Siyasal Gelişimin Farklı Yolları

Hikayeler / İnsanlık Halleri | | Ekim 29, 2019 at 3:21 pm


Kimi ülkelerin neden demokrasi ile yönetildiği kimilerinin ise yönetilmediğini anlayabilmek için siyasal kurumların zamanla aldığı yolların niteliğini ayırt etmek gerekir. Bu yollardan sadece bazıları, en azından tam bu anda, demokrasiye çıkabildi. Formelleştirilmiş bu yollar, karşılaştırmalı reel-dünyanın karmaşıklığı içinde yönümüzü belirlemede yardımcı olur ve ayrıca, bize göre bu yollar toplumun ekonomik ve politik yapısını siyasal kurumlara bağlayan ana mekanizmaları da gösteriyor.

Siyasal gelişimin dört ana güzergâhı vardır. Öncelikle, demokrasi dışından yavaş yavaş önlenemez bir şekilde demokratik olana doğru götüren bir yol var. Demokrasi bir kez oluşturulduğunda asla tehdit edilemez, sürdürülebilir ve konsolidedir. Böyle bir siyasal gelişim yolunun en iyi örneği Britanya’dır. İkinci olarak, demokrasiye uzanan başka bir yol daha vardır, tamam da nasıl bir demokrasi, şöyle ki, bir kere oluşturulmuş ve hızlıca çökmüş bir demokrasi. Bunu takiben, ilkinde demokratikleşmeye götürmüş güçler kendilerini yeniden ileri sürerler, ancak demokrasi bir kez daha çöker ve döngü kendini yineleyerek böylece sürer gider. Bir kez oluşturulmuş ve konsolide olamayan demokrasiye giden bu yolu en iyi, yirminci yüzyıl boyunca benzer bir durum içinde olan Arjantin ile örneklendirebiliriz. Bu iki yolu sıraladıktan sonra mantıken onları takip edecek üçüncü yol da demokratik olmayan koşullar ile yönetilen ya da demokratikleşmenin çok gecikmiş olduğu bir ülke olacaktır. Nedenine gelirsek, böylesi bir yolun kökenlerinde önemli çeşitlilikler bulunur, demokratik olmayan yollan ikiye ayırmak yararlı olacaktır. İlk yolda, toplum görece olarak eşitlikçi ve müreffeh olduğundan, demokrasi hiçbir zaman oluşturulamamıştır, bu da demokrasi dışı siyasi statükoyu istikrarlı kılar. Sistem sınanmamıştır çünkü insanlar mevcut siyasal kurumlardan yeterince memnundur. Siyasi dinamiklerini bu şekilde nitelendirdiğimiz Singapur, bu duruma örnek teşkil edebilir. Demokratik olmayan bu yollardan ikincisinde, tam tersi bir durum ortaya çıkar. Toplum son derece eşitsiz ve çıkar ilişkilerinin önde olduğu bir haldedir. Demokrasi umudu, siyasi seçkinler için öylesine tehdit altındadır ki mümkün olan tüm şiddet ve baskı bu tehditten kurtulmak için kullanılır. Güney Afrika’daki apartheid rejimi çöküşünden önceki hali ile bizim için böylesi bir yola kanonikal örnek teşkil edecektir.

Bu bölümde sözü geçen dört yolu gösteriyoruz ve bir toplumun biri ya da diğeri üzerinde olma durumunu belirleyen mekanizmaların bu dört ülkenin siyasi tarihlerini inceleyerek ortaya koyuyoruz. Siyasal gelişim dinamiklerini her durum için tanışmaya açıyoruz, söz konusu dinamiklerin neden Britanya’da konsolide demokrasiye, Arjantin’de konsolide olamayan demokrasiye ve Singapur ile Güney Afrika’da ısrarla demokrasi dışına –farklı şekillerde de olsa evirildiğini inceliyoruz. Tartışmamız, bir toplumun neden bir yol yerine diğerine yöneldiği ile ilgili olarak pek çok faktörü öne çıkarmasıyla, daha sonraki analizlerin belirlenmesinde önemli rol oynayacaktır.

