Status Quo – Malatya’da Son Durum
Anı - Yaşayanların Ağzından Hikayeler | Helmuth von MOLTKE | Mayıs 6, 2017 at 10:33 am
Malatya, 20 Şubat 1839 Harp olacağında ne kadar az şüphe varsa, büyük bir önem taşıdığını gördüğüm bir şeyden söz açmanın da o kadar zamanı olsa gerek. Son iki harpte, daha başlangıçta, Hüseyin Paşa ile Reşit Paşaya peşin olarak Suriye eyaleti tevcih olunmuştu. Yeniden böyle bir hata işlemek istenmiyorsa Suriye’yi üçüncü defa olarak, daha zapt edilmeden birine vermeseler bari. Haşmetpenahın lüzumuna inandığı ıslahatın uygulanmasındaki esas güçlük, her tarafta adamların usule ve nizama uygun bir şekilde sahip oldukları ve bazen de satın almış bulundukları, sayesinde gelenek ve görenekler gereğince vergi mükelleflerinin sırtından büyük karlar edinmeye kendilerini tamamıyla haklı gördükleri memuriyetlerinden uzaklaştırılmalarındadır. Yeni zapt edilmiş bir vilayette, yönetime alanında, artık vazgeçilemeyecek hale gelmiş değişikliklerin yapılabilmesi çok daha kolay olacaktır ve reformlar işte böyle bir vilayetten imparatorluğun öteki kısımlarına, en çabuk bir tarzda yayılabilir. Suriye’nin zaptını (ki ben bunu kolay bulmamakla birlikte hiç de imkânsız görmüyorum) bir an için olmuş bitmiş farz etmeme müsaade edin. Suriye’yi bir paşanın eline vermek zorunlu görülüyorsa, bu zatın kıtaların başkumandanlığını muhafazaya devam etmemesi lazımdır. Ancak askeri ve sivil iktidarın ayrılmasıyla, Osmanlı tarihinde o kadar sık görülen ve zamanımızda da Mehmet Ali’nin tekrarladığı gibi isyanların önüne geçmek mümkün olabilir. Şimdiki vergi toplama tarzında toplananların beşte, belki de onda biri devlet kasasına girer. Eğer şimdiye kadarki iltizam yani vergilerin bir müteahhide verilmesi, müsellim idaresi, angarya, cebren asker toplama, bilinen fakat göz yumulan irtikâp ve ihtilaslar, iltimasla terfiler hulâsa bütün eski kötü adetler yeniden uygulanacaksa, böyle bir maksat uğrunda dökülecek her damla kana acımak lazımdır. O zaman, esasen isyana hazır olan böyle bir memlekette, yer yer ihtilâller hiç eksik olmayacak ve önemli bir askeri kuvvetin daimi olarak Suriye’de bulundurulması gerekecektir; bu yüzden de vergilerin ve toplanacak askerin miktarı artacak, böylece sadece dert çoğalmış olacaktır. Buna karşılık iyi bir yönetim Suriye’ye egemenliği 40.000 askerden daha mükemmel sağlayacaktır. Eğer bu kadar zengin bir memlekette vergiler her bucağın ihtiyarları tarafından toplanıp doğruca devlet kasasına yatırılsa, eğer sadece ferdi olan bugünkü yönetim yerine iş ve elbirliğiyle çalışan devlet daireleri geçse, eğer memurlar devletten ve mümkün olduğu kadar bol maaş alsalar, sıkı bir kontrol altında tutulsalar, Suriyelilerin böyle bir durumu bugünkü eşi görülmedik tazyike tercih etmemeleri için çok düşüncesiz olmaları lazımdır. Bir harbe karar verildiği şu an bana Babıâli’nin nazırlarının dikkatini bu noktaya çekmek için en uygun gibi görünüyor. Padişahın böyle bir idareyi, mal emniyetini, orduda tam disiplini ve teslim olacaklara affı vaat eden bir beyannamesi, sanırım ki bir harbin başladığı sırada çok uygun bir tesir yapacaktır. Malatya, 25 Şubat 1839 Bizim kuvvetler tarafından herhangi kışkırtıcı bir harekette bulunulmadığı gibi, hatta Malatya’da yığınak yapan kıtalardan yarısı gerideki, konak yerleri olan, Diyarbakır ve Siverek’e nakledilmiştir. Ama bu, görünüşte barışçı