En Çok İnanılan Üç Ekonomi Safsatası
Para, Devletler ve Biz | canakci | Aralık 20, 2018 at 12:16 pmEkonomiyle ilgili medya ve kamuoyundaki en yaygın mantık hatalarını giderebilmek üzere ne kadar yoğun uğraş verilse yeridir. Bu hatalarla ekonomi folklorunda ve ekonomik konularla ilgili konuşmalar yapılan her yerde karşılaşmaktayız. Burada size en belirgin olanlarını uzun bir liste halinde sıralamaktansa sadece iktisat ve ekonomik gelişmeyle ilgili en geniş kabul gören ancak etkisi tahripkâr olan üç yanlış inancı açıklamak istiyorum.
Ekonominin Sıfır Toplamlı Bir Oyun Olduğu Yanılgısı
Pazar aktivitelerinin özelikle alışveriş piyasalarının sıfır toplamlı olduğu yanılgısı iktisat yanılgılarının en başta gelenidir. Sıfır toplamlı oyunda oyunun oynanmasının toplamdaki kazancı sıfırdır. Örneğin poker oynayan 5 kişi 500 dolar kazanılacak oyuna 100’er dolarlarıyla girerler. Hepsi toplandığında sonuç sıfırdır. Eğer ben oyun sonunda 200 dolarla ayrılmışsam, katılan tüm diğerlerinin cebindeki toplam para 300 dolar olur. Sıfır toplamlı bir oyunda birinin kazancı diğerinin (ya da diğerlerinin) kaybı anlamına gelir.
Piyasalarla ilgili bu yanlış algıyı pek çok farklı şekilde görürüz. Örneğin en genel haliyle zenginlerin zenginliğindeki artışın diğerlerinin fakirleşmesinin bir sonucu olduğu fikri bu sıfır toplamlı düşünce türüne girer. Belirli bir ülkedeki zenginler ve fakirler üzerine konuşulurken olduğu gibi zengin ülkelerle daha fakirleri arasındaki ilişkiler üzerine düşünürken de bu yanılgı hâkimdir. Batı dünyasının zenginliğinin diğer ülkelerden (genellikle sömürgecilik vasıtasıyla) kaynak veya emek gücü aktarılması sayesinde gerçekleştiği görüşü örneğin oldukça yaygındır. Sıfır toplamlı düşünce ile burada: zımnen dünyada sabit miktarda bir kaynak olduğu ve Batı’nın bunu dünyanın geri kalanından “aldığı” kabulü söz konusudur. Benzer şekilde belirli bir ülkedeki bireyler ya da hanelerin diğerlerinden “almak” suretiyle zenginleştikleri inancı söz konusudur.
Buradaki temel yanılgı ortada sabit büyüklükte bir servet pastasının bulunduğu ve piyasa aktivitesinin bunu bireyler, haneler, ya da uluslar arasında paylaştırmasından ibaret olduğu kabulüdür. Bu görüş servetin gerçekte üretim ve takas sayesinde yaratıldığı gerçeğini görmezden gelir. Oysa ekonomiyi kavramanın en temel içgörülerinden birisi takasın servet üretme gücünün olduğu ve o yüzden karşılıklı olarak her iki tarafa da yarar sağladığıdır.
Starbucks bana kahve sattığında kahve yerine iki doları almayı tercih etmekte, ben ise kahveye karşılık iki dolarımı vermeyi tercih etmekteyim. Bu takas ikimizin de daha fazla değer verdiği için daha tercih ettiği şeyi almasını sağladığı için sonuçta ikimizi de zenginleştirmiştir aslında. Üstelik bu durum yeni hiçbir kaynak üretilmesi söz konusu olmadığı halde gerçekleşmiştir.