1. Britanya

Britanya’da demokrasinin kökeni; aristokrasinin, kral ile vergi ve siyaseti forum niteliğinde müzakere etmesi için düzenli olarak oluşturulan Parlamentolarda yatmaktadır. 1688 yılı Muhteşem Devrimi’nin hemen sonrasında kurulan Parlamentolar düzenli olarak toplandı ve bu da oldukça kısıtlı haklar çerçevesinde yapılabildi. Bu aşamada Parlamento üyeliği, toplumdaki farklı ‘aynî hakların’ varlığı ile ilgili olarak, feodal kavramlardan miras alınmıştı. Parlamentodaki düzen ise şöyleydi, sağ tarafta Lortlar Kamarası’na mensup din adamları ile aristokrasi oturuyordu, avama mensup üyeler ise Avam Kamarası tarafında konumlanmışlardı. İlkesel olarak, Avam kamarası üyeleri seçime tabiydiler, ancak, 18. yüzyılda ve 19. yüzyılın ortalarına kadar yapılan seçimlerin çoğunda muhalefet yokluğu nedeniyle oylama gerçekleşememişti (Lang. 1999, s.12). Adaylar önde gelen toprak sahipleri ya da aristokratlarca öneriliyordu ve gizli oylama olmadığından verilen oylar açıkça izlenebiliyordu, hal böyle olunca da oy kullanacakların çoğu özgür iradeleri ile hareket edemiyorlardı (Namier, 1961, s. 83: Jennings, 1961, s. 81).

Bununla birlikte, 1642-1651 yıllan arasındaki İç Savaş ile 1688 yılındaki Muhteşem Devrim’t takip eden yıllarda yapılan anayasal değişiklikler, demokrasinin geleceğine önemli etkilerde bulunacak olan, siyasi ve ekonomik kurumlarda dramatik değişimlere yol açtı (North ve Thomas 1973: North ve Weingast 1989; O’Brien 1993; Acemoğlu, Johnson ve Robinson 2005). Bu değişimler, mutlakiyetçi hâkimiyetini sürdürmek ve genişletmek konusunda ısrarcı olan Stuart Hanedanlığı ile bu hâkimiyeti mecliste tutmaya çalışan Parlamento arasındaki çatışma sürerken ortaya çıkmıştır, çatışmanın kazanan tarafı Parlamento oldu. Bunun sonucu olarak da, siyasal kurumların yeniden yapılandırılması ile monarşinin gücü sınırlandırılmış, buna bağlı olarak da parlamentonun etkinliği artırılmış oluyordu. Siyasal kurumlardaki değişim, mülkiyet hakkı üzerindeki güvenliği daha da artırdı, böylece, bundan böyle, insanlar devlet talanına maruz kalma korkusu yaşamayacaklardı. Özellikle de, yeni düzenleme ile güç, pazara yönelik satış odaklı tüccar ve toprak sahiplerinin temsil edildiği parlamentonun ellerine bırakılıyordu. On sekizinci yüzyılın sonlarına gelindiğinde İngiltere’de sürdürülebilir ekonomik büyüme de başlamış oluyordu.

Demokrasiye doğru ilk kayda değer hamle 1832’deki Birinci Reform Yasası ile geldi. Bu yasa, eski seçim sistemindeki adaletsizliklerin en kötülerinin çoğunu kaldırdı, özellikle de ‘çürük seçim bölgesi’ olarak da adlandırılan, parlamentonun bazı üyelerinin çok küçük bir seçmen grubunca seçildiği bölgeler uygulamasını sonlandırdı. 1832 reformu aynı zamanda, oy verme hakkını mülk ve gelir bazında standartlaştırmış oluyordu.

Birinci Reform Yasası, Britanya’da o dönem için var olan mevcut politik statükoya karşı yükselen yaygın hoşnutsuzluk bağlamında meclisten geçirilebildi. Lang’ın (1999, s. 26) aktarımından;
Devrim korkusu, yeni sanayi bölgelerinin büyümesi ile risk unsuru olarak qörüıüyordu. WQcerloo’dan sonraki yıllarda azalmak yerine arttı ve Lord Liverpool hükümeti (1821-1827) sıkı bir baskı politikasına başvurdu.

