İdeal Bir Dünya

Ütopya - Kusursuz bir dünya nasıl olmalı? | | Ekim 18, 2018 at 10:50 am

İnsanlar bazen, yoksulların içinde bulundukları durumu hak ettiklerini söylerler: Onlar yoksuldurlar; çünkü tembel ya da kötüdürler. İşte bu kadar basit! Ancak 19. yüzyılda, yazar Victor Hugo en meşhur kitabı Sefiller’de, fabrikadaki işinden atıldıktan sonra, kızına bakmak için ön dişini satmak zorunda kalan Fantine’in hikâyesini anlatır. Fantine tembel ya da kötü biri değildir. O, insanlardan çok kârı önemseyen, acımasız bir ekonominin mağdurudur. O zamanlarda insanlar, yoksulları kendi talihsizlikleri yüzünden suçlayan görüşleri sorgulamaya başlamıştır ve bazıları da, onların artık yoksul olmaya katlanmak zorunda olmamaları gerektiğini söylemiştir.

Endüstri Devrimi bazı insanları zenginleştirmiştir; ancak birçoğu, aşırı yoksulluğun içinde debelenmeyi sürdürmüştür. İnsanlar, yaşam koşullarının kasvet verici olduğu şehirlere doluşmuştur. Buralar, Fantine gibilerden geçilmemektedir. Çocuklar, fabrikaların uzun çalışma saatlerinden ötürü telef olmaktadır ve hastalık her yerdedir. Britanya’daki en yoksullar, eğer ağır koşullara dayanabilirlerse, kendilerine yiyecek ve bir yatak veren “işliklere’’ gitmektedir.


Daha önce Adam Smith ve David Ricardo ile tanışmıştık; onlar ticaretin ve rekabetin refah getireceğini söylüyordu. Para kazanmanın bütünüyle iyi bir şey olmadığını biliyorlardı: ama sonuçta onlar, kapitalizmin kalkınma demek olduğuna inanıyorlardı. Farklı bir grup düşünür ise, etrafındaki toplumdan tamamen umudu kesmişti. Onlar şehirlerdeki sefalete –bir deri bir kemik, okuma yazma bilmeyen çocuklar ve son meteliklerini üzüntülerinde boğulmak üzere içkiye yatıran işçiler– bakıyor ve kapitalizmin iflah olmayacağını düşünüyorlardı. Ancak tümden yeni bir toplum insanlığı kurtaracaktı.

Bu düşünürlerden biri, bir memur olarak yalnız ve sıkıcı bir hayat süren Fransız Charles Fourier (1772-18371 idi. Bu sıkıcı hayatıyla, ‘Dört Hareketin ve Genel Yazgıların Teorisi’ gibi garip başlıklar attığı, eksantrik yazılar kaleme alarak baş etmeye çalışmıştı. Fourier bütün Avrupa uygarlığını suçlamıştı. Ona göre, Avrupa’nın fabrikalardan ve para kazanmaktan ibaret toplumu acımasız ve insanlık dışıydı. Adam Smith’in, her bir kişinin küçük bir görevi yerine getirdiği toplu iğne fabrikasını düşünün. Burada birçok toplu iğne yapılır; ama günlerinizi bir iğnenin ucunu törpüleyerek geçirmek nasıl da sıkıcı bir şeydir! Ticari toplum, bu yetmezmiş gibi, insanları birbirine düşman da eder. Camcılar, sırf daha fazla cam satabilsinler diye, bir fırtına herkesin pencere camlarını tuzla buz etsin isterler. Ve ticari toplumda, zengin ve güçlü olanlar kendi konumlarını korumak için ellerinden gelen her şeyi yaparlar ve en sonunda yoksulları ezerler.

