynı zamanda, adına güvensizlik denen acıdan bir kaçış yolu da arıyor olabilirler. Bir kez olsun hata yapma, ihmal veya işini iyi yapamama korkusu olmadan nefes almak istiyorlardır. Bir kez olsun kendilerinden emin olmak, kendilerine güvenmek ve güvenilir olmak istiyorlardır; alışveriş sırasında buldukları nesnelerin kendilerine çekici gelen üstünlüğü ise, bu nesnelerin kesinlik vaadini de beraberinde getiriyor olmalarından (ya da bir süreliğine öyleymiş gibi görünmelerinden) kaynaklanıyordur.

Saplantıya/bağımlılığa dönüşmüş alışveriş, aynı zamanda, gecelerimize musallat olan dehşet verici kararsızlık ve güvensizlik cinlerinden arınmak için her gün yaptığımız gündüz ayinleridir de. Gerçekten de gündelik bir ayindir alışveriş: Cinlerin her gün yeniden çıkarılması gerekir, zira süpermarket raflarında, üzerinde son kullanma tarihi bulunmayan bir ürün neredeyse yoktur ve dükkânlardan satın alınabilen “kesinlik” çeşitleri, kişiyi alışverişe sürükleyen başlangıçtaki güvensizlik duygusunu tam olarak gideremez. Önemli olan –ve gösterinin devam etmesini sağlayan– şey, cin çıkarma/arınma ayinlerinin olağandışı özelliğidir: Cinleri/kötü ruhları başarıyla kovdukları için değil (ki bunu çok ender olarak başarırlar), bir ayin olarak var olmayı ve uygulanmayı sürdürdükleri için etkili ve tatmin vericidirler. Cin çıkarma sanatı canlı kaldığı sürece kötü ruhlar ölümsüzlük iddialarında ısrar edemezler. Ve bireyselleşmiş tüketiciler dünyasında yapılması gereken her şey, “kendi işini kendin yap” şeklinde olur. Kendi cinini kendin çıkar ayininin gereklerini, alışverişten başka ne daha iyi yerine getirir ki?

Satın alma özgürlüğü – ya da bize öyle geliyor

Günümüz insanları, der, Albert Camus, dünyanın tamamına sahip olamamanın acısını çekerler:

Küçük tatmin anları dışında tüm gerçeklik, onların gözünde, eksiktir. Eylemleri, başka eylemler biçiminde ortaya çıkar, beklenmedik kılıklarda geri dönerek onları, yargılar ve Tantalos’un kana kana içmek için yanıp tutuştuğu sular gibi, hala keşfedilmeden kalmış bir çatlaktan içeri sızıp kaybolurlar:

Bu, hepimizin kendi içimize bakarak öğrendiğimiz bir şeydir: Geriye dönük olarak incelediğimizde, kendi yaşam öykülerimizin, içinde yaşadığımız dünyayla ilgili bize öğrettiği şey budur. Fakat etrafımıza baktığımızda başka bir şey görürüz; Tanıdıklarımız, özellikle de uzaktan tanıdıklarımız –uzaktan gördüklerimiz– söz konusu olduğunda, varoluşları, gerçekte sahip olamayacakları fakat uzaktan bakan için bariz bir bütünlük ve uyum içindeymiş gibi görünür. Elbette ki bu bir görsel yanılgıdır. Aradaki mesafe (yani, sahip olduğumuz bilginin yetersizliği) ayrıntıları bulanıklaştırır ve Gestalt sınırlarına giren her şeyi silerek görünmez kılar. Yanılsama olsun olmasın, başkalarının hayatı gözümüze birer sanat eseri gibi görünür. Ve bir kere o gözle baktığımızda kendimiz de aynısını yapmaya çabalarız: “Herkes kendi hayatını birer sanat eserine dönüştürmeye çalışır.”