On dokuzuncu yüzyılın başlarına gelindiğinde Sanayi Devrimi gayet iyi gidiyordu ve 1832 öncesi 10 yıllık dönemde aralıksız ayaklanmalar ve yaygın bir huzursuzluk görülmüştü. 1811-1816 yılları arasında yaşanan Luddite (Ludist) Ayaklanmaları, 1816’daki Spa Fields Ayaklanmaları, 1819’daki Peterloo Katliamı ve 1830’ daki Swing Ayaklanmaları (genel bakış için bkz., Darvall 1934 ve Stevenson 1979) dikkat çekici olanlarıdır. Reformlar için bir başka katalizör de 1830 Paris’te yaşanan Temmuz devrimi oldu. Tarihçilerin ortak görüşü, 1832 Reform hareketinin ortaya çıkış nedeninin toplumsal kargaşayı önlemek olduğu yönündedir. Lang (1999, s. 36) şu sonuca varmıştır:
huzursuzluğun boyutu acil reform durumunu güçlendirmişti, şimdi değilse ne zaman: kısaca geciktirmek çok tehlikeliydi. Wellington ve Peel’in, İrlanda’da bir ayaklanmayı önlemek için eşit haklar vermeyi kabul etmesi gibi, tabii Whigs için de durum aynı… kötünün iyisi için reformu onaylamalı.

1832 Reform Yasası toplam seçmen sayısını 492.700’den 806.000’e yükseltti, bu da yetişkin erkek nüfusun yaklaşık yüzde 14.5’i demekti. Ancak, İngiliz halkının çoğunluğu oy kullanamıyordu ve 123 seçim bölgesindeki seçmen sayısı 1000’den az olduğundan aristokrasi ile büyük toprak sahiplerinin seçimler üzerindeki hamiliği azımsanacak gibi değildi. Ayrıca, 1872’deki Oy Hakkı Yasası (Ballot Act) ile 1883’deki Yozlaşmış ve Yasadışı Uygulamalar Yasası‘na (The Corrupt and Illegal Practices Act) kadar seçmenlerin süregiden yolsuzluk ve tehditlere başvurduklarına dair kanıtlar vardır. Dolayısıyla Reform Yasası kitlesel demokrasi yaratmadı, aksine, daha ziyade taktiksel bir ödün olarak tasarlanmıştı. Beklendiği gibi parlamento reformu konusu 1832’den sonra da oldukça canlıydı ve Çartist hareketin merkezine konumlandırılmış bir mesele idi.

Reform hareketinin ivmesi, büyük ölçüde faktörlerin bir birleşimi olarak 1867’de en yüksek noktasına ulaştı. Bu faktörler arasında, ekonomik sıkışmaya ve şiddet tehdidinin yükselişine neden olan iş döngüsünün darboğaza girmiş olması da bulunuyordu. 1864’te Ulusal Reform Birliği ile 1865’te Reform İşbirliği’nin kuruluşu ve 1866 Temmuz’unda yaşanan Hyde Park ayaklanmalarının daha yaşanırken katalizör görevini gerçekleştirmiş olması ayrıca üzerinde durulması gereken konulardır. Searle konuyu şöyle tartışır (1993, s.225)
Ülkede reform yapılmasına yönelik ortaya çıkan galeyan, Derby bakanlığını Reform Yasa Tasarısı konusunda ikna edici bir unsur oldu, herhangi bir Reform Yasa Tasarısı, gecikmeden kanun kitabında yerini olmalıydı.

Bu yorum, Trevelyan (1937) ve Harrison (1965) gibi pek çok başka tarihçi nezdinde de destek görür.

İkinci Reform Yasası 1867 yılında kabul edildi. Toplam seçmen sayısı 1.36 milyondan 2.48 milyona çıktı ve işçi sınıfı seçmeni kentsel seçim bölgelerinde çoğunluğu elde etti. 1884’teki Üçüncü Reform Yasası kabul edildiğinde seçmen sayısı yeniden ikiye katlanmıştı, böylece zaten kentli seçmen için geçerli olan oy verme kuralları kırsalda yaşayan seçmene kadar genişletilmiş oluyordu. 1885’teki Yeniden Dağıtım Yasası, parlamentodaki sandalye dağılımı konusunda son kalan eşitsizlikleri de ortadan kaldırmış oluyordu ve bu noktadan sonra Britanya sadece tek üyeli seçim bölgelerine sahip oldu (önceden pek çok bölgede en çok oyu alan iki aday seçilmişti), 1884’ten sonra yetişkin erkeklerin yüzde 60’ına oy kullanma hakkı tanınmıştı. Bir kez daha, 1884 yasasının yapılmasınm arkasında sosyal düzensizlik önemli bir faktör gibi gözüküyor (örn., Hayes 1982; Lang 1999, s. 114).