hareketlerden durumda büyük bir istikrarsızlığın bulunduğu sonucunu çıkarmamalıdır. Şunu özellikle kaydetmek isterim ki durum burada, İstanbul’da ocak sonuna kadar mevcut gibi görünenden çok daha tehdit edici ve daha savaşa hazır. Geçen yıl burada büyük bir gayretle çalışıldı. Hafız Paşa kuvvetleri tamamıyla mücehhez bir halde bekliyor ve ilk emirle harekete geçebilir. Öte yandan İbrahim, Suriye’nin kuzey sınırına çok miktarda cephane sevk ediyor. Yüzbaşı Fischer’in, çok yakından tehdit eden harbi sonbahara kadar savsaklamak için ileri sürdüğü sebepler tamamıyla doğrudur: fakat asıl mesele harbin patlak vermesini önlemenin hala mümkün olup olmayacağıdır. Şuna hemen hemen inanıyorum ki, haşmetpenah ancak hakiki bir barış, şimdiki gibi memleketin en uzak köşelerinde devletin kuvvetlerini tüketen ve taşrayı mahveden bir ordu bulundurmak zorunda kalınmayacak bir durum ümit edilebildiği takdirde statükonun uzatılmasını kabul edecektir. Böyle bir durumun sağlanması için ilk şart Mehmet Ali’nin silahsızlandırılmasıdır. Fakat bunun ne dereceye kadar Avrupa devletlerinin arzuları ve iktidarları dâhilinde olduğu hakkında hüküm veremem. Bir de şu hususu ilave etmem lazım: Buradaki şartları bilmeme ve tam bir inançla, bir harp halinde stratejik durumun askeri kuvvetin ve memleketin ruh gücünün Babıâli lehine olduğuna inanmama rağmen bir harbin sonucuna kimse kefil olamaz. Ben bütün kalbimle, diplomasinin müdahalesi sayesinde bu fırtınanın patlamasının önlenmesini temenni ediyorum. Malatya, 23 Mart 1839 25 Şubat tarihli mektubumdan beri buradaki durumda pek az değişiklik oldu. Hatta tam bu sırada gelen haberler eskisine göre daha sakin, fırtına da bir kere daha önlenmişe benziyor. Ben bunu sadece kutlarım, fakat bunun ancak çok geçmeden başvurulacak son karşılaşmanın geciktirilmesinden ibaret olduğuna da inanıyorum. Önemli bir kuvveti silâhaltında tutmanın muazzam malzeme harcanmasına mal olduğu, mühimmat, giyim eşyası, çadırlar, arabalar ve bunun gibilerin kısa zamanda yenilenmesi gerektiği açık bir hakikattir. Bizim topçu koşum hayvanlarımız kısa zamanda 3000’e çıkartıldı, bunlardan her biri ortalama 1000 kuruşa satın alındı. Bu üç milyon kuruşa yem, bakım ve koşum paralarının da ilave edilmesi lazımdır. Barış zamanında topçuya, erlerin talim ve terbiyesinin eksiksiz sağlanabilmesi için, bunun altıda ya da beşte biri kadar at yeter. Konya, Ankara ve Malatya’da kırk bin kadar sipahi ve redif askeri toplanmıştır. Sadece bu bir felaket, hem de çifte felakettir. Çünkü hükümet bu insanları asker olarak beslemek zorunda kaldığı gibi onlardan uyruk sıfatıyla vergi alamaz; bunların ticaretleri, sanatları durur, tarlaları yoz kalır ve çoluğu çocuğu sefalete düşer. Rediflerden başka muvazzaf kıtaların da ikmali lazımdır. Bizim askerlerimiz arasında, eşi görülmedik derecede ölüm var. Olayları kaydedeceğim: 3’üncü hassa piyade alayından, burada geçirdiği on iki ay zarfında 1026 kişi öldü, yani toptan kuvvetinin yarısı. Muhtar Paşa’nın hassa redif livası dört ayda 800 asker kaybetti, bu da on iki ayda 2400, yani mevcut kuvvetin yarısı eder; en az zayiat veren liva Kürt Mehmet Paşa’nınki. Garzan dağına olan küçük seferimizde ölen ve yaralananlar da dâhil bütün zayiatı 200 kişiden ibaret. Geri kalan bütün alaylar hastalık yüzünden çok kayıp verdiler. Eğer bir barış yılı içinde kuvvetimizin üçte birini