Doğal Hukuk Olarak Görülen Mülkiyet

Sözlük | | Eylül 25, 2017 at 11:46 am
Mülkiyetin Etkin Nedenleri Olarak İhraz(Sahiplenme) ve Medeni Hukuk
Jus utendi et abutendi re sua, quatenus juris ratio patitur (Malı kullanma ve kötü kullanma hakkı, kanun hükmü izin verdiği ölçüde saklıdır)

Roma hukuku; mülkiyeti yasal sınırlar dâhilinde bir şeyi tasarruf ve keyfi tasarruf hakkı olarak tanımlıyor. Keyfi tasarruf [abutendi] sözcüğü; gerekçelendirilmeye çalışıldı; onun mantıksız ve töretanımaz bir tasarrufu değil, sadece mutlak tasarruf hakkını ifade ettiği söylendi. Mülkiyete mazeret olsun diye kat edilmiş beyhude bir ayırımdır bu ve sahip olma çılgınlığı karşısında kifayetsizdir; ne engelleyebilir ne de bastırabilir onu. Mülk sahibi eğer isterse, ürününü çürümeye terk edebilir, tarlasına tuz serpebilir, ineğinin sütünü kuma sağabilir, bağını çöle, bostanını parka çevirebilir: Bütün bunlar keyfi tasarruf mudur, değil midir? Mülkiyet konusunda, tasarruf ve keyfi tasarruf zorunlu olarak birbirine karışmıştır.

1793 Anayasası’nın başında yayınlanan Haklar Bildirgesi’ne göre mülkiyet “kişinin malını, gelirini, emeğinin ve zanaatının getirisini keyfince tasarruf etme ve faydalanma hakkı”dır.

Napolyon Kanunları 544. madde: “Mülkiyet, şeyleri mutlak şekilde tasarruf etme ve faydalanma hakkıdır, meğerki bu hak ‘Yasalar ve nizamnamelerle’ sınırlandırılmış olsun.

Bu iki tanım Roma hukukuna uygun düşüyor, nitekim ikisi de mülkiyet sahibine malı üzerinde mutlak bir hak bahşediyor ve Napolyon Kanunlarının getirdiği ”meğerki kanunlar ve nizamnamelerle sınırlandırılmış olsun” tahdidinin amacı mülkiyeti sınırlamak değil, bir mutlak tasarruf hakkının bir başkasına engel olmasını önlemektir. Yani söz konusu olan bir ilkenin sınırlandırması değil, pekiştirilmesidir.

Farklı mülkiyet türleri mevcut: 1) Yalın ve katıksız mülkiyet, bir şey üzerinde hükümran ve mütehakkim bir hakka sahip olma, yani söylendiği gibi çıplak mülkiyet, 2) Zilyetlik: “Zilyetlik,” diyor Duranton, “bir vakıadır, hak değildir. Toullier ise, “Mülkiyet bir hak, yasal bir yetkidir; zilyetlik ise vakıadır,” diyor. Kiracı, çiftçi, komandit, yararlanan kişi zilyettir; malını kiralayan, ödünç veren kişi veya mala sahip olmak için yararlananın ölümünü bekleyen mirasçı ise mülk sahibidir. Kıyaslama caizse, sevgili zilyet, koca maliktir.

Mülkiyetin, mutlak tasarruf hakkı ve zilyetlik şeklindeki iki tanımı son derece önemlidir ve söyleyeceklerimizin anlaşılabilmesi için açıkça kavranması gerekir.

Zilyetlik ve mülkiyet ayrımı, iki tür hukuktan doğar: “Jus in re”, eşya üzerindeki ayni hak, yani kimin elinde bulunursa bulunsun, edinmiş olduğum mal üzerinde iddia ettiğim hak ve” jus ad rem”, eşyaya nazaran sahip olunan şahsi hak, yani mülk sahibi olmamı mümkün kılan hak. Mesela evliliğin taraflarından birinin diğeri üzerindeki hakkı “jus in re” iken, iki nişanlının birbiri üzerindeki hakları henüz sadece “jus ad rem”dir. İlk durumda, zilyetlik ve mülkiyet birleşmiş durumdadır, ikincisi ise sadece çıplak mülkiyeti içerir. Örneğin çalışan vasfıyla, doğanın ve emeğimin semeresi olan malların zilyetliğine hakkım vardır ve fakat işçi olduğum için bunların hiçbirinden yararlanamıyorum; bu durumda jus ad rem’e, şahsi hakkıma dayanarak, jus in re’yi, yani hakkımı talep ediyorum.

Bu “jus in re” ve “jus ad rem” ayrımı, meşhur zilyetlik davası – mülkiyet davası ayrımının temelidir: Bunlar hukuk sisteminin mevcut kategorileridir ve bütün bir sistem bu kategorilerin geniş sınırları içinde yer alır. Mülkiyet davası, mülkiyede ilgili her şeyi kapsar; zilyetlik davası ise zilyetlikle alakalı her şeyi. Mülkiyete karşı bu incelemeyi kaleme alırken, bütün topluma karşı bir mülkiyet davası açıyorum; bugün zilyetlik hakkından mahrum olanların, mahrum olmayanlar kadar mülkiyet hakkına sahip olduklarını ortaya koyuyorum; fakat buradan mülkiyetin herkesçe paylaşılması gerektiği sonucuna varmak yerine, kamu güvenliği namına mülkiyetin herkes için ortadan kaldırılmasını talep ediyorum. Eğer açtığım davayı kaybedecek olursam, siz işçi sınıfına ve tabii ki bana yapılacak tek şey kalıyor ki o da kendimizi boğazlamaktır. Çünkü bu durumda uluslardan adalet namına talep edebileceğimiz hiçbir şey yok demektir. Nitekim muhakeme usulü kanunun 26. maddesinin katiyetle bildirdiği üzere, mülkiyet davası reddedilmiş davacı, zilyetlik davasından da menedilir. Ama tersine bu davayı kazanacak olursam, o zaman bir zilyetlik davası açmamız ve böylece mülkiyet hakkının bizleri mahrum bıraktığı mal varlığından yararlanma hakkımızı geri istememiz gerekir. Umarım bu noktaya gelmek zorunda kalmayız, ama bu iki dava aynı anda görülemez, nitekim yine aynı muhakeme usulü kanununa göre, zilyetlik ve mülkiyet davaları birleştirilemez.

Meselenin özüne girmeden önce, bir ön hazırlık kabilinden bazı tespitlerde bulunmakta fayda var:

1. Doğal Hak Olarak Mülkiyet

Haklar Bildirgesi; mülkiyeti doğal ve zaman aşımına bağlı olmayan haklar arasında sayıyor ki bunların sayısı dörttür. Özgürlük, eşitlik, mülkiyet ve emniyet. 1793’ün yasa koyucuları bunları sıralarken hangi yöntemi izlemiştir? Hiçbirini! Tıpkı egemenliği ve kanunlar hakkında tartıştıkları gibi genel bir yaklaşımla ve kendi görüşleri doğrultusunda ilkeler vazettiler. Her şeyi el yordamıyla, bir çırpıda kotardılar.

Toullier’e bakacak olursak: “Mutlak haklar üçe irca edilebilir: Emniyet, özgürlük, mülkiyet.” Rennes’li profesör eşitliği elemiş; neden? Eşitlik özgürlük tarafından kapsandığı için mi, yoksa mülkiyet tarafından imkânsız kılındığından mı? ‘Droit civil explique’nin yazan bu konuda sessizdir. Hazret, ortada tartışılacak bir şey dahi görmemiş!

Bununla birlikte, bu üç veya dört hakkı birbiriyle kıyaslarsak, mülkiyetin diğerlerine hiç benzemediğini görürüz; vatandaşlarının büyük çoğunluğu için mülkiyet yalnız kuvve halinde, kullanılmayan, pasif bir yetkidir. Mülkiyetten yararlananlara göre ise bu hak, doğal hukuk fikriyle uyuşmayan bir takım değişikliklerden ve işlemlerden mustariptir; pratikte hükümetler, mahkemeler ve yasalar mülkiyete saygı göstermez. Son olarak herkes kendiliğinden ve söz birliği etmişçesine mülkiyeti afakî bir şey gibi görür.

Özgürlük ise dokunulmazdır. Özgürlüğü ne satabilirim ne de devredebilirim; özgürlüğün devredilmesini veya askıya alınmasını konu alan her sözleşme, her akit şartı hükümsüzdür. Özgür bir toprağa ayak basan köle, o andan itibaren artık özgürdür. Toplumun bir suçluyu yakalayıp özgürlüğünden mahrum bırakması meşru müdafaa durumudur. Çünkü toplumsal sözleşmeyi bir suç ile ihlal eden her kim olursa olsun kendini toplumun düşmanı ilan etmiş olur; özgürlüğüne tecavüz ettiği başka insanları kendi özgürlüğünü ortadan kaldırmaya zorlamış olur. Özgürlük, insan olmanın birincil şartıdır ve kişinin özgürlüğünden vazgeçmesi insaniyetinden vazgeçmesidir. O noktadan sonra nasıl insanca bir eylemde bulunulabilir?

Keza yasa önünde eşitlik de ne kayda ne şarta tabidir. Her Fransız her göreve kabul edilebilir: İşte bu eşitlik yüzündendir ki ailenin ve toplumsal konumun pek çok durumda işe alınma üzerinde etkisi yoktur. En fakir vatandaş en yüksek mevkideki bir vatandaşı adalet önüne çıkarabilir ve hakkını arayabilir. Milyoner Ahab, Naboth bağında bir şato yaptırdı diyelim, mahkeme icap ederse milyonlar eden bu şatonun yıkımına hükmedebilir; bağı eski haline döndürebilir ve hatta mütecavizi tazminata mahkûm edebilir. Yasa, meşru yoldan edinilmiş her mülkün, değer ayrımı gözetilmeksizin, herkese karşı korunmasından yanadır.

Gerçi anayasal bildirge, bazı siyasal hakların kullanılması için kimi servet ve ehliyet koşullan getiriyor; fakat bütün siyaset yazarları bilir ki, yasa koyucunun niyeti bir imtiyaz getirmek değil, teminat almaktır. Yasanın belirlediği koşullar sağlandığı takdirde bütün vatandaşlar seçmen olabilir ve bütün seçmenler de seçilebilir. Hak bir kere edinildi mi herkes için eşittir; yasa ne kişileri ne de oyları ayırır. Şu anda bu I sistemin en iyisi olup olmadığını sorgulamıyorum: anayasal I bildirgenin ruhuna göre ve herkesin gözünde, yasa önündeki eşitliğin mutlak olması ve özgürlüğün hiçbir taviz kabul etmemesi benim için yeterlidir.

Aynı şey emniyet hakkı için de geçerlidir. Toplum, üyelerine yarım yamalak bir koruma, sahte bir savunma vaat etmiyor, zira üyelerinin topluma bağlı olmaları gibi toplum da bütünüyle üyelerine bağlıdır. Toplum insanlara, “Masraf çıkarmadığınız sürece sizi koruyacağım, tehlikeli olmadığı sürece sizi esirgeyeceğim,” demez. “Sizi herkese karşı savunacağım, mahvım pahasına sizi koruyacak ve öcünüzü alacağım,” der. Devlet bütün gücünü tek tek her vatandaşın hizmetine verir; devlet ile vatandaşını birbirine bağlayan yükümlülük mutlaktır.

Mülkiyete gelince durum ne kadar farklı! Herkesin taptığı mülkiyeti kimse tasdik etmiyor: Yasalar, töreler, gelenek, kamusal ve kişisel vicdan, hepsi de mülkiyetin mahvı için entrikalar çeviriyor.

Ordu besleyen, icraatlar yapan, memur geçindiren hükümetin harcamalarını karşılamak için vergi gerekir. Herkes masraflara katılırsa ne âlâ… Ama neden zengin fakir olandan daha çok ödesin? “Bu adildir” deniyor, çünkü zengin daha çoğuna sahip. Bu adaletten bir şey anlamadığımı itiraf edeyim.

Niçin vergi ödenir? Herkesin doğal haklarından, özgürlük, eşitlik, emniyet ve mülkiyet haklarından yararlanabilmesini sağlamak için; devlette düzeni sürdürebilmek ve kamuya, faydalı ve keyifli olanaklar sunabilmek için.