Üretimi dikkate aldığımızda sıfır toplam bakışının zayıflığı daha da bariz biçimde ortaya çıkar. Starbucks örneğini bir adım ileri götürerek ve en baştaki kahve yapıp satma düşünelim. Starbucks’ın ya da herhangi başarılı işin sahipleri başkalarından “aldıkları” için zengin olmamışlardır. Yukarıda söylediğim gibi, Starbucks’ın kahve yapıp satma fikri ve bizim onu almak için dolarlarımızdan vazgeçmemiz her ikimizi de önceden olduğumuzdan daha iyi yapmıştır. Onların maddi kazançları ve bizim de istediğimiz bir ürüne kavuşabilmemiz ile dengelenir. Başarılı girişimlerin insanları işe alması ve girişimin finansörlerine de getiri sağlamasıyla ilgili mekanizmalarını düşündüğümüzde bunun başkalarına bir maliyetinin olmadığını ve üstelik çalışmasıyla başkalarına da yarar sağladığını görürüz.
Piyasalar bütün bu mekanizmalarıyla tüm taraflara başta gelirken getirdiğinden daha fazlasıyla ayrılma fırsatı verirler.
Bu argüman takas yapan tarafların nerede yaşadıklarından da bağımsızdır. Böylece zengin ülkelerin bireyleri fakir ülkelerin bireyleriyle alışveriş yaptıklarında bu alışveriş aslında her iki tarafa da yarar sağlamış olur. Yani zengin ülkelerdeki insanlar zengin olurlarken servetlerini fakir ülkelerdekilerden kazanmamaktadırlar. Her iki taraf da kazançlıdır. Ama, şüphesiz uluslararası ilişkiler tarihi sadece ticaretten ibaret değildir. Emperyalizm ve diğer güç ilişkileri de söz konusudur ve önemlidir. Yine de, uzun vadede ticareti mümkün kılan yurtiçi ve yurtdışı müesseselerin benimsenmesi zengin ulusların kazançlarının kaynağını diğer alternatif açıklamalara göre çok daha iyi biçimde göstermektedir.
Düzenin Bir Tasarım Gerektirdiği Yanılgısı
İkinci bir önemli yanılgı da ekonomilerin birileri ya da bir grup tarafından tasarlanması ve/veya kontrol edilmesi gerektiği inancıdır. Bu inanç genellikle işin karmaşıklığına dayalı bir argümanla bağlantılıdır. Bu argümana göre, sadece çok basit bir ekonomi kendi dinamiklerine bırakılabilir, bugünkü dünyanın çoğundaki karmaşık ileri ekonomiler düzgün şekilde işleyebilmek için insanların denetim ve gözetimine ihtiyaç duyarlar.
Bu safsatanın temelindeki yanılgı kendiliğinden ve doğal olarak (hiç tasarımlanmamış) bir düzenin mümkün olabileceği fikrinin yok sayılmasından kaynaklanır. Oysa aslında son 250 yıl boyunca ekonomik düşüncenin ana çizgisi hangi iyi sosyal kurumların özsaygılı bireyleri daha önceden kurgulanmamış yöntemlerle yardımlaşma ve eşgüdüme yönlendirdiğini anlamaya çalışmak üzerinedir. Bu fikir Adam Smith’in insanları daha önce hiç kimsenin planlamamış olduğu faydaları yaratacak biçimde yönlendiren bir “”görünmez el”” hakkındaki metaforunun özünde yatmaktadır. Ondan bir yüzyıl sonra da Carl Menger’in çalışmasında hiç kimsenin daha önceden var olmasını arzulamadığı halde bazı kurumların kendiliğinden ortaya çıkmasının nasıl mümkün olabildiğini sorgulaması da bu tam konuyla ilgilidir. 20nci yüzyılda ise F. A. Hayek piyasaların eşgüdüm ve düzen getirmede açıkça konuşulmamış ve dağınık bilgileri daha iyi şekilde kullanarak başka herhangi bir sistemle olabileceğinden daha yararlı sonuçlara ulaşabildiğini açıklayarak bu düşünceyi bir adım daha ileriye taşıdı.