Hayatın kırılgan malzemesinden dökmeye çalıştığımız o sanat eserine “kimlik” diyoruz. Ne zaman kimlikten söz etsek, aklımızın bir köşesinde, silik de olsa hep bir uyum, mantık ve bütünlük imgesi bulunur; bunlar, hayat akışımızda eksikliklerini fena halde hissettiğimiz şeylerdir. Kimlik arayışı, bu akışı durdurmak ya da yavaşlatmak, akışkan olanı katılaştırmak, şekilsiz olana bir şekil verme çabasıdır. Biçimin ince örtüsü altında kaynayan dehşet verici akışkanlığı inkâr etmek, ya da en azından gözden uzak tutmak için çabalarız; iç yüzüne vakıf olamadığımız ya da kavrayamadığımız görüntülerden gözümüzü kaçırmaya çalışırız. Fakat akışı durdurmak bir yana, yavaşlatmayı bile başaramayan kimlikler, bir volkandan yükselen lavın üzerinde arada bir beliren ama tam soğuyup katılaşacakken tekrar eriyip dağılan kabuk öbeklerine benzerler daha çok. Dolayısıyla yeniden ve yeniden denemek gerekir – ve her deneme, ancak katı ve elle dokunulabilir olan, dolayısıyla kalıcılık vaat eden şeylere tutunarak gerçekleşebilir: bunların birbirlerine uyması ya da aynı bütüne ait olması gerekmediği gibi, bir araya geldiklerinde hep öyle kalacaklarına dair bir işaret olması da gerekmez. Deleuze ve Guartari’nin sözleriyle, “Arzu, doğaları gereği parçalı ve parçalanmış olan eksik nesneler ile kesintisiz akışı durmaksızın bir araya getirir.

Kimlikler yalnızca dışarıdan bakıldığında, o da bir anlığına, sabit ve katı görünürler. Kişinin içsel biyografik yaşantısı çerçevesinde düşünüldüğünde kimliğin sahip olabileceği her tür katılık kırılgan ve dış etkilere açıktır; alttaki akışkanlığını ortaya çıkaran karşıt güçler ve süreç içinde almak üzere olduğu her tür [katı] biçimi parçalarına ayırarak darmadağın eden ters akıntılar nedeniyle belli bir biçimi koruyamazlar.

Deneyimlenmiş, yaşanmış kimliği bir arada tutabilecek yegâne harç fantezi, belki de hayaldir. Yine de, biyografik yaşantının değişime dirençli varlığını düşündüğümüzde, bir arada tutma gücü daha fazla herhangi bir harç –kolay çözülebilir ve silinebilir fanteziden daha fazla yapıştırma gücü olan bir araç– hayallerin yokluğu kadar dehşet verici bir olasılık olurdu. Efrat Tseelon’un belirttiği gibi moda, bu nedenle, tam da aradığımız şeydir: Fantezilerimizin ne üstünde ne de altında, tam kararındadır. “Fiilen bir şey yapmak ve sonuçlanna katlanmak zorunda kalmadan sınırları keşfetmemizi sağlayacak yollar” sunar. “Peri masallarında,” diye hatırlatır Tseelon, “prensesin gerçek kimliğini açığa çıkarmada anahtar faktör, herkesin rüyalarını süsleyen bir giysi giymektir; periler kraliçesi Külkedisi’ni ne zaman prensesler gibi giydirip baloya göndereceğini çok iyi bilir.”

Bütün kimliklerin, ya da çoğunun, içkin oynaklığını ve hareketliliğini göz önüne alırsak, kendi kimlik fantezilerimizi gerçekleştirmemizi sağlayacak soylu yol, kimlikler süpermarketinde raf raf dolaşıp fiyat karşılaştırması yapma kabiliyetimiz, tüketicinin kendi gerçek veya sonradan benimsediği kimliğini seçme ve bu kimliğe dilediği kadar uzun süre sahip çıkma özgürlüğünün derecesidir. Bu kabiliyete sahip olan biri, istediği zaman kendine bir kimlik edinme veya vazgeçme özgürlüğüne sahiptir. Ya da bize öyle geliyordur.

Tüketim toplumunda, tüketici bağımlılığında –yani, alışverişe olan evrensel bağımlılıkta- pay sahibi olmak her türlü bireysel özgürlüğün, her şeyden önce farklı olma, “bir kimliğe sahip olma” durumunun olmazsa olmaz koşuludur. Rahatsız edici olduğu kadar samimi görünen (fakat bir yandan da oynanan oyunu ve kurallarını bilen sofistike tüketiciye göz kırpan) bir TV reklamında kalabalık bir grup kadın görürüz. Hepsinin de saçları değişik renk ve modeldedir ve görüntünün altındaki bantta şöyle yazar: “Hepsi benzersiz: hepsi birbirinden farklı; hepsi de X’i tercih ediyor” (burada X, reklamı yapılan saç kreminin markası). Kişisel farklılıkları yaratan araç, seri olarak üretilmiş bir araçtır. Kimlik –“biricik ve “kişisel” kimlik– herkesin ancak ve ancak satın aldığı ve alışveriş yoluyla edinebildiği bir malzeme üzerine işlenebilir. Bağımsızlık, teslim olarak kazanılır. Elizabeth filminde, İngiltere kraliçesi “kişiliğini değiştirmeye”, “babasının kızı” olmaya ve saray ahalisini emirlerine saygı göstermeleri için zorlamaya karar verir ve bunu saç stilini değiştirerek, yüzünü kalın bir tabaka boyayla boyayarak ve başını mücevherlerle donatarak yapar.