Öyleyse zenginin hayatını ve hürriyetini korumak fakirinkini korumaktan daha mı pahalı? İşgal, kıtlık ve salgın hastalık durumlarında kim daha maliyetlidir devletin yardımı olmadan beladan kaçan büyük mülk sahipleri mi, yoksa her türlü tehlikeye açık durumda, kulübesinde oturup kalan ameleler mi?

Esnaflar ve günlük işçiler, müreffeh burjuvalardan daha mı çok tehdit ediyor düzeni? Polis iki yüz bin seçmenden değil de birkaç yüz işsiz emekçiden korkuyor yahut.

Kodaman rantiye, fakirlere kıyasla ulusal bayramlardan, caddelerin temizliğinden, anıtların güzelliğinden daha mı çok faydalanıyor yoksa? Ama kodaman, sayfiyesini avamın eğlencesine tercih ediyor ve gönlünü eğlendirmek istediğinde, kaygan direklere itibar ermiyor.

İki seçenekten birisi doğru: Ya nispi vergi güçlü vergi mükellefleri lehine bir imtiyaz sağlıyor ya da bu uygulamanın kendisi adaletsiz. Zira 93 Bildirgesi’nin dediği gibi mülkiyet eğer doğal bir haksa, bu hak mucibince bana ait olan her şey tıpkı şahsım gibi kutsaldır; kanımdır, canımdır, benliğimdir: Malıma halel getiren kişi, gözümün bebeğine tasallut ediyor demektir. 100.000 franklık akarım, işçi kızın 75 santimlik yevmiyesi kadar, daireler zincirim onun yaşadığı tavan arası kadar dokunulmazdır. Vergi ne güç, ne boy bos, ne de yetenek ölçüsünde dağıtılır. Öyleyse mala göre de dağıtılmaması gerekir.

Demek ki devlet benden daha çok alıyorsa, ya karşılığında bana daha fazlasını verecek ya da hak eşitliğinden bahsetmeyi kesecek: zira aksi halde toplum mülkiyeti korumak için kurumsallaşmamış, onun yıkımı için örgütlenmiş olur. Nispi vergiyle devlet kendini çete reisi haline getiriyor, sistemli yağmanın örneğini veriyor; mesleki kıskançlıkla cinayet işleyen iğrenç güruhun, o gudubet haydutların en başında sanık kürsüsüne çıkarılması gereken devlettir.

Ama denecek, mahkemeler ve askerler tam da bu güruha gem vurmak için gereklidir: Hükümet bir şirkettir, ama –teminat vermediği için– sigorta şirketi değil, öç alan ve baskılayan bir şirkettir. Bu şirketin ödettiği prim, yani vergi, mülkiyet nispetinde bölüştürülür, yani her bir malın hükümetin beslediği öç alıcılar ve baskıcılara verdiği zahmet nispetinde bölüştürülür.

İşte mutlak ve dokunulmaz mülkiyet hakkının ne kadar uzağındayız. Bu yüzden fakirler ve zenginler karşılıklı güvensizlik ve savaş halinde yaşıyorlar. Peki, ama savaş ne için? Yine mülkiyet için: o kadar ki, mülkiyet için savaş, mülkiyetin zorunlu bir bileşenidir. Zenginin özgürlüğü ve güvenliği, fakirin özgürlüğüne ve güvenliğine halel getirmez: Aksine, bunlar birbirini destekler ve güçlendirir. Hâlbuki zengin adamın mülkiyet hakkı, fakirin mülkiyet dürtüsüne karşı mütemadiyen savunulmalıdır. Ne yaman çelişki ama!

İngiltere’de fakirler için ayrı bir vergi var: Benden onu ödememi istiyorlar. Ama doğal ve zamana tabi olmayan mülkiyet hakkım ile on milyon perişan insanın açlığı arasında nasıl bir alaka olabilir? Din; bize, kardeşlerimize yardımı emrederken, yasal bir ilkeden değil, hayır işinden bahsediyor. Hristiyan ahlakının bana yüklediği ‘hayır yapma mesuliyeti’, fakir bir kişi, hele hele imaret yararına verilecek siyasal bir vergi şeklinde önüme konamaz. Sadakayı gönlümden kopunca veririm, başkalarının acısı karşısında, şu filozofların bahsettikleri, ama benim hiç inanmadığım sempatiyi duyduğum zaman: Yoksa vermek zorunda bırakılmak istemem. Başkasına zarar vermemek kaydıyla hakkından dilediğince yararlan: Hiç kimse özgürlüğün has tanımı olan bu emrin ötesinde bir şey yapmaya zorlanamaz. Buna göre malım benimdir, kimse onun üzerinde hak iddia edemez: Bu noktada ilahiyatın üçüncü erdeminin(Aziz Pavlus’a göre sevgi (agape) gündeme gelmesine karşıyım.

Fransa’da herkes yüzde beş faiz indiriminden yana; bu da bir tür mülkiyetten tamamen feragat edilmesi demektir. Şayet kamu ihtiyacı söz konusuysa bunu yapmaya hakları var; fakat anayasal bildirgenin vaat ettiği hak tazminatı nerede? Böyle bir şey mevcut olmamakla kalmaz, bu tazminatın oluru da yoktur, zira tazminat feragat edilen mülkiyete eşitse zaten indirim gereksizdir.

Bugün devletin tahvil sahipleri karşısındaki konumu, III. Edward’ın işgaline uğrayan Calais şehrindeki soyluların konumu gibidir. Galip gelen İngiltere, şehrin ileri gelenlerinin teslim edilmesi karşılığında halka dokunmamaya razı olmuşlardı. Eustache ve birkaç kişi daha kendilerini önerdiler; onların asaletiydi bu ve bakanlarımız da aynı şeyi tahvil sahiplerine önermelidirler, fakat şehrin bu insanları teslim etmeye hakkı var mıdır? Kuşkusuz yoktur. Emniyet hakkı mutlaktır, ülke her kimden olursa olsun böyle bir şeyi talep edemez. Düşman menzili içinde nöbet tutan asker de bunun istisnası değildir; bir vatandaş nöbet tutarken bütün ülke de onunla birlikte tehlikeye açıktır, sıra şimdi bir vatandaşta yarın bir ötekindedir. Tehlikenin ve fedakârlığın ortak olduğu yerde kaçmak akraba katlidir. Kimsenin tehlikeden kaçmaya hakkı olmadığı gibi kimseye günah keçisi vazifesi de yüklenemez: Caiphas’ın, insanın halkı uğruna ölmesi haktır düsturu, tiranların ve ayak takımının düsturudur, yani toplumsal yozlaşmanın iki aşırı ucuna özgüdür.

Her daimi rantın esasen amorti edilebilir olduğu söyleniyor. Medeni hukukun bu düsturunu devlete uygulamak, doğal emek ve servet eşitliğine dönülmesini isteyenler için evladır. Ama mülk sahipleri ve tahvil simsarlarının gözünde bu tam müflislere özgü bir söylemdir. Devlet sadece borçlanan bir kurum değil, mülkiyetin sigortacısı ve bekçisidir de: en yüksek güvenliği sağladığı gibi en sağlam ve en dokunulmaz zilyetliğin de teminatçısıdır. Öyleyse nasıl olur da devlet, kendisine güvenmiş alacaklısını cömertliğe zorlayıp sonra da hâlâ kamu nizamından ve mülkiyetin güvence altında oluşundan bahsedebilir? Devlet böyle bir durumda borcu ibra olunan bir borçlu değildir; hissedarlarını pusuya düşüren bir anonim şirkettir ve bu noktada asıl vaadi hilafına, hissedarlarını kar payının yüzde 20’sinden, 30’undan veya 40’ından vazgeçmeye zorlamaktadır.

Hepsi bu da değil, devlet aynı zamanda bir toplumsal akit ile ortak bir yasa altında bir araya gelmiş vatandaşlar topluluğudur. Bu akit, bütün mülk sahiplerini güvence altına alır: Birinin tarlasıdır bu, öbürünün bağı, bir diğerinin çiftlik kiraları. Devletten gayrimenkul satın alabilecekken tahvilleriyle hazinenin yardımına koşan tahvil sahipleri de aynı şekilde devlet güvencesi altındadır. Devlet, hak tazminatı vermeden herhangi bir arazinin bir dönümünden, bir bağın zırnığından feragat talep edemez: hele çiftlik kiralarında hiç indirim yapamazken, tahvillerin faizini indirmeye niçin hakkı olsun? Böylesi bir hak ancak tahvil sahiplerine eşit kar getiren başka bir yatırım imkânı sağlandığı takdirde adaleti zedelemeyebilir; fakat tahvil sahibi devlete mahkûm olduğuna göre ve indirimin gerekçesi, yani daha elverişli borçlanma yetkisi devlete has olduğuna göre böyle bir imkân da yoktur. İşte mülkiyet ilkesine da yanan bir hükümetin tahvil sahiplerinin rızası olmadan tahvilleri asla amorti edememesinin sebebi budur: Bir yanda başka bir mülkiyetler gözetilirken, öbür yanda cumhuriyete yapılmış yatırımlara el sürmeye kimsenin hakkı yoktur; devletin tahvil sahiplerini itfaya zorlaması toplumsal akde tecavüzdür ve bu insanları kanun dışına iter.

Tahvil indirimiyle ilgili bütün tartışmalar aşağıdaki gibi özetlenebilir:

Soru: Tahvil geliri yüz frankı geçmeyen kırk beş bin aileyi sefalete sürüklemek hak mıdır?

Cevap: Peki yedi sekiz milyon vergi mükellefini, üç frank ödeyebileceklerken beş frank ödemek zorunda bırakmak hak mıdır?

Öncelikle cevabın soruya karşılık vermediği açıktır; fakat yanlışı daha bariz kılmak için cevabı şöyle çevirelim. Yüz bin insanın hayatını, düşmana yüz kelle vererek kurtarabilecekken, tehlikeye mi atalım? Okur karar versin!

Bütün bunlar cari düzenin savunucuları tarafından pekâlâ anlaşılmaktadır, ama yine de er ya da geç faiz indirimi gerçekleşecek ve mülkiyet hakkına tecavüz edilecektir, çünkü başka türlü olması mümkün değildir. Çünkü bir hak addedilen, fakat hak olmayan mülkiyet, hak yoluyla yok edilmelidir ve çünkü eşyanın tabiatı, bilincin yasası ve matematik ve fizik zorunluluk, yargı yeteneğimizin bu yanılgısını sonunda illa ki ortadan kaldıracaktır.

Özetleyeyim. Özgürlük mutlak bir haktır, çünkü insan için özgürlük, tıpkı maddenin nüfuz edilemezliği gibi olmazsa olmaz bir varlık koşuludur. Eşitlik mutlak bir haktır, çünkü eşitlik olmadan toplum da olmaz. Emniyet mutlak bir haktır, çünkü bütün insanların gözünde kendi özgürlüğü ve hayatı en az başkalarınınki kadar değerlidir. Bu üç hak mutlaktır, yani bunları ne azaltmak ne artırmak düşünülemez, çünkü toplumda her üye ancak koyduğunu alır, özgürlüğün karşılığı özgürlük, eşitliğin eşitlik, emniyetin emniyettir; hayatta ve ölümde vücut vücuda ve ruh ruha karşılıktır.

Ama mülkiyet etimolojik anlamına ve hukukun tanımlarına göre toplumun dışında duran bir haktır; çünkü herkesin refahı kamunun refahı demekse, koşulların herkes için eşit olacağı açıktır ve “Mülkiyet bir kamu mülkünü mutlak biçimde elde bulunduran bir insanın kullandığı haktır,” demek kendi içinde çelişkili olacaktır. Dolayısıyla özgürlük, eşitlik, emniyet namına bir araya toplanmışsak mülkiyet namına bir arada değiliz demektir. Demek ki mülkiyet doğal bir haktır, yani bu hak toplumsal değil, toplum karşıtıdır. Mülkiyet ve toplum arasındaki karşıtlık uzlaştırılamaz: Keza iki mülk sahibini bir araya getirmek de en az aynı kutuplu iki mıknatısı birleştirmek kadar imkânsızdır. Toplum ya mülkiyetin hakkından gelecektir ya da helak olacaktır.