gördüğümüzü söyleyecek olursam muhakkak ki yine hakikatten geride kalmışımdır. Bu şartlar içinde ve ikmal hemen hemen tamamıyla Kürdistan’a yüklendiği için asker toplama, devlet makamlarının köylere baskın etmesi şeklinde. Öyle köyler var ki içinde genç ve çalışabilir kimse kalmamış. İnsan bu adam avcılığında hazır bulunmalı, bu elleri bağlı ve gazap dolu bakışlı yeni askerlerin gelişini görmeli ki hükümetin, bütün iyi niyetine rağmen, bu halkın ruhunda nasıl kendisine karşı tam bir nefret uyandırdığını anlayabilsin. Günümüzdeki bu dertlere gelecekte, aslında çok seyrek olan Müslüman nüfusunun zorunlu olarak azalması, milli servetin tükenmesi ve onların geldiği pınarların da tamamıyla kuruması katılacaktır. Böyle önemli bir askeri kuvvetin varlığı vilayete de, dolayısıyla müthiş bir baskı yapmaktadır. Yürüyüşler, kıtaların barındırılması, yiyecek, odun, yem gibi şeylerin sağlanması halka bir sürü angarya, binek ve koşum hayvanları sağlamak, ayni ve bedeni mükellefiyetler, vb yüklemektedir. Gelenekler ve adetler bir evi ya ev sahibinin ya da konaklayanların bırakmasını zorunlu kılmaktadır. Bu sebeple artık çadırda barınılamayınca bir şehir baştan aşağı boşaltılıyor, üstelik bunun için tazminat da verilmiyor. Bu kış önemli Malatya şehrini tamamıyla işgal ettik, tek bir evi bile sahibine bırakmadık; ahali civardaki köylerde barınacak yer aramak zorunda kaldı. Bütün bunları sadece büyük asker yığınaklarının bu memlekette bize nazaran ne kadar yıkıcı sonuçlar verdiğini göstermek için yazıyorum. Ama komşu bir memleket bizi de, bir seneden fazla zaman ihtiyatlarımızı silâhaltında ve topçumuzu harbe hazır tutmaya mecbur etse, bu duruma son vermek için, hatta bizden çok daha kuvvetli bir düşmanla savaşı göze almaz mıyız? Şimdi Babıâli’nin kuvvetlerini tüketip bir vilayet mahvetmekle ne kazandığına bakacak olursak, onun hemen hemen bütün askerini memleketin en uzak köşelerinden birine yığmış, beri yanda memleketin en büyük kısmını ve daima tehlikede oldukları kabul edilen sınırlarını bütün savunma imkânlarından yoksun bırakmış olduğunu görürüz. Bu devletin, bu şartlarla kendi içinden çökmesi, dışarıdan gelecek bir istiladan çok daha kolay olmayacak mıdır? Ve önlemek için o kadar gayret sarf edilen sonuç böylelikle kendiliğinden meydana gelmeyecek midir’? Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı ve kuvvetlenmesinde Avrupa devletlerinin nasıl yakın bir çıkarları varsa, aynı surette, emrindeki bir valinin tehditkâr yumruğunu Babıâli’ye dayaması gibi acıklı bir durumu yatıştırmakla da o kadar çok ilgilidirler. Burada prensipler hilafına bir harp açmak ya da herhangi bir silahlı müdahale değil, sadece her iki tarafın güvenliğine kefil olmak bahis konusudur. Her ne kadar iş Mehmet Ali’nin Suriye’de ancak silah kuvvetiyle tutunabileceği hale gelmişse de şurasını unutmamalıdır ki onun bu işte kullandığı ordu ne kadar büyükse bulunduğu yere baskısı da o kadar fazla olur ve bundan kurtulmak arzusu da o kadar şiddet kazanır. Eğer Mısır paşası Suriye’deki mevzilere 10-15 bin asker dağıtır ve kalanları geri çekerse bizim redifler terhis edilir, nizamiye askerleri de Rumeli ve Anadolu’ya taksim olunur, topçu barış durumuna getirilir ve memleketin şiddetle muhtaç olduğu gibi her türlü yükler hafifletilebilir. Böyle birçok yabancı devletin ortaklaşa garantisi altında her iki tarafın silahsızlanmasının