Tüketicilerin tercihlerinde rol oynayan özgürlüğün, bilhassa tüketicinin öz kimliğini, seri olarak üretilmiş ticari ürünlerle kurma özgürlüğünün gerçek mi yoksa varsayımsal bir özgürlük mü olduğu sorusu, can sıkıcı derecede tartışmalı bir konudur. Bu tür bir özgürlük, pazar arzlı gereçler ve malzemeler olmaksızın var olamaz. Öyle bile olsa, mutlu alıcıların fantezi ve yeni şeyler deneme sınırları ne kadar geniştir?

Bağımlılıkları yalnızca satın almayla sınırlı değildir. Kitle iletişim araçlarının, ister kolektif ister bireysel, popüler imgeler üzerindeki muazzam gücünü hatırlayalım örneğin. Her yerde karşımıza çıkan ekranlardaki güçlü, “gerçeğinden daha gerçek” imgeler, “yaşanmış” gerçekliği daha katlanılır hale getirme dürtüsünün olduğu kadar, neyin gerçek neyin gerçek dışı olduğunun da standardını belirler. Arzu ettiğimiz hayat, “televizyon ekranlarında gördüğümüz” hayattır. Ekrandaki hayat, bizzat yaşadığımız hayatı küçük, önemsiz ve sıkıcı gösterir: Gerçek değilmiş gibi görünen, yaşadığımız hayattır ve kendi sırası geldiğinde ekranlara yakışan imgelere dökülerek yeniden biçimlendirilmediği sürece de öyle kalacaktır. (Kişinin kendi hayatını gerçek kılabilmesi için önce onu her an silinmeye hazır, eski kayıtların üzerine kolaylıkla yenilerinin kaydedilebileceği bir malzeme üzerine –videokaset–  “kaydetmesi” gereklidir.) Christopher Lasch’ın söylediği gibi: “Modem hayat elektronik imgeler tarafından öyle bir şekilde aktarılıyor ki başkalarıyla ilişkilerimizde, karşımızdakinin eylemleri –ve bizim kendi eylemlerimiz– kaydediliyor ve uzakta, görünmeyen izleyicilere naklen yayınlanıyor veya daha sonra ayrıntılı olarak incelenmek üzere depolanıyormuş gibi düşünmekten ve buna göre hareket etmekten kendimizi alamıyoruz.

Daha geç tarihli bir kitabında Lasch, okurlarına, “kimlik kavramının bir zamanlar hem kişiler hem de nesneler için kullanıldığını: bunların, modem toplum içindeki katılıklarını, kesinliklerini ve sürekliliklerini yitirdiklerini” hatırlatır. Lasch, üstü kapalı olarak, “katı olan her şeyin eridiği” evrende başı nesnelerin çektiğine işaret eder ve nesneler, kimliklerin içine hapsolduğu sembolik kapanlar ve kimlik edinme aracı olduklarından, çok geçmeden nesneleri kişiler takip etmiştir. Emma Rothschild’in otomobil endüstrisi üzerine yaptığı ünlü çalışmasına atfen şöyle der Lasch:


Alfred Sloan’ın pazarlama alanına getirdiği –her yıl yenilenen modeller, bir ürünün sürekli güncellenmesi, ürünün toplumsal statüyle özdeşleştirilmesi, sınırsız değişim iştahının bilinçli olarak pompalanması gibi– yenilikler, Henry Ford’un üretim alanına getirdiği yeniliklere gerekli karşılığın verilmesidir. Her ikisi de girişimciliği ve bağımsız düşünceyi yolundan çevirmeye ve kişinin, bireysel zevkler konularında bile kendi kararlarından şüphe duymasını sağlamaya yönelmiştir. Kişinin, kimsenin yönlendirmesi olmadan edindiği tercihler güncel beğeninin gerisinde kalabildiği için, onların da düzenli olarak güncellenmesi gereklidir.