Fourier yeni bir toplum önerir. O bu yeni topluma, ‘ahenk sistemi’ der. “Falanster” adını verdiği küçük topluluklarda yaşayan insanlar hayal eder. Falanster içinde atölyeler, kütüphaneler, hatta bir opera binası bulunan, üçgen bir bina olacaktır. Aynı zamanda, arzularınızın peşinden sonuna kadar gidebileceğiniz bir yer de olacaktır. Fourier dostluk, tutku, yemek ve müzik sevgisi gibi bildik arzulardan bahsetmektedir. Aynı zamanda, o etkinlikten bu etkinliğe konan bir “kelebek” tutkusu ve hatta komplolar ile gizli kapaklı faaliyetlere kapılma anlamında “kabalist” tutku da vardır. Fourier’ye göre, bu tutkular hep birlikte 810 insan karakteri oluşturmaktadır.

Falanster’de tutkular titizlikle örgütlenecektir. Her gün insanlar, yerine getirmek zorunda oldukları görevlere yardımcı farklı tutkulara sahip gruplar halinde işe gidecektir. Çiçek yetiştirenlerin, çocuklara bakanların, opera sanatçılarının ayrı bir grubu olacaktır. Dahası, her kişi düzinelerce farklı grubun üyesi olabilecektir. Her gün toplu iğne başlarını törpülemekten gına gelmesi yerine, canın ne isterse onu yapabilecek ve bütün tutkularını gerçekleştirebileceksin. Peki, ama bu durumda insanlar nasıl para kazanacak? Kapitalizm koşullarında olduğu gibi ücret ödenmek yerine, insanlara Falanster’in elde ettiği kardan bir pay verilecektir.

Fourier, insanların onu çağırması ve Falansterlerini kurması için ona para vermesi umuduyla her gün evinde beklemiştir. Ama hiç kimse gelmemiştir. Yeni dünyası yalnızca, zihnindeki hayret verici bir manzara olarak kalmıştır. Fourier’nin yazdığına göre, Falansterler kurulduktan sonra, insanlar ucunda gözleri olan kuyruklar çıkaracak, altı tane ay belirecek ve denizler limonataya dönüşecekti. Vahşi hayvanlar insanlarla dostluk kuracaktı; dost canlısı “anti-kaplanlar” bizi sırtlarına alıp bir yerden bir yere taşıyacaktı. Bütün bunlar, Fourier’nin aklını kaçırdığını söyleyen insanlar için muazzam bir malzemedir kuşkusuz. Öte yandan o, ortalama ekonomistlerin pek de el atmadığı çalışma sorunlarını ele almıştır. Yatacak yerimiz ve yiyecek ekmeğimiz olduktan sonra, kişiliğimizin her yönüne hitap eden bir işi nasıl bulabiliriz? Belki de bugün artık, okulların benimsediği, öğrencilere becerileri ve ilgi alanları doğrultusunda meslekler seçme konusunda yardımcı olan kariyer danışmanları, bu soruya yanıt bulma yönünde bir çabadır.

Fourier gibi, Galli Robert Owen da (1771-1858) insanlığın kurtuluşunun yeni toplulukların yaratılmasına bağlı olduğunu düşünüyordu. Gerçi, Owen’ın çok farklı bir adam olması da beklenemezdi. O, Britanya’nın genç endüstriyel ekonomisinde kendisine yer bulmuş, şanslı biriydi; pamuklu kumaş fabrikalarında, makinelerini yeni icat edilmiş buhar gücüyle çalıştırıyordu. Çıraklıktan gelerek meşhur bir sanayici olmuş ve fabrika işçilerinden düklere kadar herkesle iş ilişkisi kurmuştu. Bu kadar çeşitli insanı bir araya getirdiği için kendisiyle gurur duyuyordu. Bu, A New View of Society [Topluma Yeni Bir Bakış] adlı deneme kitabı için ona ilham kaynağı olmuştu. Owen, insanların karakterlerinin çevrelerinin ürünü olduğuna inanıyordu. İnsanlar kötüydü; çünkü kötü koşullardan geliyorlardı. Eğer iyi bir toplum istiyorsanız, doğru koşulları yaratmak zorundaydınız. İnsanların birbirinin boğazına sarıldığı, kapitalizmin rekabet koşullarından uzak bir çevrede, yoksullar iyi ve mutlu insanlar olurlardı. İşte bu mükemmel ortamı yaratmak için Owen’ın bir planı vardı.