mümkün olup olmayacağını bilmem, fakat bende şu kanaat hâsıl olmaktadır ki, eğer bu tedbir imkânsız ise harpten de kaçınmak kabil değildir. Biz, muhtemel olarak iki haftaya kadar buradan kalkacak ve Samosata (Samsat) yakınında ordugâh kuracağız; bu, iaşe bakımından alınan bir tedbir. Orada kıtalara büyük harekât talimleri yaptırılacak. TOROS ORDUSUNUN TOPLANMASIMalatya, 5 Nisan 1839 Bizim umumi karargâh sekiz on güne kadar buradan ayrılıyor ve bütün kuvvetler Torosların güney eteğinde, Samsat’ın yakınında bir talimgâhta toplanıyor. Büyük kitlelerin uzun zaman kalması yüzünden, şimdiye kadarki konak yerlerinde bulunan erzak tükenmişti: yem kıtlığı da, atların çayır bulabilecekleri, daha sıcak bir bölgeye göçmeyi zorunlu kılmıştı. Bundan başka kışın şiddeti ve yazın sıcağı sadece ilkbaharla sonbaharda daimi surette talim yapmaya imkân vermektedir, kumandan da bu sebeple gelecek aydan büyük manevralar için faydalanmaya karar verdi. Fakat bu sebeplerden başka, kuvvetlerin toplanması başka bakımlardan da zorunlu idi. Bilindiği gibi Babıâli askeri kuvvetlerini Asya’da iki esas ordugâhta toplamıştır, Konya’da ve Kürdistan’da. Eğer İbrahim Paşa bir taarruz harbine karar verecek olursa onun, bütün zorluklara rağmen yine Külek boğazından hücum etmesi şimdiki halde en akla yakın olanıdır. Çünkü bu yön ona kararsız durumu içinde, varlığını muhafaza için muhtaç olduğu çabuk ve kesin başarıyı vaat etmektedir. Hacı Ali Paşa da işte bu, Suriye’den başşehre giden en kısa ve en önemli yol üzerinde bulunuyor. En zayıf olan da odur. Tahkimatla mevzilerini muhafaza altına almıştır, sadece düşmana karşı savunma ile yetineceği muhakkaktır. Şimdi, bu hipoteze göre Hafız Paşanın ne durum alacağını düşünelim. Bu kadar önemli bir kuvvetle hareketsiz kalmak kimsenin aklından geçmez; ilerleyen düşmanın önünü kesmekse imkânsızdır. Bu çevreleri belli başlı bütün yönlerde gezdiğim için iddia edebilirim ki, ancak uzak yollardan dolaşarak, Kayseri üzerinden Hacı Ali Paşa ile birleşmek mümkündür, yani bizim Külek Boğazı’na kadar olan yolumuz 150 saatliktir. Hâlbuki düşmanın da oradan itibaren İstanbul’a kadar ancak bu kadar yolu vardır; Şu halde, ne olursa olsun muhakkak geç kalınacaktır. Bu sebeple sadece dosdoğru ilerleme imkânı kalıyor ki böyle bir şaşırtma hareketi de, Hafız Paşa kesin bir savaşı kaybetmediği takdirde, düşmanın İstanbul üzerine yürümesini imkânsız bir hale getirir. Şu halde bu taarruzu muhtemel olarak kabul etmemiz lazımdır. Suriye’den gelen haberler hep İbrahim Paşa’nın kuvvetlerini Halep dolaylarına yığmak için hazırlıklar yaptığı üzerinde toplanıyor: bu hazırlıkların ne kadarının tamamlandığını öğrenmek ancak daha yakından bir araştırma ile mümkün olabilecektir, çünkü istihbaratımızla karanlıkta yol bulmaya çalışıyor ve çok defa en mübalağalı rivayetler arasında bir seçme yapmak zorunda kalıyoruz. Şu kadarı muhakkak ki Hafız Paşa bu durum karşısında birbirlerinden sarp dağlar ve büyük bir nehirle ayrılmış olan ordugâhlarda kalamaz, kuvvetlerini birleştirmek ve belki de sınırdaki askeri bakımdan önemli noktalarda tahkimat yapmak zorundadır. Çünkü ben, İbrahim Paşa’nın İstanbul’a doğru ilerlemek için Konya üzerinden geçen harekât hattını bütün ötekilere tercih edeceğim nasıl en büyük ihtimal olarak görüyorsam, buna başlamadan önce kısa ve kuvvetli bir taarruzla, İstanbul’a yürüyüş