Alfred Sloan, daha sonra evrensel bir trend haline gelecek hareketin öncüsüydü. Günümüzde ve genel olarak, hem kullanım hem alım satım değeri olan malların üretiminde” dayanıklı malların” yerini “çok kısa sürede kullanılamaz olacak şekilde tasarlanmış tek kullanımlık mallar” almaktadır. Jeremy Seabrook, bu değişimin sonuçlarıyla ilgili şunları söylüyor:


Kapitalizmin malları insanlara teslim etmesinden çok insanların mallara teslim edilmesi söz konusudur; yani, insanların kişilik özellikleri ve hassasiyetleri öyle bir şekilde yeniden işlenmiş ve yeniden üretilmiştir ki satılmaları bile hayatlarımıza bir şekil ve anlam vermeye yeten ticaret malları, yaşantılar ve duygularla uyumlu hale gelmiştir.

Zorunlu olarak dengesiz olan kimliklerin hammaddesinin kasıtlı olarak dengesiz bırakılan şeylerin olduğu bir dünyada kişinin sürekli bir teyakkuz durumunda olması gereklidir; fakat bunun da ötesinde kişi, “dışarıdaki” dünyanın değişen düzenine hızla ayak uydurabilmek için, sahip olduğu esnekliği ve uyum hızını koruyup kollamak durumundadır. Thomas Mathiesen’in işaret ettiği gibi, Bentham ve Foucault’nun etkili Panoptikon metaforu, iktidarın şu anki işleyişini açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Panoptikon tarzından, diye belirtir Mathiesen, Sinoptikon tarzı bir dünyaya geçtik: Roller değişti ve artık çoğunluk azınlığı gözlüyor. Gözaltının yerini, disiplin sağlayıcı işlevi aynen koruyan seyirlik gösteriler aldı. İnsanlar, bugünlerde, zorlama ve baskıyla değil ikna ve baştan çıkarma yoluyla standartlara riayet ettiriliyor gibi (buradaki riayetin, son derece esnek standartlara karşı, değişen durumlara olağanüstü bir şekilde adapte olabilen, yumuşak bir boyun eğme olduğunu eklememe izin verin). Ve bu boyun eğme, dışarıdan gelen zorlayıcı bir güç nedeniyle gerçekleşiyor gibi görünmekten çok, özgür iradenin bir tezahürüymüş gibi görünüyor.

Bu gerçeklerin tekrar tekrar dile getirilmesi gerekiyor, zira “romantik benlik kavramının” ölüsü, dışarıdan görülen yapay kabuğun altında, derinlerde gizli bir özün bulunduğu umuduyla, Paul Atkinson ile David Silverman’ın yerinde bir benzetmeyle (öznenin kişisel, mahrem özünü ortaya çıkarmak için, yaygın olarak, yüz yüze görüşmelere dayanan) “birebir görüşme toplumu” dediği toplum ve (kişisel özün öznel gerçekliğine, içsel gerçekliğin dışavurum anlarının yakalanmasını ümit ederek, kişisel anlatıları önce teşvik ederek sonra bu anlatıları parçalarına ayırıp inceleyerek ulaşmaya çalışan) güncel toplumsal araştırmaların büyük bir kısmının ortak çabasıyla yapay olarak yeniden canlandırılmaya çalışılıyor. Atkinson ve Silverman bu çabaya şu sözlerle karşı çıkıyor:


Sosyal bilimlerde benlikleri, anlatılan derleyerek ortaya çıkarmayız; kendiliği [selfhood], biyograflk anlatı aracılığıyla kurarız…

Dile getirme arzusu ve arzunun dile getirilişi, mümkün olup olmadığının tartışmaya açık olduğu durumlarda bile, özgünlüğün dışarıdan nasıl görüneceğini belirler.