Mülkiyet zamana bağlı olmayan, devredilemez, doğal ve mutlak bir hak ise, niçin ezelden beri kaynağı nedir diye kafa patlatılmıştır? Nitekim bu kaynak meselesi de mülkiyeti diğer haklardan ayıran hususiyetlerden birisidir. Doğal bir hakkın kaynağı mı? Aman yarabbi! Özgürlük, emniyet veya eşitlik haklarının kökenini araştıran bir Tanrı’nın kulu çıkmış mıdır? Onlarla birlikte var oluruz: Bizle birlikte doğar yaşar ve ölürler. Mülkiyet için ise durum gerçekten de bambaşkadır. Mülkiyet; yasa yoluyla, mülk sahibi olmadan da, tıpkı öznesi olmayan bir özellik gibi var olur; yani henüz doğmamış bir insan için de, seksenine gelmiş biri için de vardır o! Ama yine de ebediyeti ve ezeliyeti andıran bu muhteşem ayrıcalıklarına rağmen, mülkiyetin nereden geldiği asla bulunamamıştır. Uzmanlar hala birbirleriyle uyuşmazlık içindeler. Tek bir konuda uzlaşıyor gibiler: Mülkiyet hakkının geçerliği, kökeninin sahiciliğine bağlıdır. Fakat onları ele güne rezil eden şey de bu uzlaşma zaten: Niçin köken konusunu karara bağlamadan böyle bir hakkı benimsemişler?

Bazı insanlar mülkiyet hakkının sözde delilleri üzerindeki tozların silinmesinden ve mülkiyetin masalsı ve belki de skandallarla dolu tarihinin araştırılmasından hazzetmezler. “Mülkiyet bir vakıadır, daima var olmuştur ve daima var olacaktır” önermesiyle yetinilsin isterler. Üstat (hukuk profesörü Jean Baptiste) Victor Proudhon da ‘Traité des droits d’usufruit’de işe bu önermeden başladı ve mülkiyetin kökeni sorununu skolâstik safsatalar mertebesine yerleştirdi. Takdire şayan bir barışseverlikle yazıldığına inandığım üstadın öğretisini, şayet bütün vatandaşlarım yeterince mülk sahibi olsaydı, belki onaylayabilirdim… Ama hayır, bunu yapmayacağım.

Mülkiyet hakkının dayandığı iddia edilen deliller iki tanedir: İhraz ve emek. Bu ikisini sırasıyla, bütün yönleriyle ve detaylarıyla inceleyeceğim ve okura şimdiden ihtar edeyim; hangi otoriteye başvurursak başvuralım, adil ve mümkün olduğu durumlarda mülkiyetin daima eşitliği zorunlu koşul olarak gerektirdiğini şüpheye mahal bırakmayacak şekilde kanıtlayacağım.

2. Mülkiyetin Temeli Olarak İhraz

Napolyon Kanunları’nın tartışıldığı Danıştay’daki konferanslar esnasında, mülkiyetin kökeni ve ilkesiyle ilgili hiçbir uyuşmazlık çıkmaması dikkate şayandır. Mülkiyete ilişkin 2. cildin 2. kitabındaki bütün maddeler hiçbir itiraz ve değişiklik önerisiyle karşılaşmadan geçmiştir. Başka konularda hukukçulara kök söktüren Bonaparte, mülkiyetle ilgili tek kelam etmedi. Şaşmaya ne hacet! Gelmiş geçmiş en bencil ve en dediğim dedik insan olan bu adamın gözünde, yetkeye itaat nasıl en yüksek ödev ise, mülkiyet de en önde gelen haktır.

İhraz hakkı veya önce ihraz edenin hakkı; eşyanın fiili, maddi, gerçek zilyetliğinden kaynaklanan haktır. Bir toprak parçasını ihraz ediyorum; iddiam şudur ki, aksi ispatlanmadığı sürece oranın malikiyimdir. Aslında biliriz ki böylesi bir hak, ancak karşılıklı olduğu takdirde meşrudur; zaten hukukçular da bu konuda mutabık.

Cicero toprağı geniş bir tiyatroya benzetir: Quemadmodum theatrum cum commune sit, recte tamen dici potest ejus esse cum locum quem quısque occuparit. İşte antik felsefenin mülkiyetin kökeniyle ilgili söyleyebildiği en filozofça lakırdı budur. Tiyatro diyor Cicero, herkesin ortak malıdır, ama herkesin kaptığı yer kendisine aittir: Yani açıktır ki birileri o yeri sahiplenmiştir, ama mülkiyetine geçirmemiştir. Bu kıyas, mülkiyeti iptal ediyor; üstelik eşitliği de içeriyor. Bir tiyatroda aynı anda hem parterde, hem locada, hem de balkonda yer tutabilir miyim? Geryon gibi üç bedenim olmadığı sürece veya rivayete göre büyücü Apollonius’un yaptığı gibi aynı anda birden çok yerde olamadığım sürece bunu yapamam.

Cicero’ya göre, kimsenin ihtiyacı olanın ötesinde hakkı yoktur. İşte Cicero’nun meşhur –sum quidque cuiusque sit: Herkese kendisine ait olan kadar– vecizesinin sadık yorumu budur; ancak bu vecize şimdiye kadar çok tuhaf şekillerde uygulanmıştır. Kişiye ait olan, onun sahip olabileceği şey değil, sahiplenmeye hakkı olduğu şeydir. Ama neye sahip olmaya hakkımız var? Çalışmak ve tüketmek için gereksindiğimiz şeylere. Cicero’nun tiyatro benzetmesi bunu kanıtlıyor. Buna uygun olarak herkes kendi yerine yerleşebilir eğer yapabiliyorsa orayı güzelleştirip ıslah etmesinde sakınca yoktur: fakat bu faaliyeti başkasıyla arasındaki sınırları ihlal etmemelidir. Cicero’nun öğretisi doğrudan eşitlikle sonuçlanır; çünkü ihraz tam bir müsaade olduğundan, eğer müsaade karşılıklıysa –ki başka türlü olamaz- sahip olunan şeyler de eşit olacaktır.

Derken Grotius çıkar tarih sahnesine; peki, ama her şeyden önce, doğal denilen bir hakkın kökenini doğanın dışında aramaya kalkışmak ne çeşit bir akıl yürütmedir? Ama zaten antiklerin yöntemi böyledir: Olgu mevcuttur, öyleyse zorunludur, öyleyse haklıdır ve öyleyse öncülleri de haktır. Fakat öyle mi bir bakalım:

“En başta her şey herkese aitti ve ortaktı; hepsi herkesin malıydı.” Daha uzağa gitmeye gerek yok: Bizzat Grotius, bu ilkel topluluğun nasıl ihtirasa ve açgözlülüğe sürüklendiğini; altın çağı nasıl demir çağının izlediğini anlatıyordu. Öyle ki, mülkiyetin kökeni öncelikle savaşta ve fetihte, daha sonra da anlaşmalarda ve akitlerdeydi. Fakat bu anlaşmalar ve akitler ilk toplumun yaptığı gibi ya zenginliği ilk insanların bilebileceği tek dağıtım yöntemi ve tasarlayabilecekleri tek adalet biçimi uyarınca eşit bölüştürüyordu yahut da bu anlaşma ve akitler zorla zayıflara dayatılıyordu. İlk durumda mülkiyetin kökeni meselesi, eşitliğin nasıl olup da sonradan ortadan kalktığı şeklini alır. İkinci durum söz konusu ise anlaşma ve akitler hükümsüzdür, sonraki nesillerin zımni rızası geçerli değildir ve bu durumda daimi bir kaygı ve sahtekârlık durumunda yaşıyoruz demektir.

Koşullardaki eşitliğin önce doğal olup daha sonra nasıl doğa dışı bir durum haline geldiğini anlamak mümkün değildir. Böylesi bir yozlaşmanın sebebi neydi? Hayvanlardaki içgüdüler, tıpkı türler arasındaki farklılıklar gibi değişmezdir; insan toplumlarında ilkel ve doğal bir eşitliğin var olduğunu düşünmek, günümüzdeki eşitsizliğin bu toplumun doğaca yozlaşması sonucu doğduğunu zımnen kabul etmektir ki böyle bir şey mülkiyeti savunanlar tarafından açıklanamaz. Fakat ben buradan şu sonucu çıkarıyorum: Şayet ilahi kayra, ilk insanları eşit koşullarda var ettiyse, bu onun insanlara kendiliğinden bahşettiği bir arzu, insanların farklı alanlarda da uygulamalarını istediği bir modeldir; tıpkı insanların, Tanrı’nın ruhlarına yerleştirdiği din duygusunu türlü şekillerde ifade edip işlemeleri gibi… İnsanın sabit ve değişmez tek bir doğası vardır: İçgüdülerini izler ve ancak düşünce yoluyla içgüdülerinden uzaklaşabilir, sonra aklını kullanarak içgüdülerine geri döner; şimdi böylesi bir dönüş dönemini yaşamadığımızı kim iddia edebilir? Grotius’a göre insan eşitliği geride bırakmıştır; bana göre ise insan eşitliğe dönecektir. Nasıl oldu da geride bıraktı? Nasıl geri dönecektir? Bunu daha sonra araştıracağız.

Reid şöyle yazıyor (M. Jouffroy çevirisi, 6. Cilt, s. 363):
“Mülkiyet hakkı doğal değildir, sonradan edinilmiştir ve temelini insanın tıynetinde değil, eylemlerinde bulur. Hukukçular mülkiyetin kökenini, aklıselim olan herkesi tatmin edecek şekilde açıklamışlardır. – Tanrı rahmetinin, hayatlarını idame ettirebilsinler diye bütün insanlara bağışladığı bir nimettir toprak: fakat bu nimetin bölüşümü ve verimi insanların işidir: Her insan, toprağın bir kısmını başkasına zarar vermeden kendine mal etmek için gereken gücü ve hikmeti yine Tanrı’dan almıştır.

“Daha önce bir başkası tarafından ele geçirilip mal edilmemişse, her İnsanın yeryüzü nimetleri üzerinde sahip olduğu bu hakkı, eskilerin ahlakçıları gayet usturuplu biçimde tiyatroda kapılan yere benzetmişlerdir. Önce gelen herkes boş olan bir yeri kapabilir ve böylece bütün bir gösteri boyunca o yeri elde bulundurma hakkını edinmiş olur ve yerine yerleşmiş olan izleyicileri yerinden kaldırmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Sonsuz bilgeliği ve rahmetiyle Kadir-ı mutlak’ın bütün insanlığın nimetlenmesi ve çalışması için bahşettiği büyük bir tiyatrodur yeryüzü. İzleyici vasfıyla orada yerini alıp, bir oyuncu vasfıyla başkalarına sıkıntı vermeden rolünü oynamaya herkesin hakkı vardır.”

Reid’in kuramının sonuçları şunlardır:
1. İnsanların kendilerine mal ettikleri parçanın, diğer insanların hakkına halel getirmemesi için bu parça paylaşılan toplam mülke göre oranlanmış; toplam bütün paylaşımcılar için eşit bölünmüş olmalıdır;

2. Yer sayısının izleyici sayısına daima eşit olması gerekir; tek bir oyuncu birden fazla rolde yer alamayacağı gibi, tek bir kişi de birden fazla yer işgal edemez;

3. Tiyatroya giren ve çıkan izleyiciler olduğunda, yer sayısının da aynı oranda artması ve azalması gerekir, çünkü Reid, mülkiyet hakkının doğal değil, edinilmiş olduğunu söylüyor, dolayısıyla bu hak hiç de mutlak değildir. Öyleyse bu hakkı doğuran mal edinme olumsal bir olgu olduğundan, bu hakka sahip olmadığı bir süreklilik bahşedemez.
Edinburglu profesörün de anladığı buydu, nitekim şöyle ekliyor:

Yaşama hakkı, gereken araçları elde etme hakkını içerir ve masum bir insanın canını almayı yasaklayan adalet, bu araçların elinden alınmasını da aynı şekilde yasaklar. Çünkü bunların her ikisi de eşit ölçüde kutsaldır. Başkasının çalışmasını engellemek, onu zincire vurmaya veya hapse atmaya denk bir haksızlıktır ve iki durumda da sonuç benzer olur, aynı şekilde hınca sebebiyet verilir.