“Kendiliğinden Düzen” kavramına ilişkin tüm bu sesletimler aslında en yararlı norm, kurum ve uygulamalarımızın insan tasarımlarının değil insan eylemlerinin birer ürünü olduğu iddiasını taşımaktadır. Karla kaplı kampüsteki bir kavşak yerini düşünün. Taze karın üstüne birileri ilk olarak basarak kendine bir güzergâh tayin edecek, daha sonra başkaları onun ayak izlerine bakarak daha kolay olan ayni yolu izleyecektir. Böylece karın üzerinde insanların ulaşmak isteyecekleri istikametler doğrultusunda yürüne yürüne yavaş yavaş birkaç çapraz yol ortaya çıkar. Şimdi bu yolları aslında hiç kimse tasarlamış değildir. Hiç kimse belirli yerlere ulaşmak için hangi yöne gitmeleri gerektiğine dair yönlendirme levhaları asmış değildir. Ortaya çıkan yollar insanların eylemlerinden kaynaklıdır ama hiç kimsenin tasarımı değildir.
Bu tür kendiliğinden düzenleyici süreçleri doğadaki Darwinci evrimden tanıyoruz. Doğal seçilimle yürüyen tüm evrim teorisini kendiliğinden gelişen ve ortaya çıkan düzenler olarak görebiliriz. Doğada hiçbir tasarımcı yok, sadece hayatta kalma ve üreme şanslarını etkileyen küçük farklılıklar var. Bunların aktarılması canlıların çevreye daha iyi şekilde uyumunu sağlayacak değişiklikleri getiriyor. Düzen tamamen tasarımcısız olarak ortaya çıkıyor. Darwin’in de rekabetçilik ve evrimle ilgili pek çok fikrinde Adam Smith ve David Ricardo gibi sosyal düşünürlerden ilham aldığını unutmayalım.
Sorun şurada ki doğayla ilgili bu fikri kavrayıp benimseyen pek çok kişi bunun sosyal sistemlerde nasıl ayni biçimde işlediğini görememektedir. Aslında doğadaki kendiliğinden düzeni destekleyen tüm argümanlar toplum için de aynen geçerlidir. Doğa’nın kendi başına göz gibi aşırı karmaşık bir şeyi üretmiş olamayacağı itirazına karşılık nasıl bunun yararlı küçük değişikliklerin zararlıları elediği çok uzun bir süreç sonunda gerçekleşmiş olduğu açıklaması geçerliyse piyasa ekonomisi için de bu durum aynen geçerlidir. Evrim böyle çalışır. Ama insanoğlunun kazanılmış kültürel uyum değişikliklerini aktarmadaki hızı sayesinde pazar ekonomilerinde evrim biyolojik değişikliklere göre çok daha hızlı gerçekleşir.
Piyasadaki fiyatlar ve karlılık işaretleri üreticilere başkaları için değer üretip üretemedikleri bilgisini geri aktarır. Gerçekten rekabetçi bir piyasada kârlar tüketicilerin o malın değerini üretim girdilerine göre daha değerli bulduklarını gösterir. Eğer ürettiğiniz yenmeye hazır pizza karlı ise tüketici için onun değerinin içine katılan un, maya, peynir, sos, biber vb katkıların toplamından çok daha fazla olması gerekir. Aksine üreticinin katma değeri negatif olduğunda firma zarara uğrar ve batar.
Bu süreç ve ekonomik düzeni ortaya çıkartan daha genel manzara eğer oyunun tüm kurumsal kuralları doğru değilse çalışamaz. Rekabet çevresinin doğal olarak sağlandığı biyolojik evrimdekinden farklı olarak sosyal rekabette çevre herhangi toplumun belirlediği bir dizi kurum ve kurallar tarafından belirlenir. Bu kurallar eğer özel mülkiyeti tanımlıyor ve koruyorsa, hukukun üstünlüğüne saygılı ise, sözleşmeler geçerli kılınıyorsa, para güvenilirliği garanti edilmişse, oradaki rekabet tutarlılık ve sosyal ilerleme üretir. Tam aksine, eğer yasalar yanlışsa, yani mesela kârlar (yüksek vergiyle) cezalandırılıyor, zararlar sübvansiyonla destekleniyorsa, o zaman şirketlerin rekabetçi davranışları kendiliğinden bir sosyal düzen ve yardımlaşma yaratamaz hale geliri. Kötü yasalar ve kurumların geçerli olduğu bir düzende piyasa işaretleri değer üretici davranışları mükâfatlandırmaz, özsaygılı davranışların kendiliğinden bir sosyal düzen ortaya çıkarttığı mekanizma bozulur ve çalışmaz hale gelir.