Söz konusu olasılık, gerçekten de tartışmaya oldukça açıktır. Çeşitli çalışmalar göstermiştir ki kişisel anlatılar, kamusal medya tarafından “öznel gerçekleri temsil etmek” üzere tasarlanmış kamusal söylemin provalarından başka bir şey değildir. Fakat özgün olduğu iddia edilen benliğin aslında özgün olmayışı, samimiyet gösterileri ile tamamen örtbas edilir – ki ayrıntılı bireysel görüşmeler ve kamusal iç döküş ayinleri, bu gösterilere önemli örneklerdir. Görünüşe göre gösterilerin amacı kişinin içinde, dışarıya çıkmak için kıvranan “iç benliklerin” baskısını hafifletmektir: fakat aslında “duygusal eğitimin” tüketim toplumu versiyonunun araçlarıdır: Duyguların bulunduğu durumların ve bunların ifadelerini oluşturan ipleri (ki “tepeden tırnağa kişisel kimlikler” bu iplerle dokunmaktadır), üzerlerine “toplum tarafından onaylanmıştır” damgasını vurarak sergilerler.

Harvie Ferguson’un, o eşsiz tarzıyla belirttiği gibi:


Postmodern dünyada bütün ayrımlar akışkanlaşır; sınırlar ortadan kalkar ve her şey tam zıddıymış gibi de görülebilir; her şeyin aslında farklı olabilecekmiş gibi göründüğü fakat hiçbir şeyin temelde veya köklü bir şekilde farklı olmadığı ironisi temel duygu halini alır.

Böyle bir dünyada kimlikle ilgili endişeler tamamen yeni bir görünüm kazanır:


“lroni çağı” geçmiş, yerini, dış görünüşün tek gerçeklik olarak adeta kutsandığı bir” “güzellik çağı” almıştır;

Modernite, bu şekilde, “özgün” kendilik döneminden “ironik” kendilik dönemine, oradan da “ilişkisel [associative]” kendilik –yani, “içteki” ruh ile “dıştaki” toplumsal ilişki formu arasındaki bağın sürekli aralıksız “çözülmesi” – olarak adlandırılabilecek bireysellik türüne doğru hareket halindedir. Bu yüzden kimlikler sürekli bir salınım hareketi içindedirler.

Kültürel analistlerin mikroskobu altında incelendiğinde günümüzdeki durum böyle görünmektedir. Kamusal olarak üretilmiş yapaylık [inauthenticity] doğru olabilir; gerçekliğini destekleyen argümanların sayıca çokluğu da bunu göstermektedir. Fakat “samimiyet gösterilerinin” etkisini belirleyen faktör, bu resmin doğru olup olmaması değildir. Önemli olan sonradan uydurulmuş, yeniden ve yeniden kimlik inşa etme ihtiyacının nasıl bir his olduğu ve “içeriden” nasıl algılandığı, nasıl “deneyimlendiğidir”. Analistin gözünde ister özgün olsun ister özgün olduğu varsayılsın gevşek, “ilişkisel” kimlik durumu, “dükkan dükkan dolaşıp fiyat araştırması yapma fırsatı, kişinin kendi “gerçek kimliğini” seçmesi veya ondan vazgeçebilmesi, her daim “hareket halinde” olma günümüz tüketim toplumunda özgürlüğün bir göstergesi olmuştur. Tüketici tercihi artık başlı başına bir değerdir; seçme eylemi, neyin seçildiğinden daha önemlidir ve her bir eylem, sunulan seçeneklere bağlı olarak övgüler almakta veya sansürlenmekte, sonuçtan memnun kalınmakta veya pişman olunmaktadır.

Bununla birlikte, seçenek yelpazesi son derece geniş ve olası yeni deneyimlerin sayısı neredeyse sonsuz olsa da (ya da bu yüzden) seçim, hem bir lütuf hem de bir lanettir. Seçim yapan kişinin hayatı risklerle doludur: Kararsızlık, aslında oldukça lezzetli olan özgür seçim çorbasında yüzen mide bulandırıcı bir sinek olarak kalmaya mahkûmdur. Ek olarak (ki önemli bir ek olarak), alışveriş bağımlısı birinin mutluluğu ile sefaleti arasındaki denge, vitrindeki seçeneklerin bolluğundan daha farklı unsurlara bağlıdır. Seçeneklerin hepsi de gerçekçi seçenekler değildir; gerçekçi seçeneklerin boyutu, seçime sunulan parça sayısının değil, seçimi yapan kişiye tahsis edilmiş kaynakların hacminin bir fonksiyonudur.