Böylece İskoç okulunun önden, yetenek veya iş kalitesindeki eşitsizliği dikkate almadan, iş araçlarının eşitliğini apriori öne sürüyor ve ardından, ezeli “çalışan kazanır” düsturu uyarınca her emekçiyi başının çaresine bakmaya terk ediyor.

Reid’in felsefesinde eksik olan şey, ilkeye dair bilgisizlik değil, ilkenin sonuçlarıyla yüzleşme cesaretidir. Yaşama hakkı eşitse, çalışma hakkı da eşittir ve ihraz hakkı da keza eşittir. Gemileri batmış, kıyıya çıkmaya çalışan kazazedeleri mülkiyeti bahane ederek defeden adalılar suçsuz olabilirler mi hiç? Böylesi bir barbarlığın düşüncesi bile insanı isyan ettirir. Mülk sahibi, tıpkı adasındaki Robinson gibi, medeniyet denilen dalgayla kıyısına sürüklenmiş ve mülkiyet denilen kayaya tutunmaya çalışan emekçiyi mızrak ve dipçik darbeleriyle uzaklaştırıyor. Emekçi bütün gücüyle haykırıyor mülk sahibine, “bana iş verin” diye: “Beni başınızdan savmayın, dilediğiniz ücrete çalışırım” “- Hizmetıne ihtiyacım yok,” diye karşılık veriyor mülk sahibi, mızrağının ucunu veya silahının namlusunu göstererek. – “Bari kiramı azaltın.” – “Yaşamak için akara ihtiyacım var.” – “Çalışamazsam size verecek parayı nerden bulacağım?” – “Bu senin sorunun.” Böylece talihsiz emekçi kendini dalgalara teslim ediyor veya mülke girmeyi denerse, mülk sahibi nişan alıyor ve çekiyor tetiği.

Bir maneviyatçıyı dinledik, şimdi bir maddeciyi, ardından da eklektik birini sorgulayacağız; en son felsefe dairesini tamamlayınca hukuka başvuracağız.

Destutt de Tracy’e göre mülkiyet doğamızın bir icabıdır. Ona göre bu icabın istenmeyen sonuçlar doğurduğunu yadsımak için kör olmak gerekir; fakat bu sonuçlar kaideyi geçersiz kılmayan kaçınılmaz kötülüklerdir. Öyle ki ortaya çıkabilecek istismarlar düşünüldüğünde mülkiyete isyan etmek de, tıpkı ölüm mukadder diye hayattan şikâyet etmek kadar mantıksızdır. Bu kaba ve acımasız felsefe hiç değilse dürüst ve kesin bir usa vurum izlenimini veriyor. Bakalım bu izlenimin aslı astan var mı?

“Mülkiyetin koşullarıyla ilgili ciddi ciddi tartışılıp duruldu… sanki bu dünyada mülkiyetin olup olmayacağına karar vermek bizim yetkimiz dahilindeymiş gibi… kimi filozoflara ve hukukçulara kulak verecek olursak, bir noktada, durup dururken, hiç sebepsiz insanlar şu senindir, bu benimdir demeye başlamışlar, ama bundan sakınabilirmişler ve hatta sakınmalıymışlar. Fakat senin ve benim asla icat olunmuş değildir.”

Sen filozofun ta kendisisin, ne kadar da gerçekçisin! Seninki ve benimki sözleri, mesela senin felsefen ve benim eşitliğim dediğimde olduğu gibi kişinin kendisini ifade etmez illa ki: Öyle ya senin felsefen dediğimde felsefe yapan seni, benim eşitliğim dediğimde eşitliği ileri süren beni kastederim. Fakat seninki ve benimki genelde ilişki ifade eder: Senin ülken, senin mahallen, senin terzin, senin sağmal ineğin; benim otel odam, benim tiyatrodaki yerim, benim şirketim, benim askeri birliğim. İlk anlamıyla kullandığımızda bazen benim emeğim, benim yeteneğim, benim erdemim deriz, ama asla benim büyüklüğüm veya benim haşmetim demeyiz ve ancak ikinci anlamda benim tarlam, benim evim, benim bağım, benim sermayem deriz; tam da bir bankerin benim kasam demesi gibi. Kısacası benimki ve seninki, şahsi ve fakat eşit hakların ifadesi ve göstergesidir; dışımızdaki şeyler için kullanıldığında mülkiyeti değil, zilyetliği, işlevi, kullanımı belirtiler.

İnanılacak gibi değil, ama resmen alıntılarla, yazarın bütün kuramını bu manasız kelime oyununa dayandırdığını ispatlayacağım.

“Daha ortada hiçbir akit yokken, insanlar Hobbes’un dediği gibi düşmanlık değil, ama bir yabancılık halindeydiler. Bu hal içre tam manasıyla adalet ve adaletsizlik de mevcut değildi; birinin hakkının diğerininkiyle ilgisi yoktu. Herkes ihtiyaç duyduğu hakka sahipti ve bu ihtiyaçları her yolla, başkalarını işe karıştırmadan karşılamayı görev addediyordu.“

Doğru ya da yanlış fark etmez, bu kurguyu kabul edelim: Desttut de Tracy yine de eşitlikten kaçamaz. Onun varsayımına göre insanlar yabancılık durumunda oldukları için birbirlerine karşı yükümlü değildirler; herkes ihtiyaçlarını başkalarının ihtiyaçlarından bağımsız şekilde karşılama hakkına ve dolayısıyla da doğa karşısında güç kullanma hakkına, kuvvet ve yeteneği elverdiğince sahiptir. Buradan, en büyük eşitsizlik zorunlu sonuç olarak çıkar. Koşulların eşitsizliği demek oluyor ki, yabancılığın veya vahşiliğin karakteristik özelliğidir. Bu tam da Rousseau’nun sisteminin tersidir. Devam edelim:

“Zımni ve resmi akitler üzerinden uzlaşı sağlandığı andan itibaren, bu hak ve ödevlere bazı sınırlar getirilmeye başlar. İşte ancak o zaman adalet ve adaletsizlik, yani tek tek kişilerin o ana kadar zorunlu olarak eşit olan hakları arasında bir tür denge ortaya çıkar.”

Dikkat edelim: Eşit olan haklar deniyor ki bu da herkesin kendi ihtiyaçlarını başkasının ihtiyacından bağımsız şekilde karşılama hakkı olduğu anlamına geliyor. Başka deyişle, herkesin herkese zarar vermeye hakkı var, kaba kuvvet veya uyanıklıktan başka hak yok. İnsanlar birbirine sadece savaş ve yağmayla değil, aynı zamanda gasp ve tasallut ile de zarar veriyor. Gel gelelim, fayda ve zararın bu tek kaynağı olan güce ve hileye başvurma, kötülük etme hakkını ortadan kaldırmak için zımni ve resmi akitler yapılmaya başlandı ve bir denge kuruldu. Dolayısıyla bu akitler ve bu dengenin amacı, herkesin eşit gönence kavuşmasını sağlamaktır; demek ki, çelişmezlik ilkesine göre, eğer toplum dışılık eşitsizliğin şartıysa toplum zorunlu olarak eşitlik üretmelidir. Toplumsal denge, güçlü ve zayıf arasındaki eşitliktir, zira bu ikisi eşit olmadığı sürece yabancıdırlar, bir ittifak kuramazlar, birbirlerine düşman olurlar. Öyleyse koşullardaki eşitsizlik eğer mecburi bir kötülükse kötülük yabancılıktadır, zira toplum ve eşitsizlik birbirleriyle çelişmektedir. Şu halde insan toplumsal bir varlıksa eşitlik için yaratılmıştır: Bu çıkarımın kesinliğinden kaçılamaz.

Hal böyleyken, dengenin kurulmasından bu yana nasıl olup da eşitsizlik durmadan artmıştır? Adalet nasıl yabancılıkla bir arada var olabilmiştir? Destutt de Tracy buna nasıl cevap veriyor acaba?

“ İhtiyaçlar ve imkânlar, haklar ve ödevler irade yetisinden kaynaklanır. Şayet insan hiçbir şey istemeseydi, bunların hiçbiriyle ilgisi olmazdı. Fakat ihtiyaçlar ve imkânlar, haklar ve ödevler, haiz olmaktır, bir şeye sahip olmaktır. Bunların hepsi, kelimenin en geniş anlamıyla bir mülkiyet çeşididir: Bunlar bize ait olan şeylerdir.”

Talihsiz bir kelime oyunudur bu ve genelleme gereğiyle de gerekçelendirilemez. Mülkiyet sözcüğünün iki anlamı vardır: 1) Bir şeyi olduğu şey yapan niceliği, ona özgü olan ve onu başka şeylerden ayıran hassayı ifade eder: Bu manada üçgenin veya sayıların veya bir mıknatısın şu ya da bu özelliklere sahip olduğunu söyleriz. 2) Mülkiyet, özgür ve akıllı bir varlığın bir şey üzerindeki mutlak denetim hakkını ifade eder; hukukçuların kullandığı da bu anlamdır. Şu halde: “Demir, mıknatısın sahip olduğu özelliği kazandı,” derken, “sahip olunan özellik” lafı, “Şu mıknatısı mülk edindim,” dendiğinde ifade edilen düşünceyi iletmez. Yoksul birine kola bacağa sahip diye, mülkü olduğunu söylemek; mustarip olduğu açlığı ve açık havada yatmasını sahip olduğu özellikler olarak sunmak, kelimelerle oynamak ve insafsızlığın üzerine bir de hakaret eklemektir.

“Mülkiyet fikri ancak kişilik fikri üzerine bina edilebilir. Mülkiyet fikri doğar doğmaz, zorunlulukla ve kaçınılmaz biçimde tam olarak doğmuştur. Birey, kendi benliğinin, ahlaki şahsiyetinin, keyif alma, acı çekme ve eylemde bulunma yetilerinin farkına varır varmaz, bu benliğin hareket eden bedeninden, organlarından ve yetilerinden farklı bir benlik olduğunu da mutlaka anlar. Mademki yapay ve uzlaşımsal bir mülkiyet var, öyleyse doğal ve zorunlu bir mülkiyet de olmalıdır, zira yapay olan her şeyin temeli doğada var olmak zorundadır. “

Filozofların hükümlerine ve dürüstlüğüne hayran olmamak elde mi! İnsan bazı özelliklere, yani mülkiyetin ilk manasında yetilere sahiptir. Keza bunlara maliktir, yani kelimenin ikinci anlamıyla onlar üzerinde mutlak denetimi vardır: Dolayısıyla insan, sahip olduklarına malik olma özelliğine sahiptir. Burada sadece Destutt de Tracy’nin otoritesini değerlendiriyor olsaydım, böylesi budalalıklara dikkat çekmekten utanabilirdim! Fakat bütün bir insanlık, toplumun ve dilin ortaya çıkışından beri, ilk sözcükler ve ilk fikirlerle birlikte metafizik ve diyalektik doğduğundan bu yana bu tür çocukça kafa karışıklıkları içindedir. İnsanın ‘benim’ diyebileceği her şey zihninde şahsıyla özdeşleşmiştir: onu kendi mülkü, malı, kendinden bir parça, vücudunun bir uzvu, ruhunun bir yetisi addetmiştir. Şeylerin zilyetliği; vücut ve ruhun nimetlerine sahip olmakla karıştırılmış ve mülkiyet hakkı, Destutt de Tracy’nin pek zarif söylediği yapıtının doğayı taklidi gibi yanlış bir benzetme üzerine bina edilmiştir.