Büyük Savaş’ın ardından, 1918’deki Halk Temsil Yasası ile 21 yaşının üzerindeki tüm erişkin erkeklere ve 30 yaşının üzerinde vergi mükellefi olan ya da vergi mükellefleri ile evli kadınlara oy kullanma hakkı tanındı. Kadınlar, erkeklerle aynı koşullarda oy kullanma hakkına sonuç olarak 1928 yılında sahip olabildi. 1918 yılında alınan tedbirler savaş koşullarında müzakere edilmişti ve hükümet ile hem savaşıp hem de levazım sağlamak durumunda olan emekçi sınıflar arasındaki ilişkide verilen tavize bir ölçüde yansımış olabilir.

Hal böyle iken Garrard (2002, s. 69) şöyle bir not düşmüştür:
pek çoğunun görüşüne göre, sistemin varlığını sürdürebilmesi ve memnuniyet ve istikrarın hâkimiyeti” için erkekler evrensel vatandaşlıktan mahrum edilemez, acıyla tecrübe edilmiştir ve Rus Devrimi’nde fark edilmiştir.

Genel olarak İngiliz siyasi tarihinden çıkan tablo açıktır, 1832 yılı başlarında Britanya, nispeten zengin, öncelikle kırsal aristokrat tarafından yönetiliyordu ve erişkin erkekler üzerinden verilen tavizler 86 yıllık bir dönem içinde yapılabilmişti. Bu tavizlerin amacı daha önce politika alanına dahil edilmemiş olanları bu alana almak ve böylece gündeme gelecek olan sosyal huzursuzluk, kaos ve muhtemelen bir devrimi engellemiş oluyordu. Bu tavizler kademeli olarak verildi çünkü 1832’de sosyal barış, orta sınıflara verilecek olan rüşvet ile satın alınabilirdi. Dahası, tavizlerin etkisi siyasal kurumların belirli ayrıntıları aracılığı ile azaltıldı, özellikle de Lortlar Kamarası’nın devam eden bütünü temsil etmeme doğasından söz edilebilir. Bu doğa, 1832 reformları ile sınanmış olsa da, Lortlar Kamarası, zenginlere yönelik, demokratikleşmiş bir Avam Kamarası’ndan yayılacak olan radikal reform potansiyeline karşı önemli bir kale görevi gördü. Bu, en azından Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesine kadar böyleydi, Herbert Asquith’in Liberal hükümeti ile refah devleti unsurlarının takdimi üzerinden hesaplaşılması, Lortların gücünün ciddi ölçüde sınırlandırılmasına kadar götürüldü. 1832 sonrası, işçi sınıfı, Çartist Hareket ve daha sonrasında sendikalar aracılığı ile yeniden örgütlendiğinde, daha fazla taviz verilmesi zorunlu hale gelmişti. Büyük Savaş ve radyoaktif kalıntıları, tam demokrasinin nihai teklifini belirlemiş oldu. Haktan mahrum etme baskısı bazı reformların yapılmasında diğerlerine göre daha etkili olmuş olsa da (ve şüphesiz başkaca faktörler de rol almıştır) toplumsal kargaşa tehlikesi, Britanya’da demokrasinin oluşumunun arkasındaki temel itici güç oldu.

İngiltere’de demokrasinin ortaya çıkışı ile toplum nazarında vuku bulan sonraki konsolidasyonu, Onaçağ örgütlenme biçiminin neredeyse bütün kalınnlarını çıkartıp atmış ve mutlakiyet tehdidine karşı başarılı bir direniş göster .. rnişti. Demokratik gelişim ve konsolidasyonu, hızlı sanayileşme, kentleşme, fabrika sisteminin genişlemesi ve –Com Yasaları’nın yürürlükten kaldırıldığı dönem sonrası- ekonominin hızlı küreselleşmesi bağlamında gerçekleşti.