Bol miktarda kaynak olduğunda kişi, doğru ya da yanlış, “şeylerin” “üzerinde” ya da “ilerisinde” olma, hızlı hareket eden hedeflerden geri kalmama ümidini her daim canlı tutabilir: dolayısıyla kişi, risk ve güvensizlik durumlarını önemsemeyebilir ve seçenek bolluğunun, belirsizlik içinde yaşamanın rahatsızlığını, debelenmenin nerede ve ne zaman son bulacağından ya da bir sonun olup olmadığından hiçbir zaman emin olamamanın huzursuzluğunu kat kat telafi edeceğini düşünebilir. Asıl zevkli olan, koşunun kendisidir; ne kadar yorucu olursa olsun koşu yolu, bitiş çizgisinden daha eğlencelidir. Bu, “Göle giden yol gölden daha güzeldir,” deyişinin tam karşılığıdır. Hedefe varış, yani seçecek bir şeyin kalmadığı yer, çok daha sıkıcı ve yarınki seçeneklerin bugünküleri geçersiz kılmasından daha korkutucudur. Asıl arzu edilen şey arzunun tatmininden çok, kendisidir.

Zaman geçtikçe koşu arzusunun, kas gücüyle beraber azalacağı –kaynakların hacmi azaldıkça risk ve macera aşkının da köreleceği ve geriye seçilecek bir şey kalmayacağı– düşünülebilir. Böyle bir beklenti boşa çıkmaya mahkûmdur, çünkü çok fazla sayıda ve çeşitte koşucu vardır, fakat pist herkese yetecek kadar büyüktür. Jeremy Seabrook’un işaret ettiği gibi:


Yoksullar zenginlerinkinden farklı bir kültürde yaşamazlar. Parası olanların menfaatine göre kurgulanmış bir dünyada var olmak durumundadırlar. Ve yoksullukları, ekonomik durgunluk ve küçülme yüzünden olduğu kadar; büyüme yüzünden de derinleşir.

Alışveriş/seyretme bağımlılarından oluşan sinoptik bir toplumda yoksullar bakışlarını kaçıramaz; bakacakları başka bir yer yoktur. Ekrandaki özgürlük ne kadar büyük, mağaza vitrinlerinden bize el sallayan güzellikler ne kadar baştan çıkarıcı olursa, yoksullaştırılmış gerçeklik duygusu o kadar derin, seçme hazzını, bir anlığına da olsa tatma arzusu o kadar baş döndürücü olur. Zenginin seçenekleri ne kadar çoksa, seçeneksiz kalan bir dünya diğerleri için o kadar çekilmez olur.

[Birlikteyken ayaktaydık] Bölündük, alışverişteyiz

Bir paradoks gibi görünse de, alışveriş bağımlıları toplumunun değerler basamağının en tepesine yükselttiği –ve her şeyden önce, tüketici tercihinin bolluğu ve hayatımızla ilgili aldığımız herhangi bir kararı satın alma tercihiymiş gibi ele alma şeklinde çevirebileceğimiz– tür bir özgürlük, kenarda durup gönülsüz bir şekilde olanları izleyenlerin üzerinde hedefindeki kişilerden çok daha fazla yıkıcı etki yaratır. Bol miktardaki kaynaklara erişim sıkıntısı çekmeyen seçkinlerin, bu seçme sanatı ustalarının yaşam biçimi, elektronik işlem [processing] süreci içinde büyük bir değişim içine girmiştir. Elektronik Sinoptikon kanalları ve gittikçe küçülen kaynakların filtresinden geçen ve bir karikatüre veya korkunç bir mutant’a dönüşen bu yaşam biçimi, toplumsal hiyerarşinin alt basamaklarına doğru inmektedir.

Hayatın bütününü bitmek bilmeyen bir alışveriş çılgınlığı gibi ele alma özgürlüğü, dünyayı, tüketim mallarıyla tıka basa dolu bir depo olarak tasarlamak demektir. Baştan çıkancı tekliflerin bolluğu karşısında herhangi bir tüketim malının haz potansiyeli hızla tükenmeye yazgılıdır; İşini bilen, kaynaklarını iyi değerlendiren tüketicilerin şansına, bu özellikleri onları metalaşmanın bu tür tatsız sonuçlarına karşı korumaktadır. [Bu tüketiciler ] arzu ettikleri şeyleri elde edebildikleri kadar kolayca istemedikleri eşyalarını elden çıkarabilmektedir. Hızlı yaşlanmaya olduğu kadar arzuların doğasında bulunan kolay eskime ve verdikleri tatminin geçiciliğine karşı da sigortalıdırlar.

