Kamu Bizim Tam Olarak Neyimiz Oluyor?
Sürekli Söyleşi | canakci | Ekim 25, 2017 at 12:31 pm– Hiçbir şeyimiz hem de her şeyimiz! Aslında hiçbir şeyimiz olmadığı halde sırtımızda oturarak üzerimizde saltanat kuran ve sureti haktan görünüp, bize hükmetme amacındaki mafyöz bir yapıdır kamu. Kendini böyle tanımlaması ise ancak son yüz yıl içinde olan bir şey. Eskiye dayanmıyor.
– Bilakis bu sözcük Türkçe’de en az bin yıldır var. Taa bin yıl önceki Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’inde bu sözcüğün asıl anlamı “her, bütün, herkes’tir”. Hâlâ da öyledir eskisi gibi “sen, ben, o, hepimiz”dir yani. Ama 1935’den sonra zamanın modası “nasyonalizm” devletçiliğinin bize de musallat olmasıyla bu kavram sapıtmış. Önceleri “dilde arılaşma hamlesiyle grekçe kökenli sözcüklerin atılması gibi girişimler sırasında mesela “demokrasi” sözcüğünün de yerine “”kamuculuk = demokrasi”” ikame edilmesi isteniyor. Tabii bu tutmuyor, ama bunu önerenlerin esas maksadını da iyice ortaya çıkarıyor. Olay tıpkı G. Orwell’in ‘Hayvan Çiftliği’ hikâyesindeki “herkes eşittir” ifadesinin domuzlar için “bazıları daha da eşittir” haline dönüştürülmesindeki gibi… Aslında ‘tüm, herkes’ demek olan ‘kamu’dan herkesi güden bir düzen ortaya çıkartıp “bazılarını daha eşit” hale getirmeyi amaçlayan ‘devlet’ i ortaya çıkartmaktır. En eskiden beri var olan ‘devlet’ sözcüğünü ‘kamu’ ile değiştirip “devlet = sen, ben, o, herkestir, kamu biziz” kandırması yapmaktan ibarettir.
– Hakikaten! Kamu kesimi: (devlet eliyle yürütülen ekonomik işler), kamu personeli: (devlet hizmetinde çalışanlar). Kamulaştırma: Devletleştirme yani bir mal zoralım(müsadere) ile sahibinin elinden alınınca kamulaşmış oluyor. Kamu Mülkü; devlet malı yani mülkiyeti millete geçmiş her türlü emvaldir. Millet deyince de zaten aslında İktidar sahiplerini kastetmiş oluyoruz. Halkı değil sadece onları…
– ‘Amme menfaati’ ya da ‘kamu yararı’ denildiğinde “sen, ben, herkesin yararı” olarak anlamamız isteniyor. Tam Orwellyen İkiliDüşün (DoubleThink) kavramındaki gibi, iki zıt fikri aynı anda taşıma ve her ikisine de körü körüne bağlanma halini ifade etmektedir. Oysa, bu temelde gerçekten çok saçma. Çünkü bireylerin tek irade altında temsil edilemeyecek kadar, çok farklı, görüş ve menfaatleri bulunur. Örneğin KİT(Kamu İktisadi Teşekkülü) deyince aklınıza ne geliyor. Herkesin, yani hepimizin şirketi mi? Eğer sizin paranızla kurulmuş bir şirketiniz varsa bunun size para da kazandırması gerekir değil mi? Eh bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak yüz binlerce şirketin kurucu ortağı ve hissedarı olduğunuzu biliyor musunuz? İşiniz iş olmalı, paraya para dememelisiniz. Oysa size hiç bilanço açıkladılar mı, genel kuruluna çağırdılar mı, yönetici seçilirken oy kullandınız mı? Neden hiçbiri özel şirketlerle rekabet edemiyor? Neden size hissedar olarak bir getirisi yok?