teşebbüsü için zorunlu olan, harekât serbestliğini elde etmek isteyeceğini de muhakkak olarak kabul ediyorum. Bundan sonra Hafız Paşa böyle ani bir hücuma hazır olmalıdır. Bir süre önce, bir miktar Ermeni’yi Türk ordusuna almanın mümkün olup olmayacağı sorusu ortaya atılmıştı. Hukuk ya da hiç değilse hakkaniyet bakımından sanırım ki bu tedbire itiraz olunamaz. Türkler bu memleketi fethettikleri zaman tabii onun korunması da kendilerine düşüyordu. Onlar o zamanlar bunu kolayca yerine getirilebilir bir ödev olarak üzerlerine aldılar ve reayaya vergi ve angaryaları yüklediler. Zamanla şartlar tamamıyla değişti: Başlangıçta sadece tımarların mahsulü ile geçinen Müslümanlar şimdi hakiki toprak sahipleri olmuşlardır ve bu sıfatla mülke bağlı olan bütün mükellefiyetleri de yüklenmiş bulunuyorlar. Çünkü sonraları başka memleketlerden görülerek kabul edilen vasıtalı vergilerle reaya kadar onlar da mükelleftirler ve reaya (kanun dışı tazyikler bir tarafa bırakılırsa) Osmanlıdan fazla bir şey ödemez. Sadece haraç, yani şahsi vergi verirler ki bunun gerçek değeri, paranın genel olarak kötüleşmesi yüzünden, Prusya’nın geçer akçe iki thaler’ini bile tutmayacak kadar düşmüştür, hem de asker toplamanın dayanılmaz bir hale geldiği şu sırada. Babıâli tamamıyla kuvvetten düşecek kadar bir uğraşma ile sınırları Basra körfezinden Avusturya’ya, Arabistan’dan Rus sınırına kadar uzanan bir memleketi savunmaya asla yetişmeyecek bir orduyu zor ayakta tutmaktadır. Yukarıda söylediğim çare bana hakkaniyete uygun, zorunlu ve Asya’nın benim tanıdığım kısımlarında uygulanması tamamıyla mümkün görünmektedir. Yalnız bununla bu işin memleketin bütün reayası için istisnasız olarak teşmilini düşünmüyorum. Asya Ermenileri kalabalık, kuvvetli bir insan soyudur. Alışkanlık yüzünden muti, emir kulu tabiatlı, çalışkandır, çoğu da zengindir. Bu anda Hıristiyan Ermeni halkının Babıâli’ye, Müslüman Kürt ya da Müslüman Araplardan daha sadakatle itaat etmeleri çok mümkündür. Hafız Paşa her mangaya bir Ermeni vermeyi düşünüyordu. Böylece ordunun yirmide biri bu milletten olacaktır. Ben bu fikre pek iştirak etmiyorum, çünkü bu takdirde en sondaki Kürt kura neferi kendisinde gâvura emretmek hakkını görecek, reaya da bu yüzden çok bedbaht olacaktır. Ermenilere en aşağı kumanda mevkilerinin yolu bile kesilmiş olacağı için onları iyi askerler olarak yetiştirmek de kabil olamayacaktır. Buna karşılık her redif alayımızda dördüncü bir Ermeni taburu teşkil edilecek olursa reaya için de orduda binbaşılığa kadar yükselme yolu açılır; böylece Müslüman ve Hıristiyan taburları arasında bir rekabet de meydana gelir ki bu da her iki tarafın faydasına olur. Alınacak tedbirler reaya tarafından daha az şüphe ile karşılanır, ordu önemli bir kuvvet kazanır, memleket de büyük bir ferahlığa erer. Silâhaltında olan reaya, haraçtan muaf tutulmalıdır, böylece belki Hıristiyan halk tam bir hürriyete, böyle adalete uygun ve kolay bir yoldan kavuşmuş olur. Acaba Hafız Paşa kendisinin olan bu fikirde daha ileri gidecek mi? Bunda adeta şüpheliyim. Şimdiden bununla, Müslüman kitlesinin zaafını anlayamamış ve Müslümanlık gururunu muhafaza etmiş olanların taassuplarını inciteceğinden emin. Ben meseleyi, kendisinden hemen hemen hiç yardım beklememekle birlikte, serasker paşaya açacağım. Nihayet şunu da tekrara kendimi mecbur hissediyorum: Bizim açımızdan