Fakat bu kurnaz ideolog nasıl olup da insanın kendi yetilerinin sahibi olmadığını fark edememiş? İnsanın güçleri, vasıfları, yetenekleri vardır; doğanın ona yaşaması, tanıması, sevmesi için bahşettikleridir bunlar. İnsanın bunlar üzerinde mutlak denetimi yoktur” sadece yararlanır bu nimetlerden ve bunu da ancak doğanın kanunlarına uyarak yapabilir. Şayet, insan bu yeteneklerinin mutlak hâkimi olsaydı açlık ve susuzluk çekmemesi gerekirdi; Ölçüsüz yemek yiyebilir, ateşler üzerinde yürüyebilirdi; dağları hareket ettirebilir, bir dakikada yüz fersah kat edebilir, ilaca başvurmadan sadece kendi irade gücüyle şifa bulabilir ve kendisini ölümsüz kılabilirdi. Yaratmak istiyorum der demez, eseri fikrine uygun ve mükemmel olurdu; bilmek istiyorum der demez bilebilir, sevmek istiyorum der demez mutlu olabilirdi. Daha neler! İnsan kendi kendisinin efendisi değildir, ancak çevresindekiler üzerinde efendi olabilir. Doğanın nimetlerinden yararlansın insanoğlu, zira ancak bu şartla yaşayabilir, ama malik sıfatına göz dikmekten de vazgeçsin ve bu sıfatın ancak mecaz manasıyla geçerli olduğunu hatırında tutsun.

Özetle: Destutt de Tracy doğanın dışımızdaki ürünlerine de insanın yeti ve yeteneklerine de mal diyerek, bunları birbirine karıştırır ve bu kelime oyunu üzerinden mülkiyet hakkını sarsılmaz bir şekilde tesis ettiğini zanneder. Fakat bütün bu mülkler içinde hafıza, hayal gücü, kuvvet, güzellik gibi bazıları doğuştan; tarlalar, sular ve ormanlar gibi bazıları da edinilmiştir. Doğa veya yabancılık durumunda, en güçlü ve en yetenekli olanlar, yani doğuştan gelen mülklerden yana avantajlı durumdakiler, edinilen mülkleri ele geçirmek yönünden en şanslı olanlardır. Halbuki bu tasallut ve ondan kaynaklanan savaş durumunu engellemek için bir denge tesis edildi, zımni veya resmi akitler bu amaçla yapıldı; yani mümkün mertebe doğuştan gelen mülklerdeki eşitsizliği, edinilen mülklerdeki eşitlikle dengelemek için… Bölüşüm eşit olmadığı sürece bölüşenler birbirine düşman olmayı sürdürür ve anlaşmalar bu durumu sürekli düzeltmek için yapılır.

Böylece bir yanda yabancılık, eşitsizlik, uzlaşmazlık, savaş, yağma, katliam varken, öbür yanda toplum, eşitlik, kardeşlik, barış ve sevgi var: Artık hangisini seçerseniz,

Hekim, mühendis, geometrici olmakla birlikte hukukla pek az, felsefeyle ise hiç ilgisi olmayan Joseph Dutens, Philosophie de l’economie politique” isimli eserinde mülkiyet lehine üzerine düşeni yapmıştır. Dutens metafiziğini Destutt de Tracy’den almışa benziyor. Sganarelle’e ait şu mülkiyet tanımıyla başlıyor Dutens: “Mülkiyet, eşyayı kişiye ait hale getiren haktır.” Hasılı kelam: Mülkiyet, mülkiyet hakkıdır.

Dutens, irade, özgürlük, kişilikle ilgili bir takım kafa karışıklıklarından sonra, Destutt de Tracy’nın edinilmiş ve doğuştan mülk ayrımına benzer şekilde, maddi olmayan doğal mülkler ile maddi doğal mülkleri ayırarak şu iki çıkarıma ulaşıyor: 1) Mülkiyet her insan için doğal ve devrolunamaz bir haktır, 2) Mülkiyetteki eşitsizlik doğanın getirdiği zorunlu bir sonuçtur. Bu iki sonuç çok daha basit tek bir sonuca çevrilebilir: Bütün insanlar eşitsiz mülkiyet üzerinde eşit haklara sahiptir.

Dutens, toprak mülkiyetinin yasalar ve sözleşmelerden başka temeli olmadığını yazdığı için Sismondi’ye yükleniyor fakat insanların mülkiyete duyduğu saygıdan bahsederken kendisi şöyle diyor: “Sağduyuları onlara, toplum ve mülk sahiplerinin yaptıkları ilk sözleşmeyi hatırlatıyor.

Dutens mülkiyeti zilyetlikle, mal birliğini eşitlikle, adil olanı doğal olanla ve doğal olanı olanaklılıkla karıştırıyor: Kâh bu farklı fikirleri denk tutuyor, kâh onları ayırıyor görünüyor; öyle ki onu reddetmek anlamaktan çok çok daha az emek gerektirir. Şahsen kitabın ‘Siyasal İktisadın Felsefesi’ başlığından etkilendikten sonra kitabı okuyunca orada, yazarın gizemli sözleri arasına serpiştirdiği harcıalem fikirler buldum sadece, bu yüzden burada kitaptan söz etmeyeceğim.

Bay Cousin, ‘Ahlak Felsefesi’ adlı yapıtında, 15. sayfada her yasanın ve her ahlakın, “ÖZGÜR VARLIK, ÖZGÜR KAL” düsturundan çıktığını bildiriyor. Bravo üstat; becerebilirsem özgür kalacağım. Cousin şöyle devam ediyor:

“İlkemiz haktır; iyidir, toplumsaldır; buradan her türlü sonucu çıkarmaktan çekinmeyelim.

“1. İnsanın şahsiyeti kutsalsa eğer, bütün tıyneti ve bilhassa içinde olup bitenler, duyguları, düşünceleri, iradi kararları da kutsaldır. İşte bu yüzden felsefeye, dine, sanata, zanaata, ticarete, özgürlüğün bütün ürünlerine saygı göstermek gerekir. Salt hoşgörü demiyorum, saygı diyorum; zira bir hakkı hoş görmek değil, ona saygı göstermek gerekir.

Bu felsefe karşısında boynum kıldan ince:
“2. Kutsal olan özgürlüğüm, dış dünyada eylemde bulunmak için beden denilen bir vasıtaya ihtiyaç duyar. Dolayısıyla beden özgürlüğün kutsallığından nasiplenir, yani o da dokunulmazdır. Bireysel özgürlük ilkesinin temeli budur.

“3. Özgürlük, dış dünyada eylemde bulunmak için kâh bir ortama, kâh bir maddeye, başka deyişle eşyaya veya bir mülke ihtiyaç duyar. Öyleyse doğal olarak şahsımın dokunulmazlığı bu eşya veya mülk için de geçerlidir. Örneğin, özgürlüğümün dünyadaki etkinliği açısından zorunlu ve faydalı bir araç olan bir nesneyi ele geçiririm ve şöyle derim: Bu nesne bana aittir, çünkü sahibi yoktur; bu yüzden ona meşru biçimde sahibim. Demek ki zilyetlik iki koşula dayanır. İlkin, bir şeye ancak özgürlüğüm dolayısıyla sahip olabilirim. Özgürlüğü ortadan kaldırın, emeğimi de ortadan kaldırmış olursunuz; gel gelelim bir eşyayı veya bir mülkü ancak emeğimle kullanabilirim ve ancak onları kullanarak zilyet olabilirim. Dolayısıyla, mülkiyet halkının kökeni özgür etkinliktir. Fakat bu zilyetliği meşrulaştırmak için yeterli değildir. Nitekim bütün insanlar özgürdür ve herkes bir mülkü emeğiyle kendine mal edebilir, ama bu herkesin her mülk üzerinde hakkı olduğu anlamına mı gelir? Kesinlikle hayır: Meşru zilyet olabilmem için sadece özgür bir varlık sıfatıyla üretmem ve çalışmam yeterli değildir; aynı zamanda mülkü en başta benim ihraz etmiş olmam da gerekir. Kısacası mülkiyet hakkının kökeninde emek ve üretim varsa bile ayrıca ilk ihraz eden olmak da mecburi koşuldur.

“4. Meşru zilyedim diyelim; bu durumda mülkümü dilediğim gibi kullanabilirim. Demek ki onu bağışlamaya hakkım vardır. Keza mülkümü başkasına miras da bırakabilirim, çünkü bağışlamaya karar vermişsem, kararım ömrüm dâhilinde olduğu gibi ölümümden sonra da geçerlidir.”

Uzun sözün kısası Bay Cousin’e göre mülk sahibi olmak için, bir eşyanın zilyetliğini ihraz ve/veya emek yoluyla elde etmek gerekir: Ben zaman unsurunu da ekliyorum, çünkü ilk gelenler her şeyi ihraz ermişlerse sonra gelenlere bir şey kalmaz. Bu durunda sonra gelenlere ne olacak? Çalışmak için gerekli vasıtalara sahip, fakat işleyebilecekleri malzemeden yoksun olanlar ne yapacaklar? Birbirlerini mi yesinler? Filozof basiretinin dikkate almaya zahmet etmediği uç bir noktadır bu; öyle ya büyük dehalar küçük teferruatla uğraşmazlar…

Bay Cousin’in, ayrı ayrı ele alındıklarında ne ihrazın ne emeğin mülkiyet hakkını meşrulaştırabileceğini ve ancak bu ikisinin bir arada olduğunda meşruiyetin doğabileceğim savunduğuna işaret edelim. Bu da Bay Cousin’in herkesten ziyade sakınması gereken o eklektik manevralardan biridir. Cousin, bin türlü düşünme şekli ve tuhaf kanılar arasında hakikati keşfetmenin tek metodu olan analiz, kıyas, eleme ve indirgeme yoluyla ilerlemektense, bütün sistemleri hercümerç ediyor ve insanlara yerli yersiz, “İşte hakikat,” diyor.

Fakat ben sözüme sadık kalarak bu fikirleri reddetmeyeceğim, tersine mülkiyet lehine akla gelebilecek bütün hipotezlerden mülkiyetin defterini düren eşitlik ilkesini çıkaracağım. Daha önce söylediğim gibi, bütün gayem bu akıl yürütmelerin özünde eşitlik denilen kaçınılmaz temelin var olduğunu göstermektir; keza gelecekte de, mülkiyet esasının ekonomi, hukuk ve yönetim bilimlerinin temellerine zarar verdiğini ve onları yanlış yola sürüklediğini göstermeyi umuyorum.

Peki, öyleyse Bay Cousin’in bakış açısından, şayet insanın özgürlüğü kutsalsa, bunun bütün insanlar için geçerli olduğu açık değil mi?

Özgürlüğün dış dünyada eylemde bulunmak, yani yaşamak için mülkiyete ihtiyaç duyduğu, bir şeyin mal edinilmesinin herkes için aynı oranda zorunluluk olduğu, mal edinme hakkımın gözetilmesini istiyorsam başkalarının da hakkını gözetmem gerektiği Bay Cousin’in bakış açısından çıkmıyor mu? Dolayısıyla koşullar sınırsız olduğu takdirde kişinin mal edinme kudretinin sadece kendi kendisiyle sınırlandığı, sınırlı koşullar altında ise bu kudretin, kişi sayısı ile bunların işgal ettikleri alan arasındaki matematiksel bağıntıyla sınırlandığı açık değil mi?

Buradan şu sonuç çıkmaz mı: Şayet bir kişi yaşarken, bir başkasının kendisininkine denk miktarda eşyayı mal edinmesini engelleyemiyorsa, aynı şekilde gelecek kuşakları da bundan men edemez. Nitekim birey gelip geçse de evrensellik bakidir ve ebedi kanunlar kısmi görünümlere bağımlı olamaz. Ve bütün bunlardan, özgürlüğü haiz bir insan doğduğu her seferinde, diğerlerinin alanının daralması gerektiği ve karşılıklı yükümlülükler icabı yeni doğan vâris olduğunda, miras hakkının ona biriktirme hakkını değil, sadece seçme hakkını tanıdığı sonucu çıkmaz mı?

Burada Bay Cousin’i tarzını taklit edecek kadar bire bir takip ettim ve bundan hicap duyuyorum. Bu kadar basit şeyleri ifade etmek için bu denli gösterişli tabirlere, tumturaklı cümlelere gerek mi var? İnsanın yaşamak için çalışması gerekir; dolayısıyla çalışmak için araçlara, üretmek için malzemeye ihtiyaç duyar. Bu üretme ihtiyacıdır üretme hakkını yaratan: Ki bu hak da kişiye benzerlerinin temin ettiği bir haktır ve o da diğer insanlara karşı aynıyla mükelleftir. Diyelim ki yüz bin kişi, üstünde kimsenin ikamet etmediği Fransa gibi geniş bir ülkeye yerleşsin. Her bireyin toprak hakkı ülkenin yüz binde biridir. Şayet maliklerin sayısı artarsa, herkese düşen pay bu artış dolayısıyla azalacaktır. Öyle ki ülke sakinlerinin sayısı 34 milyon olduğuna, herkesin toprak hakkı da 34 milyonda bir olacaktır. Şu halde, polisi, hükümeti, iş dünyasını, ticareti, mirası vb. çalışma imkânlarının eşit paylaşılacağı, herkesin özgür olacağı şekilde düzenlerseniz toplum mükemmel olacaktır.