Daha da kötüsü siz bu kamu şirketlerinin esas, sahibi, hissedarı olduğunuz halde ürettiği malları niye emsal dünya fiyatlarının(kar amaçlı özel sermayeli şirketlerin fiyatlarının) 5-10 katına satın alıyorsunuz? Almak zorunda olduğunuzdan mı? Tabii. Peki, kendi sahibi olduğunuz şirket size doğalgazı 15 sentten alıp 125 sente, elektriği dünya fiyatlarının 3-5 katına, telefonun kontörünü 12 katına satıyorsa, seyretmediğiniz kamu televizyon kanalları için sizden her yıl zorla 1,5 milyar dolar alıyorlarsa, ilacı size zorla 5 katına satıyorlarsa eğer… Bir örnek vereyim, meselâ dedelerimizin dişinden tırnağından arttırarak ödediği kendi öz milli PTT’miz (2000 yılı öncesinde) bizi neden ayni iki nokta arasında telefonla Amerikan özel firması AT&T fiyatlarının görüştürdüğünün tam 21 katı bedelle görüştürüyordu ki?. Kamu tekelinin bana ne faydası var? Siz kamu musunuz? Eğer bu işlerden kar ediyorsanız, kamu’sunuz; etmiyorsanız değilsiniz.
Kamusal her şey genellikle Deli Dumrul’un yaptırttığı (ve geçenden 5 geçmeyenden ise 15 akçeyi döve döve aldığı) köprü gibi vatandaşın bedel ödemesi gereken şeyler. Adolf Hitler’in ‘Kavgam’ kitabındaki ‘yaşam alanı (lebensraum) yaratma’ kavgasını akla getiriyor. Her yeri kamusal ilan edenlerden kurtulup, kendine yaşama alanı yaratabilmek için vatandaş, kamu (devletliler) ile savaş mı yapacak?
Eğer tüm bunlardan bir çıkarınız varsa eğer, siz o zaman kamu’sunuz. Benim çıkarım yok, ben kamu değilim. Kamusal alan asla benim alanım değil. Türkçedeki “kamusal alan” sözcüğü asla İngilizcedeki “Public Sphere” değildir… Çünkü bizde zaten “kamu=public” değil state (devlet) demek ve asla YÖK Başkanı’nın dediği “polisin kimlik sorduğu alan” da değildir. Çünkü polis eğer destursuz istediği yere girip kimlik sorabiliyorsa o zaman bana hiçbir özel alan kalmıyor ki?
– Kamusal alan denilince benim aklıma bomboş bir otoyol geliyor. Tüm girişleri polisler tarafından tutulmuş, vatandaşın girmesine izin yok. Çıldırtacak kadar uzun bir süre beklendikten sonra bir lüks arabalardan oluşan bir konvoy geliyor. Devletli/kamusallar boş yoldan hızla geçiyorlar. Epey bir süre sonra polisler vatandaşın da yolu kullanmasına izin veriyor. Polisler de devletlilerin, tüm yollar da, köprüler de onların… Kamusal alan; işte böyle az sayıda kişinin müsrif ego ve kaprislerine hitap eden; vatandaşı/bireyi ezen ve yok sayan bir alan. Kamusallar da sürekli bu alanı vatandaş aleyhine genişletmeye, hatta mümkünse hiçbir alan bırakmamaya çalışanlardan oluşuyor.
– Onlar; evlerimize kadar girer, ailemizi bize karşı kışkırtır, ne yediğimize ne giydiğimize, cinsel tercihlerimize karışır, bizi patronumuza patronumuzu bize düşman eder. Tapulu mülkümüzün, cebimizdeki ve bankadaki paramızın esas sahibi onlar olmak isterler. İşimizi nasıl yöneteceğimize onlar kumanda eder, izin verirlerse (ruhsat) çalışacak yoksa çalışamayacağız! Zarar bizim, emeğimizin alın terimizin payı olan kârımızın aslan payı ise daima onların olur. Medyada ne okuyup izleyeceğimizi onlar belirler. Uygun görmediği, gizlemek istediği bilgiyi yasaklar, o bilgilere ulaşamaz oluruz. Çocuklarımıza, küçük yaştan itibaren (değerler eğitimi adı altında) okullarında istedikleri yönde koşullandırma yapabilirler. Eğer, bu koşullandırmaya direnirseniz, sizi çocuklarınızla birlikte ayıklar ve toplum dışı ilan eder.