Kaynakları iyi değerlendirmek demek, seçeneklerin arasında istenileni seçme özgürlüğü demek olduğu kadar –belki de ondan daha önemlisi– yanlış seçimlerin sonuçlarından muaf olmak, böylece seçimlerden oluşan hayatın en tatsız yanlarından uzak durmak demektir. Örneğin, “plastik seks”, “yekvücut aşk” ve “saf ilişkiler” –yani, insan birlikteliğinin metalaştırılmasının veya ticarileştirilmesinin görünümleri– Anthony Giddens tarafından, kurtuluşun araçları ve onun ardından gelecek yeni mutluluğun –bireysel özerkliğin ve seçme özgürlüğünün yeni, eşi benzeri görülmedik ölçüsünün– garantisi olarak tanımlanmaktadır. Zengin ve güçlü seçkinler için bu durumun gerçekten doğru, ama tek doğru, olup olmadığı tartışmalı bir konudur. Onlann durumunda bile, yalnızca ilişkilerin daha güçlü ve kaynaklarını daha iyi kullanabilen üyelerine odaklanan biri, Giddens’in savını gönülden destekleyebilir. Bu üyeler arasında, zorunlu olarak, arzularının peşinde özgürce koşabilmeleri için ihtiyaçları olan kaynaklardan yoksun zayıflar da vardır (ilişkilerin istemsiz ama uzun vadeli sonuçları olan ve sona eren evliliklere kendi özgürlüklerinin ilanı gözüyle bakma durumunda olmayan çocukları saymak bile gereksizdir). Kimlik değiştirme kişiye özel bir durum olabilir fakat her zaman için bazı bağların koparılması ve belli bazı zorunlulukların inkârını içermektedir; özgürce seçme hakkı tanınması bir yana, değişimin muhatabı olanların fikri sorulmaz bile.

Bununla beraber, “saf ilişkilerin” bu tür “ikincil etkileri” göz önüne alınsa bile, zengin ve iktidar sahibi kesim söz konusu olduğunda artık gelenek halini almış boşanma anlaşmalarının ve çocuklar için konan finansal hükümlerin, “ikinci bir emre kadar” türden ilişkilerde çok yaygın olan güvensizlik duygusunu hafifletmeye yönelik olduğu ve güvensizliğin tamamen giderilemediği durumlarda ise bunun, “zararın azaltılması” ve kişiyi “geçmişte” işlediği günahlar ya da yaptığı hatalar için sonsuza dek pişmanlıktan kurtarmanın karşılığında ödenen makul bir bedel olacağı savunulabilir. Fakat neredeyse hiç şüphe yoktur ki (kırılgan evlilik sözleşmeleri ve birliğin “karşılıklı tatmin” dışındaki her türlü işlevinden “arındırılmış olması” dâhil) bu yeni tarz ilişki biçimi daha çok sefalet, üzüntü ve acıya neden olmakta ve gittikçe artan sayıda dağılmış, sevgisiz ve ümitsiz hayatlar üretmektedir.

Özetlemek gerekirse, “dükkân dükkân dolaşıp fiyat araştırması yapma” türü bir hayatın karakteristik özelliği olan kimlik esnekliği ve taşınabilirliği, kurtuluş vasıtaları olarak, özgürlüklerin yeniden paylaşımı enstrümanları kadar işlevsel değildir. Dolayısıyla kimliğin bu özellikleri hem bir nimet hem de lanettir – hem çok çekici ve arzu uyandırıcı hem de itici ve korku vericidir. Birbirine taban tabana zıt duygular uyandırırlar. Tutarsız ve yarı nevrotik tepkilere neden olabilen çelişik değerlerdir. Sorbonne’dan düşünür Yves Michaud’nun ifadesiyle, “Fırsatların aşırı çoğalmasıyla yıkım, dağılma ve parçalanma tehditleri de artmıştır.” Kendine bir kimlik kurma görevinin yıkıcı yan etkileri de bulunmaktadır. Çatışmaların odak noktası haline gelir ve birbiriyle uyuşması imkânsız dürtüleri tetikler. Herkes tarafından paylaşılan bu görev, her bir birey tarafından, kesin çizgilerle ayrılmış koşullar altında gerçekleştirilmek zorunda olduğundan, insanlık durumlarını böler ve birlik ve dayanışma üretmeye yönelik bir insanlık durumundan çok, acımasız bir rekabeti körükler.

Tags: , ,

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.