Owen’ın, büyük şehirlerdeki tehlikeli ve pis fabrikalara bir alternatif yaratma deneyimi olacak bir “model” köy kurmaya yetecek parası vardı. Bunu, İskoçya’daki New Lanark’ta satın aldığı bir dokuma fabrikasında hayata geçirmişti. Owen, bunun gibi yerlerle dolu bir dünya hayal etmişti. Sonuçta, böyle bir şey olmamıştı; ancak yine de Owen, o zaman için takdire şayan şeyler yapmıştı ve bir sürü önemli şahsiyet onun küçük cemaatini görmeye gelmişti. Owen çocuklar için bir okul, İngiltere’deki en eski okullardan birini açmış ve bu okula Institute for the Formation of Character (Karakter Oluşturma Enstitüsü) adını vermişti. Çalışma saatlerini kısaltmış ve işçilerini, gerek bedenlerini gerek evlerini temiz tutma ve çok fazla içmeme konusunda teşvik etmişti. İyi çalışma alışkanlıklarını desteklemek için, Owen her işçinin önüne bir “sessiz monitör” asmıştı; kenarları farklı renklere boyanmış tahta bir küptü bu. Her bir renk işçinin durumunu gösteriyordu; beyaz ‘mükemmel’, sarı ‘iyi’, mavi ‘idare eder’, siyah ‘kötü’ anlamına geliyordu. Bir gözetmen küpü işçinin o günkü durumuna göre döndürüyordu ve her işçinin renkleri bir “karakter kitabı”na kaydediliyordu. Bir işçi tembellik ediyorsa, gözetmen o işçiye bağırmak yerine küpünü siyaha döndürüyordu sadece. İlk başlarda çoğu küp siyah ve mavi renkleri gösteriyordu. Zaman geçtikçe siyahlar azalırken, sarı ve beyazlar artmıştı.

Owen daha sonra, Indiana’daki New Harmony’de bir topluluk kuracaktı. Çiftliklerden, işliklerden ve okullardan oluşan bir kasaba şeklinde tasarlanan ve Owen’ın kapitalizme bütünlüklü bir alternatif olacağına inandığı bu topluluk, New Lanark’takinden çok daha iddialıydı. İyi bir hayata inanan bilim insanları, öğretmenler ve sanatçılar (ve az sayıda da olsa serseriler ile tuhaf tipler) Amerika’nın ve- Avrupa’nın her yerinden buraya akın etmişti. Ne yazık ki, yazı yazmada ve düşünmede iyi olsalar da, oraya giden yazarlar kuyu kazmada ve odun kesmede o kadar iyi değildiler. Serserilerin zaten çalışmak gibi bir niyeti yoktu. Çok geçmeden insanlar didişmeye başlamıştı ve nitekim deneyim başarısızlığa uğrayacaktı. Yaşlı bir adam olan Owen da, Viktoryen bir çılgınlık olan, ölülerle iletişim kurma gayreti içindeki “spiritüalizm”e dönecekti. William Shakespeare ve Wellington Dükü ile konuşmalar yaptığını anlatıyor ve yeni toplumun, geçmişteki büyük insanların ruhlarının yardımıyla meydana geleceğini düşünüyordu. Owen ve Fourier gibi adamlar, son tahlilde, bunu tam olarak nasıl yapacaklarını bilmiyor olsalar da, insanların içinde bulunduğu, yalnızca maddi değil manevi koşulu da yükseltecek bir ekonominin yaratılmasını umuyorlardı.