– Mademki ‘Kamu’ deyince aklımıza ‘Devlet’; devlet deyince de onun yasama yürütme ve yargı erklerinin ve mahalli idarelerinin hâkim olduğu bir yapı aklımıza geliyor, o zaman bu pek de yeni bir kavram olamaz. Kâlübelâdan beridir her ülkede insanların başında bir hükümet var zaten öyle değil mi?
– Pek sayılmaz. Şu dünyada insan suretinde yaşamaya başlamamızın tarihi en az 3,5 milyon yıl. Oysa yerleşik tarım ve hayvancılığa geçmemiz ile dinler ve bazı insanlar tarafından hükmedilmeye başlamamız 3.500 tane bin yıllık insanlık tarihinin ancak son 20 bin yılı içinde olmuş. Yani insan ömrü cinsinden düşünürsek hayatımızın son bir saati gibi de denilebilir. Doğal halimizin kandırma korkutma kışkırtma, cebir ve şiddetle köleleştirilmiş bir yaşam sürmek olmadığı aşikâr. Ondan önceki milyonlarca yıllarımızı avcı toplayıcı olarak birbiriyle sürekli yardımlaşan “özgür” kişiler olarak geçirmişiz. Başımızda bir hükümdar yok. Şimdiki devlete kulluk kölelik durumumuzu da yerleşik düzene geçmemiz sırasında ortaya çıkan ve bu güne kadar da bir türlü şifası bulunamayan geçici bir zafiyet olarak düşünüyorum. İnsanoğlu uğraşmış didinmiş kendisini zora sokan her şeyin sonunda bir çaresini bulmuş. Hayat kalitesini çok olumsuz etkileyen bu kulluk kölelik durumundan da kurtulmanın bir çaresini bulacaktır önünde sonunda.
– Doğru. Siyasal toplumdan önce var olduğu kabul edilen doğa durumunda özgür, eşit bir şekilde yaşamını sürdüren insanların bu dönemde “”sahip oldukları hayat, özgürlük ve mülkiyet haklarını güvence altına almak amacıyla”” devleti kurdukları önermesi var, ama bu asla bir gerçeği yansıtmıyor. Tam tersinedir. Daha doğrusu aslında devletin reel işlevi bireyin bu ihtiyaçlarının tam tersine hizmet etmektedir. Kuruluşunun kökeni de haydutluğa ve vahşete dayanır.
Dünyanın ilk ve yalnızlık içinde geçen çağlarında avcı toplayıcılıktan henüz yerleşik hayata geçen insanların başlıca uğraşları sürülere çobanlık etmekten ibaret iken, bir eşkıya grubunun, bir memleketi istila edip haraca bağlaması işten bile değildi. İktidarlarını böylece kurduktan sonra çetenin reisi, haydut adını kral unvanı içinde kaybettirmenin yolunu bulurdu. Dünya üzerinde bugüne kadar var olmuş tüm siyasal toplumların, devlet ve devletlilerin kökeni işte aslında tam buradan başlar. Hepsinin aslı, kökeni budur. Haydutluk, kandırma korkutma kışkırtma, cebir ve şiddetle belirli bir coğrafyada yaşayan insanı araçlaştırarak, emeğinden ve üretiminden sürekli ve “zorla” bir pay almak.