Mülkiyetin bütün savunucuları arasında en ileriye giden Bay Cousin olmuştur. Kendisi mülkiyet ihrazdan doğduğu için iktisatçılara karşı emeğin mülkiyet hakkı sağlamadığını, hukukçulara karşı ise medeni hukukun –doğal hukuku belirleyebilmesine ve tatbik edebilmesine karşın– doğal hukuku yaratmadığını savunmuştur. Gerçekten de: “Mülkiyet hakkı mülkiyetin varlığıyla ispatlanır, bu noktada medeni hukuk sadece bildiricidir,” demek yetmez. Böyle söylemek, tam da olgunun meşruiyetini sorgulayanlara verilecek bir cevap bulunmadığını itiraf etmektir. Her hak ya kendi kendini meşru kılar yahut da ona öncel başka bir hak tarafından meşru kılınır. Mülkiyet için de bu iki seçeneğin dışına çıkılamaz. İşte Bay Cousin’in insan kişiliğinin kutsallığı dediği şeyde, bir nesnenin iradeyle mal edilmesinde bir temel aramasının sebebi budur. Bay Cousin’in öğrencilerinden birisi, “Bir defa insan eli değdiğinde, eşya insandan onu değiştiren ve insanlaştıran bir nitelik devşirir,” diyor. İtiraf etmeliyim ki ben şahsen böyle bir büyüye hiç inanmadığım gibi insan iradesinden daha az kutsal olan bir şey de bilmiyorum. Fakat bu kuram, hukuken ve de psikoloji açısından ne denli kırılgan olursa olsun, sadece emeğe veya yasanın yetkesine dayanan kuramlardan çok daha derinlikli ve felsefidir. Şu halde, bahsettiğimiz kuramın gelip eşitliğe vardığını ve bütün mantığının eşitliği ima ettiğini görmüş olduk.

Ama belki de felsefe olan biteni biraz fazla yukarıdan gözlüyordur ve yeterince pratik değildir. Belki de temaşanın yüksek zirvelerinden bakıldığında insanlar o kadar küçük görünüyordur ki metafizikçi onların arasındaki farklılıkları ayırt edemiyordur. Belki de koşulların eşitliği, ulvi genelliği içerisinde pek doğru olan, ama hayatın akışına ve toplumsal muamelelere tamı tamına uygulanması saçma ve hatta tehlikeli olabilecek düsturlardan bir tanesidir. Hiçbir şeyi aşırıya vardırmamak ve her tanımdan kuşkulanmak hususunda bizleri uyaran ahlakçıların ve hukukçuların bilgece öğüdünü tutmanın kuşkusuz tam yerdir burası. Nitekim onlar, feci sonuçlar çıkarılarak mahvedilemeyecek tanım olmadığını söylerler: Omnis definitio in jure civili periculosa est: parum est enim ut non subverti possit. Koşulların eşitliği –mülk sahibinin kulağını tırmalayan bir dogma, hasta döşeğindeki fukara için teskin edici bir hakikat, cerrahın neşterindeki korkunç gerçek olan koşulların eşitliği– siyasal, toplumsal ve sınai düzene aktarıldığında aldatıcı bir kuruntudan, cazip bir tuzaktan, şeytani bir ayartıdan ibaret kalır.

Okuyucuyu şaşırtmayı hiç düstur bellemedim. Sözlerinde ve davranışlarında dolambaca başvuran insandan hiç mi hiç hazzetmem. Bu yazının ilk sayfasından itibaren kendimi oldukça net ve oldukça kararlı biçimde ifade ettim ki daha en başından herkes düşüncelerimin ve umutlarımın neye yönelik olduğunu anlasın ve aynı anda hem bu denli dürüst hem de cüretkâr olmanın ne kadar güç olduğunu teslim etsin. Bu yüzden, şimdilerde bu denli hayranlık duyulan filozoflara has ihtiyatın, ahlak ve siyaset bilim hocalarının şiddetle tavsiye ettikleri şu meşhur itidalin çok kısa zaman içinde ilkesiz bir bilimin utanç verici bir özelliği, bir ayıplama vesilesi sayılacağını ileri sürmekle fazla ileri gitmiş olmaktan korkmuyorum. Hukukta ve ahlak alanında da tıpkı geometride olduğu gibi aksiyomlar mutlak, tanımlar kesindir ve en aşırı sonuçlar bile, şayet titizlikle çıkarsınmışlarsa yasadırlar. Acınası kibir! Doğamız hakkında hiçbir şey bilmiyoruz ve kendi çelişkilerimizi onda buluyoruz. Bu naif cehaleti doğamıza yansıtırken, “Hakikat şüphededir, en iyi tanım hiçbir şeyi tanımlamayandır,” diye haykırmaya cüret ediyoruz. Hukuk ilminin bu hazin kesinlikten uzaklığının ele aldığı konudan mı, yoksa bizim peşin hükümlerimizden mi kaynaklandığını zamanı geldiğinde bilebileceğiz. Toplumsal olguları açıklamak için, Kopernik’in Batlamyus’un sistemini altüst ederken yaptığı gibi hipotezimizi değiştirmenin yetip yetmediğini de o zaman göreceğiz.

Peki, ama birazdan yapacağım gibi, bahsettiğim bu içtihadın mülkiyet hakkını eşitlikte temellendirmeye çalıştığını gösterdiğimde ne diyecekler? Buna nasıl bir cevap getirecekler?

3. Mülkiyetin Temeli ve Tasdiki Olarak Medeni Hukuk

Pothier, mülkiyetin tıpkı krallık gibi ilahi hakka dayandığına inanır gibidir: Mülkiyetin kökenini hana Tanrı’ya kadar vardırıyor: Ab Jove principium. Yaptığı giriş şöyle:

“Tanrı evrenin ve evrenin içindeki her şeyin mutlak hâkimidir: Domini est terra et plenitudo ejus, orbis terrarum et universi qui habitant in eo. Tanrı bütün dünyayı ve içindeki her canlıyı insan türü için yarattı ve insana cüzi bir hâkimiyet bahşetti: Davut peygamber Tanrı’ya, ‘Kendi elinle yaptığının üstüne hâkim kıldın insanı: Doğayı ayaklarının altına serdin,’ der. Tanrı insana bu bağışı, yaradılıştan sonra ilk babamıza yönelttiği şu sözlerle yaptı: ‘Birleşin, çoğalın ve yeryüzünü doldurun’ vs.”

Bu görkemli girişten sonra insan türünün, yüce bir babanın koruyuculuğu altında kardeşçe birlik içinde yaşayıp giden kocaman bir aile olduğuna kim inanmaz ki? Fakat Tanrım! Ne düşman kardeşler, nasıl gudubet bir baba, ne müsrif çocuklar!

Tanrı, yeryüzünü insan türüne bahşetti: Peki bana neden bir pay düşmedi? Tanrı doğayı ayaklarımın altına serdi, ama benim başımı sokacak yerim yok! Tanrı elçisi Pothier vasıtasıyla bize çoğalmamızı söylüyor. Ah bilge Pothier, söylemesi yapmasından kolay; kuşun yuvasını yapacağı çerçöp nerede!

“İnsan türü çoğaldı; insanlar dünyayı ve arzın üstündeki pek çok şeyi aralarında paylaştılar: Her kişiye düşen pay o andan itibaren sadece kendisine ait oldu: Mülkiyet hakkının kökeni budur.”

Zilyetlik hakkı demek daha doğru olur. İnsanlar, olumlu ya da olumsuz olması önemli değil, bir tür ortaklık içinde yaşıyorlardı: O devirde mülkiyet diye bir şey yoktu, çünkü şahsi zilyetlik yoktu. Nüfus artışı geçimlerini sağlamak için insanları yavaş yavaş çalışmaya zorladığından emekçinin, emeğinin ürününün tek maliki olduğu kanaati resmen veya zımnen –nasıl olduğu önemi değil– yerleşti: Yani basitçe kimsenin artık çalışmadan yaşa yaşayamayacağı gerçeği ilan edilmiş oldu. Üründe eşitliği sağlamak için emekte eşitlik olması gerektiği ve emekte eşitliği sağlamak için de emeğin kullanacağı araçların eşit olması gerektiği sonucu buradan zorunlu olarak çıkıyordu. Biri çalışmazsa ve güçle veya hileyle başkasının geçimine el koyarsa eşitliği yok etmiş ve kendini yasanın dışına ve üstüne yerleştirmiş olurdu. Daha çok üretmek bahanesiyle üretim araçlarını tekeline almış kişi de eşitliği yok etmiş oluyordu. Eşitlik o dönemde hukukun ifadesi olduğu için, eşitliğe halel getiren kişi adaletsizlik etmiş oluyordu.

Böylece emek şahsi zilyetliği; eşyada olan ayni hakkı, “jus in re”yi doğurdu, fakat bu hangi eşyadır? Elbette toprak üzerindeki değil, ürün üzerindeki haktır. Araplar söz konusu hakkı hep bu şekilde anlamıştır. Sezar ve Tacitus’ a göre eskiden Germenler de onu böyle anlıyorlardı. Sismondi şöyle söylüyor: “Kişinin yetiştirdiği sürüye malik olduğunu kabul eden Araplar tarlayı eken kişinin ürünü üzerinde de tartışma gereği duymazlar. Fakat Araplar niye bir başkasının, o kişinin eşiti olan birinin tarlayı işleme hakkı olmadığını anlamazlar. Şu mahut önce ihraz edenin hakkından kaynaklanan eşitsizlik Araplara göre adalet ilkesine dayanmaz. Bir toprak parçası belli sayıdaki kişi tarafından paylaşılmışsa, bu bir avuç insanın halkın geri kalanı karşısında tekele sahip olduğu bir durum ortaya çıkar ve bu tekellerinden de vazgeçmek istemezler… “

Böylece toprak paylaşıldı. Bu paylaşımdan emekçiler arasında güçlü bir örgütlenmenin doğduğunu ve bu sabit ve kadim paylaşım usulünün üretime uygun olduğunu kabul ediyorum; fakat bu paylaşım nasıl oluyor da herkesin üzerinde zilyetlik hakkı olduğu bir nesnenin mülkiyet hakkını birilerine devredebiliyor? İçtihat terimleriyle bakıldığında zilyedin bu şekilde mülk sahibine dönüşmesi hukuken imkânsızdır: Nitekim böyle bir şey, mahkeme içtihadında zilyetlik davasıyla mülkiyet davasının birleştirilmesini içerir ve toprağı paylaşanların birbirlerine karşılıklı bağışta bulunduğu varsayılsa bile, olan biten doğal bir hakkın değiş tokuşundan ibarettir. İlk tarımcıların –ki bunlar aynı zamanda ilk yasa koyuculardı– bizim hukukçularımız kadar bilgili olmadıklarını kabul ederim, ama bilgili olsalar bile daha kötüsünü herhalde yapamazlardı. Nitekim zilyetlik hakkının mutlak mülkiyete dönüşmesinin sonuçlarını da öngörememişlerdir. Peki, ama daha sonrasında “jus in re” ile “jus ad rem” arasına fark koyanlar, bu ayrımı neden bizatihi mülkiyet ilkesine tatbik etmemişlerdir?

İçtihat hakkında görüş bildirenlere kendi düsturlarını hatırlatayım.

Mülkiyet hakkı, şayet bir haklı gerekçeye dayanıyorsa bu ancak şu olabilir: “Dominium non potest nisi ex una causa contingere”(Mülkiyet hakkı, bir haklı gerekçeye dayanmadıkça, geçerli olamaz.) – Muhtelif vasıflarla zilyet olabilirim, ama ancak tek bir tanesiyle mülk sahibi olabilirim: Non ut ex pluribus causis idem nobis deberi potest, ita ex plu-ribus ecusis idem potest nostrum esse.