görüldüğü takdirde harp çok tehdit edici bir manzara arz ediyor: gerçi büyük devletlerin birlik olarak araya girmeleriyle, harbin çıkması bir kere daha geciktirilebilir, fakat bundan sonra barışın, statükonun sağlayabildiğinden daha dayanıklı temellere dayandırılması son derece lüzumludur. Gördüklerime nazaran şuna inanmak zorundayım ki İstanbul’da işin çözümünü silahlara bırakmaya ciddi surette karar vermişlerdir ve bugünkü durum da sahiden artık böyle devam edemez. FIRAT KENARINDA EĞİN’E SEYAHATMalatya, 8 Nisan 1839 Birkaç gün önce küçük bir geziden döndüm. Bu sefer doğrudan doğruya kendi arzumla ve her iki Fırat ordusu arasındaki, henüz hiçbir haritaya şöyle böyle doğru sayılabilecek gibi olsun kaydedilmemiş araziyi tanımak maksadıyla dolaşmıştım. Burada, elli altmış saatlik mesafeden de görülebilen bir nokta olan Munzur dağının yüksek doruğunu trigonometrik doğrular için esas nokta olarak alabildiğim, yolda da pusula elde olarak gittiğim için, harita almada sadece hüküm sürmekte olan ilkbaharın başka yıllardan çok yüksek olan karlar yüzünden, sarp ve tehlikeli yollarda karşımıza çıkardığı engellerden başka yenilecek bir zorluk yoktu. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın 78 saatlik yolu altı günden az zamanda almak mümkün değildi. Bu sırada atla geçilmesi imkansız tepelerden kurtulmak için Arapkir’den dolaştım, Burası derin bir boğazda, güzel yemiş ağaçlıklı, oldukça önemli bir şehirdir. Fırat’ın değil, hemen hemen onun kadar önemli bir suyun, Arapkir suyunun kenarındadır. Buradan sonra kuzeye doğru, daima Munzur dağının keskin sırtı yönünde ilerledim. Bu bölge bir yayladır ama karlar ve korkunç bir derinlikte açılmış, diplerinde ufacık derelerin aktığı boğazlar bunu hatırlatmasa insan bu kadar yüksek bir dağ düzlüğünde bulunduğunun farkına varamayacak. Güneş bu sonsuz gibi görünen kar sathına parlak ışıklarını saçıyor, bu da Türk serpuşu ile insanın gözlerini müthiş kamaştırıyor. Ben tatarların gözlerinin altına barut sürmek âdetini uyguladım. Bu, insanı çok rahatlandırıyor. Nihayet iki köye rastladık, bunlar yan yana gibi görünüyorlardı, fakat o boğazlardan biriyle ayrılmışlardı. Dik kaya yamacından aşağı inmek ve öte tarafta yeniden yukarı tırmanmak için bir saatten fazla zaman lazım. Monoton manzara Fırat’a yaklaştığım zaman değişiklikler göstermeye başladı. Şimdiye kadar üzerinde ilerlediğim yayladan Munzur’un yüksek, diş diş, ta ağustosa kadar karla örtülü doruğu ne kadar yüksekse, onun eteğindeki uçurum da yayladan o kadar derine iniyor. Bu boğazdan Fırat’ın kuzey kolu akıyor. İnsan birdenbire ta aşağıda, dimdik 3000-4000 ayak yükselen kaya duvarları arasına sıkışmış, çağlaya çağlaya akan nehri görüveriyor. Aşağıda vadi o kadar dar ki nehir bunu tamamıyla dolduruyor, Yolu da kayadan oymak ya da barutla açmak lazım gelmiş. Bazen hayli yüksekliklere çıkan bu uçurum kenarındaki patika kışın Ermenistan yaylasıyla Kürdistan arasında işleyebilen tek yoldur. Uçurumun ta kenarından gidebilecekleri için tam da katırların çok hoşlandıkları bir yol. Dik virajları takip ederek hayvanlarımız bizi birkaç dakikada kar bölgesinden aşağıya indirdiler ve çok geçmeden kendimizi tatlı bir sıcaklık içinde bulduk. Gece bastırdığından, yakındaki güzel Habunos(?) köyüne varabilmek için, yeniden oldukça yükseklere tırmanmak zorunda kaldık. Parlak bir ay ışığı vardı, Fırat ta