Oysa kendi başına nihai amaç/değer olan insan kimi amaçlar için bir araç olarak görülemez. Akıl sahibi bir kişi olarak insanın değer ve saygınlığı ona karşı bir objeye davranıldığı gibi değil, subjeye davranıldığı gibi davranılmasını emreder. ‘İnsan’ denince kastedilen ‘birey’ olarak insandır, kolektif varlıklar değildir. Sınıf; devlet, toplum gibi kelimeler gerçek varlıkları işaret etmez. Göklerdeki hayalet gibi sadece kavramsal birer soyutlamadan ibarettir. Toplum kendi başına bir varlık değildir yalnızca bir grup insanın bir araya gelmesidir. Toplumun milli iradesi, şahsiyeti, fıtratı şusu busu sadece demagojik olarak uydurulmuş kavramlar. Hayatın doğasına uygun değil.
– Aslında bir ‘faydalı iştirak’ terimi olan ‘BİZ’ politik hayatın gerçeklerinin üstüne ideolojik bir kamuflaj örtülmesini mümkün kılmaktadır. Eğer biz devlet isek hükümet isek (yani “hâkimiyet, milletindir” ise) o zaman “devletin bize yaptığı her şey haklıdır, hiçbir şey zalimce olamaz ve biz bunların hepsine “”kendimiz zaten gönüllüyüz” olmuş oluyor. Oysa, bu hakikatin üstünü örtmek için uydurulmuş gerçek bir sahtekârlıktan başka bir şey değil.
Mesela, eğer hükümet büyük bir iç borçlanma yapmışsa ve bu borç alacaklı gruba ödenmek üzere bir grubun vergilendirilmesi ile karşılanacak ise buradaki asıl gerçeğin üstü “biz kendi kendimize borçluyuz” şeklinde örtülebilir oluyor. Devlet, birini askere aldığında, ya da hükümete muhalefet etiği için hapse attığında “”o bunu sanki kendi kendisine yapmış”” gibi oluyor ve burada karşı çıkılması gereken bir münasebetsizlik yokmuş gibi değerlendirilebiliyor.
Bu mantığa göre mesela (halkın demokratik oylarıyla(%33.5) seçilerek iktidara gelmiş olan) Nazi hükümetinin katlettiği Yahudiler katledilmemiştir (hükümet kendileri olduğuna göre), belki kendi kendilerini öldürmüşlerdir. Hükümetin onlara yaptığı herşey onların kendi rızalarına göredir.
– Böyle bir açıklama mantıklı sayılamayacağına göre devlet (Kamu) biz değildir. Biz de kamu değiliz. Devlet, ortak sorunlarımızı çözmek üzere “”insan ailesinin bir araya gelmiş bir hali”” DEĞİLDİR! Ondan çok başka bir şeydir. Kısacası, devlet belirli sınırları olan bir coğrafyadaki ‘güç ve şiddet kullanma tekelini korumak isteyen’ bir organizasyonun (ya da pejoratif adıyla bir çete veya çeteler birliğinin) adıdır. Bir toplumda açıkça, resmen çalıştığı halde gelirini gönüllü bağış ve ödemelerden değil de sürekli olarak cebir ve şiddet yoluyla (icbarla / zorla) elde edebilen tek örgüttür.
Toplumdaki diğer tüm kişi ve kurumlar gelirlerini mal ve hizmet üreterek ve barışçı bir şekilde diğer insanlara satarak kazanmak zorunda oldukları halde devlet gelirlerini icbarla hapis ve icra tehdidiyle yani süngüsünün gücüyle toplar. Gelirlerini toplamak için güç ve şiddet kullanan devlet kendi tabiyetinde olan bireylerin diğer tüm hareketlerini (hayatlarını ve yaşam tarzlarını da) kendi isteğine göre dikte etme, denetleme düzenleme faaliyetleri içindedir. Tarih boyunca yeryüzünde var olmuş tüm devletleri gözlemlemek bu iddiayı doğrulayacaktır. Ama devletlerin ne olup ne olmadıkları ile ilgili kafa bulanıklığını yaratan hava o kadar uzun süredir var ki bunu açıklamak gerekiyor.