Açtığım, ektiğim, üzerine evimi bina ettiğim, beni, ailemi ve sürümü doyuran tarla üzerinde 1) önce ihraz eden vasfıyla, 2) çalışan vasfıyla, 3) bana payımı bahşeden toplumsal sözleşmeye binaen zilyet olabilirim. Fakat bu vasıflardan hiçbiri bana mutlak mülkiyet hakkı vermez. Çünkü ihraz hakkına başvursam, toplum bana, “Ben senden önce ihraz ettim,” diyebilir: tarla üzerindeki emeğimi öne sürsem, “Sadece bu şartla zilyet olabilirsin,” diyecektir; sözleşmeden bahsedecek olsam, “O sözleşmeler sana sadece kullanma hakkını veriyor,” diyecektir. Gel gelelim mülk sahiplerinin öne sürdüğü vasıflar bunlardan ibarettir; bu vasıflara asla bir başkasını ekleyemediler. Nitekim Pothier’nin öğrettiği gibi her hak, kendisine yol açan bir sebebin faydalanan kişide doğduğunu varsayar; fakat doğan ve ölen, bir gölge gibi geçip giden insan için, dış dünyadaki eşyaya dair bir mülkiyet vasfı değil, zilyetlik vasfı doğabilir yalnızca. Öyleyse toplum, kendisine karşı olan ve ortada üretilmesi için sebep de olmayan bir hakkı nasıl oluyor da kabul edebiliyor? Zilyetlik hakkını tanırken nasıl olup da mülkiyeti de kabul edebilmiştir? Neden yasa, bu iktidar suiistimaline onay vermiştir?

Alman Ancillon şöyle yanıt veriyor:

“Bazı felsefeciler insanın, doğal bir nesne, örneğin bir tarla veya ağaç üzerinde güç kullanırken, ancak yol açtığı değişimlerle, nesneye kazandırdığı biçimle ilgili haklara sahip olabileceğini, yoksa nesnenin kendisi üzerinde hakka sahip olamayacağını ileri sürüyorlar. Nafile bir ayrımdır bu! Şayet nesne aldığı biçiminden ayrılabilir olsaydı belki böyle bir ayrım yapılabilirdi, fakat bu neredeyse daima olanaksız olduğu için insanın güçlerini görünür dünya üzerinde tatbik etmesi mülkiyet hakkının temeli, zenginliğin kökenidir.”

Boş bir bahane! Şayet nesne biçiminden, mülkiyet zilyetlikten ayrılamaz ise, zilyetliğin paylaşılması gerekir: Her halükarda toplum, mülkiyetin şartlarını tayin hakkını muhafaza eder. Mülk edinilmiş bir arazinin brüt on bin frank gelir getirdiğini varsayalım ve bu arazinin bölünemez olduğunu her ne kadar olağandışı bir durum olsa da farz edelim. Daha da ileri gidip, ekonomik hesaplamalar uyannca her ailenin yıllık tüketiminin üç bin frank tuttuğunu kabul edelim. Bu arazinin sahibi, iyi aile babası namını muhafaza edebilmek için topluma –toplam işletme maliyetlerini ve bir ailenin iaşe bedeli olan üç bin frankı düştükten sonra– on bin frank ödemiş olsun. Bu ödeme bir kira değil, bir tazminattır.

Öyleyse şu tip kanunları çıkaran bu adalet ne menem bir şeydir:

“Emek, nesnenin biçimini değiştirdiğinden ve nesnenin biçimi ile özünü nesneyi yok etmeden birbirinden ayıramayacağımızdan, ya toplum tarladan yoksun kalacak ya da çalışan emeğinin semeresini kaybedecektir”

“Diğer bütün hallerde, hammadde halindeki mülk, yapılan masraflar hariç ona eklenen iyileştirmeleri kapsayacağı için iyileştirilen mülk öncekinden değerli olacaktır.”

“Bu sebepler yüzünden çalışmayla mülk edinme hakkı, bireyler aleyhine kabul edilmiş olmayıp sadece toplumun aleyhine gerçekleşmiş olacaktır.”

İşte hukukçular mülkiyetle ilgili hep bu şekilde akıl yürütürler. Yasa, insanların karşılıklı haklarını korumak için, yani her bireyin her birey karşısındaki ve bireyin herkes karşısındaki haklarını korumak içindir. Bu dört unsur olmadan sanki önerme var olabilirmiş gibi, yasa koyucular hep sonuncu unsuru ihmal ederler ~ İnsan insana karşı olduğu sürece mülkiyetin karşıtı da mülkiyettir ve böylece iki güç dengeye gelmiş olur. Hâlbuki insan yalıtılmış halde olduğunda, yani bizzat temsilcisi olduğu toplumun karşısında yer aldığında hukuk içtihadı da yanılgı içerisinde demektir. Themis terazisinin bir kefesini yitirmiştir.

Rennes’li allame Profesör Toullier’e kulak verelim: “Nasıl oldu da ihzar ile elde edilmiş bu rüçhan sabit ve sürekli, var kalmayı sürdüren ve önce ihraz eden zilyetlikten düştükten sonra bile talep edilebilen bir mülkiyete dönüşebildi?

“İnsan türünün çoğalmasının doğal bir sonucu olarak tarım doğmuş, tarım da nüfusu desteklemiş ve sürekli mülkiyetin tesisini zorunlu kılmıştır; çünkü ürünü devşireceğinden emin olmadıktan sonra kim çalışma ve ekip biçme zahmetine katlanır?”

Emekçiyi tatmin etmek için ona ürünün zilyetliğini temin etmek yeterliydi: Hatta araziyi ihraz hakkının toprağı işlediği müddetçe sürmesi gerektiğini de kabul edelim. Ama emekçinin ancak bunu beklemeye hakkı vardır ve medeniyetin ilerlemesi için gerekli olan şey de bundan ibarettir. Ama mülkiyet, ya mülkiyet! Kişinin ne ihraz ettiği ne de işlediği bir topraktan kazanç elde etme hakkı, böyle bir hakkı hangi yetke bahşetmiştir? Böyle bir hakkı kim ileri sürmüştür? Toullier devam ediyor:

“Tarım sürekli mülkiyetin tesisi için tek başına yeterli olmamıştır; bunun için olumlu yasalar, onların uygulanması için memurlar, yani kısacası medeniyet durumu gerekmiştir.

“İnsan türünün çoğalması tarımı zorunlu kılmıştı; yetiştiriciye emeğinin semeresini garanti etme ihtiyacı, sürekli mülkiyetin ve onu koruyacak yasaların gerekliliğini hissettirmiştir. Bu yüzden medeniyet durumunun doğuşunu mülkiyete borçluyuz.

Evet, eseriniz olduğu haliyle medeniyet durumunu; önce despotizm, ardından monarşi sonra aristokrasi, bugün demokrasi, ama her daim zorbalık olan bu hali gerçekten de mülkiyete borçluyuz.

“Mülkiyet bağı olmadan, insanları yasanın kurtarıcı boyunduruğuna tabi kılmak asla mümkün olmazdı ve mülkiyette süreklilik olmasaydı, toprak balta girmemiş devasa bir orman olarak kalırdı. Geçici mülkiyet veya ihrazdan doğan rüçhan hakkının medeni toplumun kuruluşuna öncel olduğunu, bugün bildiğimiz haliyle mülkiyetin sürekliliğinin modern hukukun eseri olduğunu konunun ehli bütün yazarlar gibi kabul edelim öyleyse. Bir kere elde edildikten sonra mülkiyetin sahibi yok olmadığı sürece yok olmadığını ve mülk sahibinin zilyetliği veya eşyanın iyeliğini kaybettikten sonra ve hatta bu hak üçüncü birinin eline geçtiğinde bile mülkiyetin devam ettiği ilkesini medeni kanun getiriyor.

“Öyleyse ilkel düzende birbirine karışmış bulunan mülkiyet ve zilyetlik, medeni kanunla birlikte iki ayrı ve bağımsız şeye dönüşmüştür. Yasanın dilinde, bu ikisi arasında artık ortak hiçbir şey kalmamıştır. Bu vesileyle mülkiyette nasıl devasa bir değişimin gerçekleştiğini ve medeni kanunların mülkiyetin mahiyetini nasıl değiştirdiğini görebiliriz.

Demek ki mülkiyeti meydana getiren yasa, psikolojik bir olgunun ifadesi değildi; doğal bir hak vuku bulmuyordu; ahlaki bir ilke tatbik edilmiyordu. Yasa kelimenin en keskin manasında kendi yetki sahası dışında bir hakkı yaratmıştır. Bir soyutlama, bir metafor, bir kurgu doğurmuştur ve bunu olabilecekleri öngörme zahmetinde bulunmadan, mahzurlarına kafa yormadan, hayır mı şer mi işlediğine aldırmadan yapmıştır. Yasa bencilliği tasvip etmiştir, korkunç hırslara cevaz vermiştir; dipsiz bir kuyuyu doldurmak, cehennemi doyurmak elindeymiş gibi kâfir duaları kabul etmiştir. Kör yasa, cahil insanın yasası, yasa olmayan bir yasa; fitnenin, yalanın, kanın sözcüsü bir yasa! Toplumların bekası için hep yeniden diriltilen, ihya edilen, diri tutulan, yeniden canlandırılan, pekiştirilen, halkın vicdanını bulandıran, yöneticilerin kafasını karıştıran ve milletlerin yıkımını sağlayan yasadır bu. Hristiyanlığın mahkûm ettiği, fakat kendi kutsal kitaplarını okumaktan aciz olduğu kadar doğayı ve insanı incelemeye de zahmet etmeyen cahil kilise yöneticilerinin tanrısallaştırdığı yasadır bu.

Peki, ama yasa, mülkiyet hakkını yaratırken hangi mürşidi takip etmişti? Hangi ilke yönetiyordu onu, izlediği kural neydi?

İnsanın inanası gelmez, ama bu kural eşitlikti!

Tarım; toprak zilyetliğinin temeli ve mülkiyetin de tesadüfî sebebi olmuştur. Çiftçiye emeğinin ürününü garanti etmek, aynı zamanda üretim vasıtaları da garanti edilmiyorsa faydasızdır: Zayıfı güçlünün saldırılarına karşı korumak, yağmaları ve vurgunları ortadan kaldırmak için, zilyetlerin arasına kalıcı sınır çizgileri, aşılmaz engeller koymak zorunluluğu duyuldu. Her yıl halkın nüfusça katlandığı ve çiftçilerin açgözlülüğünün arttığı görülüyordu: Tamahkârlığa, aşması mümkün olmayan sınırlar konulursa bir dur denileceğine inanıldı. Şu halde toprak, kamu güvenliği ve herkesin barış içinde maldan faydalanabilmesi için elzem olan eşitlik ihtiyacıyla taksim edilmiş oldu. Bu bölüşümün coğrafi yönden asla eşit olmadığına şüphe yok. Nitekim bir yığın hak söz konusuydu: Kimi doğaya dayandırılan, ama yanlış yorumlanan ve daha da beter biçimde tatbik edilen, veraset, bağış veya mübadele gibi haklar; kimi ise doğuştan gelen veya mevki ayrıcalıkları gibi, cehaletin ve kaba kuvvetin gayrimeşru ürünleri olan haklar, hep mutlak eşitliği engelleyen sebepler olmuşlardır. Fakat ilke yine de bozulmadan kaldı: Zilyetliğe onay veren eşitlikti, mülkiyete onay veren de eşitlik oldu.

Çiftçi her yıl ekecek tarlaya ihtiyaç duyuyordu; her yıl yeni baştan çekişip kavga ermek, evlerini, eşyalarını ve ailelerini oradan buraya taşımaktansa, herkese sabit ve dokunulmaz bir mal varlığı tahsis etmekten daha basit ve elverişli bir çare barbarlar için mümkün olabilir miydi?

Durmadan savaşa giden insanın, seferden dönüşte memleketine hizmet etti diye elindekinden avucundakinden olmaması, mal varlığını el değmemiş biçimde bulması gerekiyordu, Bu yüzden mülkiyetin salt niyetle, “nudo animo” muhafaza edilmesi ve ancak mülk sahibinin rızası ve emriyle elden çıkarılması gelenek haline geldi.