aşağımızda parlıyordu, karlı tepeler de çok geçmeden ta yakınlarımıza sokularak etrafımızı çevirdiler, bu sebeple ertesi gün, nehirden hemen hemen dik olarak 1500-2000 ayak yükselen kaya duvarı boyunca bir yaya yolundan atla gitmek gibi bir zevke eriştim. Bu yoldan yavaş yavaş yeniden aşağı indik: kayalar gittikçe birbirine yaklaştı ve yolu, nehrin keskin bir dönemecinde, vadiyi terk etmeye ve sonsuz zikzaklarla adamakıllı yüksek bir tepeye tırmanmaya mecbur ettiler. Sarp sırta varınca insan, önünde yeniden Fırat vadisini ve ta aşağıda Eğin şehrini görüyor. Bu şehirle Amasya benim Asya’da gördüğüm en güzel yerler. Amasya daha garip ve hayret verici, fakat Eğin daha muhteşem ve güzel; burada dağlar daha muazzam, nehir daha önemli. Aslında Eğin birbirine ulaşmış bir sürü köylerden meydana geliyor. Bütün evler ceviz ve dut ağaçları, kavaklar ve çınarlarla gölgelenmiş bahçelerin ortasında olduğu için şehir büyük bir alanı kaplıyor. Yukarıdan görüldüğü zaman tamamıyla vadide imiş gibi görünüyor: fakat nehrin kenarına varılınca evlerin bir kısmının yukarıda, çeşit çeşit garip şekilli taşlık ve kayalıkların üzerinde kurulduğu ve vadinin dik yamaçlarının ta 100 ayak yüksekliğe kadar meyve bahçeleri ve bağlarla örtülü olduğu görülüyor. Birçok küçük sular dağdan aşağı çağlayarak iniyor. Bunlardan birinin üzerinde beş değirmen saydım, her de girmenin çatısı ötekinin tabanı hizasında idi, öyle ki su bir çarktan ötekine dökülüyordu. Ağaçların çiçek açma zamanında yukarıdan görünüş anlatılamayacak kadar güzel olacak. Eğin Ermenilerin baş şehridir. Asya’nın uzak bir köşesindeki bu derbende Ermeni sarraf yani banker, eğer paşa, yani patronu ona bir iki milyon kuruş borçlu kalır ve kendisi de alış verişten bir o kadar karla çekilirse –çünkü hesaba üç dört milyon fazla yazmıştır– hazinelerini kaçırır. (Kalfa) yani yapı ustası, (bakkal) yani yiyecek satan, (hamal) yani yük taşıyıcı hep buraya döner. Çünkü uzun zamandan beri adet, Eğin’den bütün genç erkeklerin on sene için başşehre gitmeleri, orada vebadan ölmeleri ya da zengin olarak kayalık vadilerine dönmeleridir. Asya şehirlerinden farklı olarak burada evler, düz toprak damlı değil çatılıdır: her evin taştan bir alt katı var, fakat burada kimse oturmuyor. Bunun üzerine iki üç kat yapılıyor, bunlardan üstteki daima alttakinden ileri çıkıyor. Büyük pencerelerin üzerinde bir sıra yuvarlak pencere var. Bir cümle ile, sadece evlere bakınca insan kendini İstanbul’da sanıyor. Karın çokluğu ve iznimin kısalığı daha ileriye gitmeme engel oldu. Henüz haritalara adı geçmemiş fakat önemli bir kasaba olan Çemişkezek üzerinden geri döndüm. Bu kasaba güzel bir dağ deresi kenarında, garip sivri kayalıklar arasında burulmuş; derenin karşı kıyısında dikey bir kaya duvarı bulunuyor. Bu yumuşak kumtaşı içerisine bir sürü mesken oymuşlar; fakat kayanın bütün yüzü yıkılmış olacak, ta yukarıda bu meskenlerin, giriş yolu olmayan kesitleri görülüyor. Kasabanın yakınında güzel bir çağlayan gördüm: bir dere (İsviçre’deki Pissevache gibi) ileri doğru çıkmış bir kayanın üzerinden 60 ayak düşüyor ve aşağıya damla damla yağmur halinde varıyor, fakat bu derenin sadece karların erime zamanında aktığını tahmin ediyorum. Buradan sonra yolumu eski, yüksek Pertek kalesine çevirdim ve orada Murat’ın (Ararat’tan aldığı) güney kolunu aştım. Sonra Harput üzerinden Malatya’ya döndüm. |