– Bizleri rahat yönetebilmek için; yaşamın tüm alanlarında bir taraftan insanları sürekli bölüp, bin parçaya ayırırken; diğer yandan da, kendi kanatları altında, birleşip, tek vücut olmaya zorluyor. Halk, onların gözünde sadece iki gruptan oluşur: kendisine biat edenler ve etmeyenler… Kendisine kulluk edenleri, küçük rüşvetler ve vaatlerle elde tutmaya ve sayılarını arttırmaya çalışırken, etmeyenleri ise düşman ilan eder! Onlara karşı her türlü insanlık suçunu işlemeyi kendisinde hak görür. Kamu güvenliği, onların güvenliğidir. Onlara ya da yapmak istediklerine karşı gelmeyi veya ufak da olsa direnç göstermeyi ivedilikle terör kapsamına sokar. Bu tür direnç gösterileri; terördür, halk düşmanlığıdır, vatan hainliğidir! Kolluk güçleri ve yargı; onları ve onların düzenlerini korumak için vardır. Polis de, yargı da, tüm köprü ve otoyollar da, okullar da, hastaneler de hatta vatandaşlar da gerçekte devletlilerindir. İstedikleri vatandaşı, herhangi kanıt dahi gösterme gereği duymadan, vatan haini ya da terörist ilan edebiliyorlar. Ve eğer bir kolluk gücü ya da yargı mensubu, terörist ilan ettikleri vatandaşa müdahale etmeyi reddederse; derhal onların da icabına bakılıp, imha edilmesi cihetine gidiliyor. Böylelikle yoğun bir kandırma, korkutma, kışkırtma sisteminin oluşturulmasının ardından zulüm ve haksızlıklara toplumun cümleten iştiraki de sağlanmış oluyor.
Siyaset Bilimi Profesörü Bruce Bueno de Mesquita, bir hükümdarın iktidarda kalmak için yapması gerekenleri şöyle sıralamış:
1) İktidar için dayanmak zorunda olduğu kişi sayısı olabildiğince az olmalı. 2) Hükmedilen grup olabildiğince büyük olmalı ki küçük gruptakiler dik başlılık etmeye kalktığında kolayca değiştirilebileceğini bilsin. 3) Hükmedilenlerden alınan vergi mümkün olduğunca büyük olmalı ki zenginliğiniz ve yardakçılarınızı yemleme gücünüz artsın. 4) Yardakçılarınıza dağıtacağınız pay sadakatlerini sağlamak için gereken mümkün ‘en az’ miktarda olmalı ki özgürce kendi kullanımınız için kalacak pay en fazla olsun. 5) Gelirlerinizi hükmettiklerinizin hayatını iyileştirmek için harcamayın, çünkü bu size sadece birkaç yardakçınıza ödeme yapmanızdan çok daha pahalıya gelecektir ve eğer hükmettiğiniz ahali ile onları memnun etmek üzerine bir ortak yönetim düşünürseniz iktidarı kaybetme riskiniz öbürüne göre çok daha fazla olur.
George Bernard Shaw’un şu lafını bilirsiniz “”Paul’un maaşını ödemek için Peter’i soyan bir hükümet, Paul’un desteğini her zaman arkasında hissedecektir”” İster kocaman bir devletin başında olun, ister küçük bir cemiyetin/cemaatin sanırım hükmetme ve iktidarda kalmanın prensipleri özde aynı. Sisteminizin daha otoriter veya demokratik oluşuna göre kuşkusuz beslemeniz gereken Paul’lerin ve soymanız gereken Peter’lerin kalitesi ve birbirine oranı ile Peter’den alınması gereken yönetim rantlarının üretilen toplam katma değer içindeki payı değişiyor. İşin kandırma, korkutma, kışkırtma ile cebir şiddet kullanma ihtiyaçları ve biçimleri değişiyor. Ama temel dinamikler hepsinde özde ayni. Öyle değil mi?