Toprak paylaşımındaki eşitliği bir kuşaktan diğerine muhafaza etmek, her ailenin ölümünde toprak dağıtımını yenilemek zorunda kalmamak gerekiyordu. Çocukların ve büyüklerin, onları mevtaya bağlayan kan bağı veya hısımlık derecesine göre atalarının mirasçıları olmaları işte bu yüzden doğal ve haklı görünmüştür. Böylece öncelikle tek bir mirastan, eşitlik ilkesine taban tabana zıt bir uygulamayla bütün çocukların mirasçısı sayılması ve yakın zamanda bizde de geçerli olan ekber evlat hakkının yürürlükten kesin bir şekilde kaldırılması ortaya çıkmıştır.

Ama bu insiyaki örgütlenmenin kaba hatlarıyla, gerçek toplumsal bilim arasında ne gibi bir ortaklık olabilir? İstatistikten, kadastrodan, siyasal iktisattan bihaber olan bu insanlar nasıl olur da bize yasama ilkeleri bırakmış olabilirler?

Modem bir hukukçu, yasanın toplumsal ihtiyaçların ifadesi, bir olgunun beyanı olduğunu söylüyor, yani yasa koyucu yasayı yapmaz beyan eder diyor. Bu tanım doğru değildir. Yasa toplumsal ihtiyaçların tatmin edildiği yöntemdir; halk yasayı oylamaz, yasa koyucu da yasayı ilan ediyor değildir: Yasayı ilim erbabı keşfeder ve formüle eder. Ama Bay Ch. Comte’un tanımına yarım cilt ayırdığı yasa, aslında sadece başlangıçta bir ihtiyacın ifadesi olabilmiş, o ihtiyacı karşılama yollarını gösterebilmiştir ve o ana kadar bundan başka bir şey de olmamıştır. Yasa koyucular, bir makine sadakatiyle, saplantılı, felsefeye düşman, lafzî anlamda kaybolmuş bir halde, iyi niyet sahibi, ama basiretten yoksun insanların afaki özlemlerini hep bilimin son sözü olarak gördüler.

Mülkiyet hakkının eski kurucuları, mutlak ve daimi mal varlığını koruma hakkının –sırf müşterek diye onlara hakkaniyetli görünen bu hakkın– mal varlığını aktarma, satma, bağışlama, kazanma ve kaybetme hakkını doğurduğunu ve sonuç itibariyle, tesis ettiklerini düşündükleri eşitliği bozmaktan başka bir şeye yaramadığını öngöremediler. Bu durumu fark edebildikleri zaman da kaale almadılar; acil ihtiyaç üstün geldi ve bu tür durumlarda hep olduğu gibi sakıncalar başlangıçta çok göze batmamış ve görmezden gelinmiştir.

Hüsnü kuruntu sahibi bu yasa koyucular, mülkiyetin salt niyetle, (nudo animo) korunduğu takdirde, kiraya vermek, kirayla tutmak, faizle borç vermek, mübadelede kar etmek, rant elde etmek, salt niyetle tahsis edilmiş araziyi harca bağlayıp sonra da yan gelip yarmak gibi hakları doğuracağını öngöremediler.

Hukuk içtihadının kurucu babaları, miras hakkı şayet doğanın servet eşitliğini korumak için başvurduğu bir yöntemden ibaret değilse, ailelerin yakın zamanda nasıl feci engellemelere maruz kalacağını ve en mukaddes ilkelerinden biri yara alan toplumun sefalet ve israf içinde kendini nasıl yok edeceğini öngöremediler.

Atalarımızın safdilliği bütün kabalığıyla en çok burada göze çarpıyor. Varis çocukların bulunmadığı durumda miras hakkını kuzenlere tanımayı bilmişler, ama miras paylaşımını iki farklı kola ayırıp dengelemek ve böylece aynı ailede aşırı zenginliği ve fakirliği engellemek için yine kuzenlerden faydalanmayı akıl edememişlerdir. Örneğin: Jacques ölürken ardında iki çocuğunu, Pierre ve jean’ı mirasçı bırakıyor: Jacques’ın malları bu ikisi arasında eşit bölüştürülür. Ama Pierre’in tek bir kızı varken, kardeşi Jean ardında altı erkek çocuk bırakıyor. Hem eşitlik hem de veraset ilkesine uymak için iki mirasın yedi eş parçaya bölünerek Pierre ve Jean’ın çocuklarına paylaştırılması gerektiği açıktır, çünkü aksi halde bir yabancı Pierre’in kızıyla evlenirse, bu izdivaçla dede Jacques’ın servetinin yarısı yabancı bir aileye intikal etmiş olur ki, bu da veraset ilkesine aykırıdır.

Yine öngöremedikleri bir başka şey de… Ama ısrar etmenin âlemi var mı? Sonuçlar oldukça net ve bütün bir hukuk sisteminin eleştirisini yapmanın sırası değil şimdi.

Kadim milletlerde mülkiyetin tarihi bizim için sadece merak ve inceleme konusudur. Olgunun hak doğurmadığı bir hukuk kaidesidir. Mülkiyet bu kaideye istisna teşkil edemez. Dolayısıyla mülkiyet hakkının evrensel olarak tanınması mülkiyet hakkını meşrulaştırmaz. İnsanlar, tıpkı meteorların sebepleri, gökcisimlerinin hareketi konusunda yanılabildikleri gibi toplumların yapısı, hukukun tabiatı, adaletin tatbiki gibi konularda da yanılabilirler. Bu eski görüşler, imanın şartları yerine konamaz. Hint kavminin dört kasta ayrılmış oluşu, Nil ve Ganj nehri kıyılarındaki toprakların eskiden kan ve mevki asaletine göre dağıtılması, Yunanlılar ve Romalıların mülkiyeti tanrıların himayesinde görmesi, sınıf çizme ve kadastro faaliyetlerinin dini törenler eşliğinde yapılması gibi olgular bizim için nasıl delil olabilir? İmtiyazın türlü biçimlere girmesi adaletsizliği mazur göstermez; iffetsiz Venüs’ün gizemlerinin nasıl karı koca arasındaki namus telakkisiyle ilgisi yoksa, mülk sahibi Jüpiter kültünün de vatandaşların eşit olmasıyla ilgisi yoktur.

İnsanoğlunun yetkisi mülkiyet hakkı lehine bir delil olarak gösterilemez, çünkü zorunlu olarak eşitlikten çıkan bu hak, kendi ilkesiyle çelişki içindedir; dinlerin mülkiyeti onaylayan kararı da hükümsüzdür, çünkü ruhbanlar ezelden beridir hükümdarın hizmetinde olmuşlar ve tanrılar daima siyasetçilerin istedikleri şekilde konuşmuşlardır. Mülkiyete atfedilen toplumsal faydalar da lehte delil sayılamaz, çünkü bu faydaların hepsi de aslen zilyetlikte eşitlik ilkesinden kaynaklanan, ama insanların mülkiyetten ayıramadıkları faydalardır.

Öyleyse mülkiyet üzerine yazılmış şu şiirin manası nedir?
“Mülkiyet hakkı insani kurumların en önemlisidir…”
“Evet, tıpkı monarşinin en şereflisi olduğu gibi.
“İnsanın yeryüzündeki gönencinin en önde gelen sebebidir”

Evet, çünkü onu bir adalet ilkesi saydılar.
“ …mülkiyet insanların hırslarının meşru ereği, varoluşlarının umudu, ailelerinin refahı, tek kelimeyle özel hayatın çatısını, şehirleri ve devleti ayakta tutan temel dayanak haline geldi.”

Bütün bunları asıl zilyetlik yaptı.
“Ebedi ilkedir o…
Mülkiyet ancak bütün olumsuzlamalar gibi ebedidir.
“ …bütün toplumsal ve siyasal kurumların ilkesi…
Zaten bu yüzden mülkiyete dayanan bütün kurumlar ve yasalar helak olacaktır.
“ …özgürlük kadar önemli bir değerdir o.”
Ancak zengin mülk sahibi için öyledir.
“Aslında üzerinde yaşanabilir toprağın işlenişi…
Toprağı işleyen arazi sahibi olmaktan çıksaydı, toprağa daha kötü mü bakacaktı?
“…emeğin garantisi ve ahlakıdır…”
Mülkiyetin olduğu yerde emek bir şart değil ayrıcalıktır.
“…adaletin uygulanması…”
Servetlerin eşitliği olmadan adalet nedir ki? Hileli tartıdaki bir dengedir olsa olsa.
“…her ahlak”
Karnı aç olan ahlak tanımaz.
“…tekmil kamu düzeni”
Tabii, mülkiyetin korunduğu düzen
“ …mülkiyet hakkına yaslanır.”
Bütün olan bitenin temel taşı, olması gerekenlerin rezalet taşı– işte mülkiyet!

Sözlerimi özetliyor ve bağlıyorum:
İhraz, sadece eşitliğe varmakla kalmaz, mülkiyeti engeller de. Çünkü her insan sırf yaşıyor olduğu için ihraz etme hakkına sahip olduğuna göre, yaşamak için de çalışıp işleyecek bir mala muhtaç olduğuna göre, diğer yandan, ihraz edenlerin sayısı ölüm ve doğum oranlarına göre sürekli değişim gösterdiğine göre; bu durumda her çalışanın talep edeceği mal miktarı ihraz edenlerin sayısına göre değişecek demektir. Demek oluyor ki ihraz daima nüfusa bağlıdır ve son olarak hukukta zilyetlik hiçbir zaman sabit olmayacağı için, fiiliyatta zilyetlik mülkiyete dönüşemez.

Demek ki her ihraz eden illa ki zilyet veya yararlanıcıdır – ve bu işlev, mülk sahipliğini dışarıda bırakır. Gelgelelim maldan yararlanan kişinin hakkı şudur. Yararlanıcı kendisine emanet edilmiş şeyden mesuldür, genel fayda ilkesine uygun bir şekilde, malı değerlendirecek ve muhafaza edecek biçimde kullanmalıdır. Faydalanıcı malı başka bir şeye dönüştürmek, değersizleştirmek, bozmak hakkına sahip değildir; kendisi malın getirisinden faydalanıyorken, malı başkasına işletecek şekilde yararlanma hakkını paylaştıramaz. Kısacası yararlanan kişi toplumun gözetimi altındadır, çalışma koşullarına ve eşitlik yasasına tabidir.

Böylece Romalıların yaptığı mülkiyet tanımı ilga olur, bu tanıma göre mülkiyet tasarruf ve keyfi tasarruf hakkı, şiddetten doğan bir ahlaksızlık, medeni kanunun tasvip ettiği en canavarca hak iddiasıdır. İnsana yararlanma hakkını toplum bahşeder ve bu hakka sürekli biçimde yalnız toplum sahiptir: Bireyler geçip gider toplum bakidir.

Bu yazının tamamı yazarın ''Mülkiyet Nedir'' isimli 1840 tarihli eserinin ikinci bölümünden alınmıştır.

Bu kadar sıradan gerçekleri tartışırken ne büyük bir hoşnutsuzluk duyduğumu anlatamam. Bugün hala şüphe edilen şeyler olabilir mi bunlar? Onları zafere ulaştırmak için yeniden silahlanmak mı gerekiyor? Salt kaba güç, akla başvurmadan bu gerçekleri yasalarımıza sokabilecek midir?

İhraz hakkı herkes için eşittir.

İhraz iradeye göre değil, mekânın ve nüfusun değişken şartlarına göre belirlendiğinden, mülkiyet var olamaz.

İşte bu, hiçbir yasa kitabında geçmeyen, hiçbir anayasanın kabul etmediği şey! Medeni hukukun ve devletler hukukunun reddettikleri aksiyomlardır bunlar!

Fakat bir başka sistemin yandaşlarının nidaları geliyor kulağıma: “Emek! Mülkiyetin temeli emektir!” diyorlar.
Sakın kanma ey okuyucu! Mülkiyetin bu yeni temeli ilkinden de beterdir ve şimdiye kadar ele aldıklarımızdan daha açık şeyleri ispatlamak, daha haksız iddiaları çürütmek zorunda kalacağım için affınıza sığınacağım.

Tags: , ,

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.