2. Arjantin

Modem Arjantin Cumhuriyeti’nin temeli bağımsızlığını ilan ettiği 1810 Yı .. hnda atılmıştır. Bu dönemin ardından ülke, güç ve siyasal kurumların yapısı açısından, karmaşık bir dizi iç savaş ve iç çatışmaya sürüklendi. 1860’lara gelindiğinde nihayet bu karmaşa azalmıştı. 1853 yılında yeni bir anayasa yazıldı ve 1862’de, Bartolome Mitre, birleşik Cumhuriyetin ilk cumhurbaşkanı seçildi. Mitre, Arjantin ekonomisini 1930’lu yıllara kadar ayakta tutabilecek, tanmsal ihracatın arunlmasını kolaylaştıncı bir devlet yapısı oluşturmaya girişti. Ulusal bürokrasi, vergilendirme sistemi ve hukuk sistemini kurdu ve seçime dayalı siyasetin temeli de yine bu dönemde anıdı. Bununla birlikte,
1853 seçim yasası, siyasi sürece halkın katılımını sağlıyor gibi görünmek için başından itibaren kendisinin bir yalan olduğunu kanıtladı. Seçimler, her durumda. güçlünün dalkavuklarınca sahneye konulan, seçmen katılımının sadece bir dakikalık bir bölümde gerçekleştiği törensel parodilerdi. (Rock 1987, s.129).

Mitre’den sonra cumhurbaşkanlığı görevine Domingo Sarmiento geldi ve etrafında toplananlarla Özerk Ulusal Partisi’ni (PAN) kurdu. Arka arkaya göreve gelen PAN cumhurbaşkanları 1916 yılına kadar, seçimleri manipüle ederek, güçlerini korumayı başardılar. Ancak, bunu yükselen toplumsal huzursuzluğun gölgesinde yapabildiler. 1889’dan sonra Union Civica’rıın içinde etkili bir muhalefet vardı ve Temmuz 1890’da hükümete karşı ayaklanma başlattı. 1891 sonrasında Uniôn Civica Radikal (Radikaller), Hipolito Yrigoyen önderliğinde 1893 ve 1905 ayaklanmalannın öncülüğünü yaptı. Ancak, seçmenin kontrol ve baskı alunda tutulmasına dayanan rejimlerin sürmesine karşın,
Arjantinli seçkinler, büyüyen şehirler ve yeni ortaya çıkan toplumsal sınıflarla, kendi toplumları ile Batı Avrupa toplumları arasındaki belirgin benzerliklerin farkına varmaya başladılar. Demokrasinin çekiciliği içinde barındırdığı siyasi istikrarı koruma vaadinde yatıyordu, tabii siyasi dışlamanın kalıcı olduğu durumda… 1890’ların başında yaşanan ayaklanmaların tekrarlanma riskini göze alarak (Rock 1987, s. 184-S).

1910 yılında siyasi refonnun önde gelen savunucularından biri olan Roque Sáenz Peňa cumhurbaşkanı oldu. Rock konuyu (1987, s. 188)”de şöyle açıklar:
Radikaller, sosyalistler ve dolaylı olarak anarşistler, yüzyılın başında, reform hareketinin ateşlenmesinde etkili oldular. Seçkinler içindeki ilericiler, bir sonraki isyanın nereden gelebileceğini merak ederek, Radikallere olan toplumsal desteğin artmasından korktular.

1912 yılında Saenz Pena Yasası kabul edildiğinde gizli oylama gündeme geldi ve hileli seçim uygulamaları yasadışı ilan edildi. Erkeklere Genel Seçim Hakkı, esas olarak 1853 Anayasası ile gündeme gelmişti ve nihayet gerçek oldu. Smith reformun “egemen sistemi kurtarmak için hesaplanmış bir manevra olduğunu savunuyordu (1978, s. 10). Emek alanındaki huzursuzluk ve şiddetin belirgin bir tehdit haline gelmesi ile ilgili endişe duyulduğunu belirtiyordu.”
reformlar da sürprizler getirdi. Sáenz Peňa ve destekçileri, eski oligarşik grupların yeni koşullara adapte olabileceğine ve geniş toplumsal desteğin olduğu güçlü Muhafazakar bir partide birleşeceğine inanarak seçim reformunu benimsediler…. aksine Muhafazakarların birlik çabası defalarca başarısız oldu (Rock 1987. s. 190).