Doğru kurumsal düzen içinde fiyatlar ve kârların sağladığı şey —çoğu zaman kelimeler ve sayılarla ifade edemeyeceğimiz— bilgi kırıntılarını bizim alma ve satma davranışlarımız üzerinden toplumun geri kalanına aktarmasıdır. Bu fiyatlar ve kârlar biz alma ve satma kararları verdikçe kendi kendine kayan ve değişen karmaşık bir iletişim sistemi oluşturur. Değişen fiyat ve kârlar satıcılara davranışlarını ayarlamaları için gerekli olan bilgi ve teşvikleri sağlarlar. Buna uygun hareket edenler başarılı olur, uyum sağlayamayanlar kaybeder.
Hükümetlerin, piyasa sonuçlarını düzenlemeye kalkıştıklarında, siyasal eylemleriyle piyasanın merkezi olmayan iletişim ağının işlediği tüm bilgiyi yakalaması ve en iyi hareket tarzının ne olacağını belirlemesi tamamen imkânsızdır. Kendi sınırlı görüş alanlarımızla piyasaya aktardığımız sinyaller tasarımcının asla uyum sağlayıp öngöremeyeceği bir ekonomik karmaşıklık yaratır. Karmaşık çağdaş ekonomiler tasarımcı gerektirmez. Aslında öngörüleriyle tasarıma kalkışanlar üretici ve tüketicilerin seçimleri dolayısıyla ortaya çıkan piyasa sinyallerinin ışığından yoksun oldukları için tökezlemeye ve işleri olduğundan çok daha kötü hale getirmeye mahkûmdurlar.
Tüketimin Gelişmenin Anahtarı Olduğu Yanılgısı
Ele alacağımız son yanılgı tüketimin ekonomik gelişmenin kaynağı olduğuna dair inanç. Bu görüş genel vatandaş kitlesinde olduğu kadar ekonomi gazetecileri ve siyasetçilerde de yaygın halde bulunuyor.
Bir ekonomi durgunluğa girdiği ve yeniden toparlanmaya başladığı her seferinde bunu duyarız. Bilge kişiler ortaya çıkar ve “toparlanma için tüketicilerin artık satın almaya başlamaları lazım” derler. En son tüketim harcamaları verileri gazete manşetlerini süsler. Bunu kendi öğrencilerimden de biliyorum, bir iki dönem ekonomi dersi alanlar diyorlar ki ekonomilerin sağlığı için tüketim harcamaları çok önemli, paranın “dönmesi” lazım.
Bu yanılgının özüne girmeden önce kaynağını anlamamız lazım. Bu aslında tuhaf bir şekilde 20nci yüzyıl inancıdır. 1920’lerin daha az bilinen bazı düşünürleri bu argümanın -tüketicinin “alım gücünün” yüksek tutulması ihtiyacını çerçeveleyip sunan- bazı erken versiyonlarını ortaya atmışlardı.
Bu genel fikir Büyük Buhran’ın ilk yıllarında başkan Hoover’i ücretleri arttırmaya çalışma kararına yönlendirdi. Kararın sonucu orta şiddette geçmesi mümkün olan ekonomik krizin Büyük Buhran haline gelmesine yol açtı. Ondan on yıl sonra John Maynard Keynes tüketimi kendi en basit makroekonomi versiyonunun önüne ve merkezine yerleştirdi. (Alşimi Ekonomi ve John Maynard Keynes/) Buna göre tüketim, yatırım ve hükümet harcamaları ile birlikte ulusal gelirin ana belirleyicisi idi, ve eğer tüketim veya yatırımda bir eksiklik varsa o zaman hükümetin devreye girip aradaki farkı kapatması mümkündü.