Henri de Saint-Simon adlı hırslı bir Fransız aristokrat, bu arzuları özel bir yoğunlukta hissediyordu. Saint-Simon’un (1760-1825) genç yaşından beri büyük tutkuları vardı ve kendisinin yeniden dünyaya gelmiş Sokrates olduğuna inanıyordu. Çocukken her sabah hizmetçisinin şu seslenişiyle uyanıyordu: “Kalkınız, Mösyö le Comte, bugün yapacağınız büyük işler var!” İlk eseri “insanlığa” sesleniyordu. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na katılmış ve Fransız Devrimi sırasında bir sene hapis yatmıştı. Tahliyesinin ardından kilise arazisi satın alarak zengin olmuş; ancak birkaç yıl içinde bütün servetini harcayıp bitirmişti. Ardından, fikirlerinin itibar görmeyişi karşısında yaşadığı derin hayal kırıklığıyla intihara teşebbüs etmişti.
Saint-Simon, toplumun prensler ve soylular değil, yetenekli insanlar tarafından yönetilmesi gerektiği görüşündeydi. Herkes diğer insanların gelişmesi ve zenginleşmesi için elinden gelen her şeyi yapmalıydı. İnsanlar arasında farklılıklar olacaktı; ancak bunlar doğuştan gelen farklılıklar değil, yetenekler bakımından farklılıklardı. İnsanlar birbirini sömürmeyecekti anık. Aksine toplumu zenginleştirmek için bilimsel ilkeleri kullanarak, birlikte doğayı işleyeceklerdi. En tepede, ekonomiyi tek bir ulusal işletme olarak yönetecek bilim insanları ve sanayiciler olacaktı. Onların altında, işçiler işbirliği ruhuyla bir arada çalışacaktı. Devlet insani ve yoksulluktan uzak bir endüstriyel toplum yaratacaktı.

Hayatının sonlarına doğru Saint-Simon, görüşlerini endüstriyel çağın bir dinine uygulayan The New Christianity [Yeni Hıristiyanlık] kitabını yayımlamıştı. Ölümünden sonra takipçileri kiliseler kurmuştu. Hepsi beyaz pantolon, kırmızı gömlek ve mavi ceket giyiyordu; beyaz ‘sevgi’, kırmızı ’emek’ ve mavi de ‘inanç’ içindi. Bu cemaat, insanların birbirine bağlılığını simgelesin diye, ancak diğer bir kişinin yardımıyla giyilebilen bir yelek tasarlamıştı. Tahmin edileceği gibi, meraklı Parisliler ağızları bir karış açık seyretmek için bu Saint-Simoncu inziva yerlerini ziyaret ediyorlardı.

Fourier, Owen ve Saint-Simon, piyasaların ve rekabetin iyi bir topluma giden yol olmadığı fikrindeydi. Bu yüzden onlar bazen, bir sonraki yüzyılda bazı ülkeler tarafından denenmiş kapitalizme bir alternatif olarak, sosyalizmin mucitleri olarak düşünülmüşlerdir. Sosyalizmde bireyler, kaynakların özel mülkiyetine sahip olamazlar. Tersine, herkesin birbirine benzer bir hayat standardı olsun diye kaynaklar insanlar arasında bölüştürülür. Aslında bu düşünürler, bugün sosyalizmin bir parçası olarak düşündüğümüz fikirlerden çok, karmakarışık görüşlere sahiptiler. Örneğin bazılarına göre, insanlar arasında büyük farklılıklara yol açmadığı sürece özel mülkiyetin hiçbir sakıncası yoktu.

Ancak onların hepsi de, insanların aklına ve iyi niyetine dayanarak mükemmel bir dünya –bir “ütopya”- yaratılabileceğine inanıyordu. Onlar devrime ve fakir ile zengin arasındaki kavgaya karşıydı. Onların barışçıl değişim umutları 19. yüzyıl ortalarında bütün Avrupa’yı kasıp kavuran devrimlerle yerle bir olacaktı. Bununla da kalmayacak, onların projeleri, kapitalizmin tarihteki en meşhur eleştirmeni olan Karl Marx’ın devrimci yazılarının ardından, saflık olarak görülecekti. Her ne kadar Marx’ı etkilemiş olsalar da, Fourier, Owen ve Saint-Simon, yeni dünyaları düşünen ancak onları nasıl elde edeceklerini bilmeyen hayalperestlerdi Marx’a göre. Daha iyi bir dünya, insanların iyi niyetine güvenilerek gerçekleştirilemezdi. İşçiler ile patronları arasındaki o kavga kadar şiddetli bir hal alacaktı ki, kapitalizm muhteşem bir devrimle yıkılıp gidecekti. Yeni toplum ahenkle değil, büyük bir karmaşa ve altüst oluşlar içinde ortaya çıkacaktı.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.