Sonuç olarak, Radikal parti Arjantin siyasetinde etkin olmaya başlamıştı ve geleneksel çıkarlar için ciddi tehdit oluşturuyordu. Muhafazakârlar, 1916’da oyların yüzde 42’sini aldı, ancak 1928’de bu oran yüzde 25’e geriledi. Smith, (1978, s. 21)’de “Bu durum İsveç ve Britanya’daki durum ile keskin bir tezat oluşturur… bu ülkelerde, oy hakkının genişletilmesinden sonra geleneksel seçkinler, sistemlerdeki hakimiyetlerini sürdürdüler” cümlesini not düşüyor. Bunun sonucu olarak, “1930’a gelindiğinde Yrigoyen yanlıları senatoda hatırı sayılır bir temsile sahip olmuşlar ve gelecek seçimlerde salt çoğunluğu ele geçirme tehdidini ortaya koymuşlardı”. (Smith, 1978, s. 12). Böylece, “siyasi düzen, sosyo-ekonomik düzen için bağımsız bir tehdidi temsil eder duruma geldi… Anlaşılan o ki, ilk beklentiler ışığında, Muhafazakârlar demokrasiyi işlevsiz görmeye başladılar” (Smith, 1978, s. 15. Potter’a da bakınız, 1981).

Eylül 1930’da Yrigoyen, askeri darbe ile iktidardan indirildi, bu olayı takiben, 1931 yılında şaibeli bir seçim yapıldı. “1931 seçimi ile 1916’dan önce ülkeyi kontrolünde tutan benzer grupların –pampalılar’ ın ihraç edilen çıkarları ile bölgedeki küçük toprak sahipleri– iktidarı yeniden tesis edilmiş oldu.” (Rock, 1987, s. 217) 1930 yılının kalan süresince Muhafazakârlar, gücü kaybetmemek adına seçimlere hile karıştırdı, buna karşın 1940’ a gelindiğinde Radikalleri bir ölçüde birleştirmeye çalıştırıyorlardı. Bu Muhafazakâr yönetimler dizisi 1943’lere gelindiğinde bir askeri darbe ile sonlandırıldı.

1943’teki darbenin ardından bir asker cumhurbaşkanlığını üstlendi fakat bu dönemin ana özelliği Juan Domingo Perón’un, ilk önce askeri cuntanın bir elemanı daha sonra da, 1946 sonrası için seçilmiş cumhurbaşkanı olarak iktidara yükselişiydi. Perón, askeri rejimi daha radikal ve emek yanlısı bir yere taşıdı ve emek hareketini devlet kontrolündeki siyasi mekanizma etrafında düzenledi. Perón’un ilk cumhurbaşkanlığı döneminde, işçi sınıfı ücretlerinde ve sosyal haklan konusunda hatırı sayılır bir artışa neden olan düzenlemeler yapıldı. Onun politikaları, kırsal kesimden şehre doğru yeniden dağıtılması yönündeydi. Bu siyasetin bir bölümünü sert endüstri yanlısı korumacı politikalar ile ithal ikamesi oluşturuyordu (O’Donnell, 1978, s. 147). Perón, 1951 yılında yeniden seçildi, ancak bu seçim yolsuzluk ve muhalefetin baskı altına alınmasıyla lekelenmişti ve daha sonra 1955’te bir askeri darbe ile iktidardan indirildi. 1958 ile 1966 yıllan arasında sivil hükümetler, 1966’daki askeri darbe ile süpürülüp gidene kadar askeri sınırlar ile kısıtlı idiler (Bkz. O’Donnell, 1973, ufuk açıcı analiz için).

General Juan Carlos Ongania 1966 yılında cumhurbaşkanı oldu, ancak kurduğu rejime karşı olan toplumsal seferberliğin ilanı da gecikmedi (Rock, 19B 5. 349). Cavarozzi’mn (1986, s. 36), öne çıkan notlan, u1969 halk ayaklanması…(ki) mavi ve beyaz yakalıları, öğrencileri ve kent yoksullarını kaynaştırdı.” Diktatöre karşı bu isyan, özellikle 1971 yılında, daha da şiddetlendi ve çeşitli silahlı gruplar ile kendisini rejimin devrilmesine adamış gerillaların birlikte hareket ettiği bir döneme denk geldi.