Ekonomik gelişmenin kaynağı olarak tüketimi görüp ona odaklanmanın gerçekte yanılgı olduğunun bir nedeni iş döngüsü sırasında sorunun tüketim eksikliğinden kaynaklanmamasındadır. Aslında ekonomide yaşanan durgunluk kriz ve yeniden toparlanma döngüsü içinde en az değişen tüketim harcamalarıdır. Toparlanma sırasında eğer gereken bir şey varsa o da daha fazla tüketim değil, özel sektör tarafından daha fazla yatırımdır. Keynes’in çizdiği çerçeveyi geniş anlamda kabul etseniz bile sorun ekonomik krizin tüketim eksikliğinden kaynaklanmamış oluşundadır. O yüzden çözüm de “tüketimin uyarılmasında” olmayacaktır.
Yanılgının kaynağı şudur ki tüketim bir şeyleri tüketir. Mal ve hizmetleri tükettiğimizde onları kullanarak değerlerini sıfırlarız. Gıdanın tüketilmesi değerli herhangi bir şey ortaya çıkarmaz, aksine değerli bir şeyi yok eder. Ayni şey evdeki aletlerden veya dayanıklı tüketim mallarından birinin üretken potansiyelini eksilten bir durum olduğunda da geçerlidir. Arabanızın toplam kilometresi arttığında değerinin azalması da ayni nedenledir. Tüketiyorsunuz, yani değerini tahrip ediyorsunuz. Değer’in gerçek kaynağı üretimdir. Mal ve hizmetler ürettiğimizde değer üretir ve tüketiciler için de bu değerleri takas etme fırsatı yaratmış oluruz. Bir buzdolabı satın aldığımızda değerli bir objenin bir taraftan öbürüne aktarılmasıyla her iki taraf için de bir yarar üretilmiş olur. Satın alındıktan sonraki aşamada ise onu çalıştırdıkça değerini eksiltme sürecimiz başlar. Bir şeyi satın alıp yediğimizde değer konusu objeyi fiziksel ve ekonomik olarak tahrip etmiş oluruz. Yani değer üretim ile yaratılır, tüketimle tahrip edilir.
Ekonomik toparlanma dönemi için olsun, iş döngüsü dışında olsun eğer ekonomik bir gelişme üretmek istiyorsak sürdürülebilir üretimi teşvik edecek kurum ve siyasetlerin hangileri olduğuna odaklanmalıyız. Değerli mal ve hizmetleri var etmekte kullanılacağı inancıyla, insanları kendi kaynaklarını fiziki ve beşeri sermayeye yatırmaya razı edecek bir ortam nasıl yaratılabilir? Kısa vadede ekonomik toparlanma ve uzun vadedeki ekonomik gelişme için esas daha önemli olan soru budur. Tüketimi teşvik etmenin toparlanmayı kolaylaştırmaya bir katkısı yoktur, tam aksine bunu yatırım harcamalarını eksilterek yaptığından dolayı uzun vadedeki gelişmeye zarar verecektir.
Sonuç
Şüphesiz, tartışılabilecek daha pek çok ekonomik yanılgı var, ancak burada anlattığımız insanların belirli diğer bazı konulardaki düşüncelerini etkileyen en temel üç tanesi. Piyasaların her iki tarafa da karşılıklı yarar sağlamakta oluşu, düzeninin kendiliğindenliğiyle hiçbir tasarım gerektirmemesi, servetin kaynağının da tüketim değil aksine üretim olduğunun bilinmesi ekonomiye ilişkin en temel yargılarımızı pek yaygın olarak dile getirilen bazı yanılgılara karşı koruyucu niteliktedir. Bu safsataların pek çoğunun siyasi yapının en üst noktalarındaki kişiler tarafından bile rağbet ve kabul gördüğü şu günlerde ekonominin en temel bazı prensiplerinin anlaşılması şimdi her zamankinden daha önemli.
Kaynak: Steven Horwitz, https://www.libertarianism.org/columns/three-widely-believed-economic-fallacies?