Peron’un sürgünden dönmesiyle 1973’de demokrasi yeniden oluşturuldu ve 1946’daki ilk seçimden bu yana gerçek anlamda ilk demokratik seçim ile cumhurbaşkanı seçildi. Ancak demokratikleşme daha önce yaşanan dağılımsal çatışmaların iplerini de serbest bırakmış oldu ve “1946’ da olduğu gibi gelir dağılımını emek, istihdamın genişletilmesi ve sosyal reformun yenilenmesi lehine yapmak programının özünü oluşturuyordu” (Rock, 1987, s 361). 1974’te ölümünün ardından, 1976’da Perón’un üçüncü eşi lsabel’in yönetiminde kurulan Perónist hükümet, General Jorge Videla’nın başını çektiği askeri darbe ile devrildi. “İktidara geldiğinde ordunun ilk işi, Perónist devleti tamamen parçalama amacıyla hükümette devrimi hedefleyen, hala kalıcı bir direnç varsa bunu sönümlendirmek oldu” (Rock, 1987, s. 366). 1982-1983 yıllan arasında gerçekleşen Falkland Savaşı’na (Malvinas) kadar varlığını sürdüren bu rejim, Arjantin tarihindeki en baskıcı olanıdır. On bin insan bu dönemde ‘kayboldu’ ve binlercesinden daha da fazlası davası görülmeden hapsedildi, işkenceden geçirildi ya da sürgüne zorlandı. General Roberto Viola, 1981’de Videla’da başarılı oldu, ancak aynı yıl General Leopoldo Galtieri, onu zor yoluyla mevkiinden etti.

Ordu, her gün biraz daha kuşattı ve buna karşılık halk isyanları yükselişe geçti, sonraki adım ise ordunun Falkland (Malvinas) Adaları’nı talihsiz işgali oldu. 1982’de Arjantin güçleri kuşatılınca Galtieri istifa etti ve takip eden yıl yapılan demokratik seçimlerde Radikal cumhurbaşkanı Raul Alfonsin ipi göğüsledi. Arjantin yeniden demokrasi ile yönetilmeye başlanmıştı ve bu durum Alfonsin’i, takiben 1990’da Carlos Menem, 2000’de Fernando de la Rúa ve daha sonra 2001-2002 ekonomik krizi süresince geçici cumhurbaşkanlarının şaşırtıcı başarıları, 2003’te Nestor Kirchner’in iktidarına dek sürdü.

Öyleyse Arjantin’in politik tarihi sıradışı bir motifi ortaya çıkarıyor. 1912’de demokrasinin oluşturulması, 1930’da dinamitlenmesi, 1946’da yeniden oluşturulması, 1955’te dinamitlenmesi, tamamen yeniden oluşturulması 1973, 1976’da yeniden dinamitlenmesi ve son olarak 1983’te yeniden kurulması. Bunların arasında ise, kısıtlı demokrasilerden askeri rejimlere kadar bir takım demokratik olmayan hükümetlerin çeşitli tonları iktidardaydı. Arjantin’in politik tarihi sürekli istikrarsızlık ve çatışma tarihidir. 1880’deki ihracat patlamasının ardından oluşan ekonomik kalkınma, sınıf yapısındaki değişimler ve hızla genişleyen eşitsizlik geleneksel siyasi seçkin üzerinde sistemi açma yönünde bir baskı oluşturdu. Ancak Arjantin toplumunun doğasında bu durum istikrarsız bir demokrasiye denk düşüyordu. Radikallerin güçlenmesi ile geleneksel çıkarlar üzerindeki tehdit arttı ve demokrasi sürekli baltalanmaya çalışılıyordu. İşçiler, Perón’da buldukları liderlikle daha da güçlü ve militan konumuna geldiler ve bunun sonucunda dağıtım çatışmaları, Perón yanlıları ve Perón karşıtları durumuna iliştirildi. Diktatoryal rejimler toplumsal muhalefet ile çökertilirler, demokrasiler ise benimsedikleri radikal, popülist ve sürdürüJemez politikalar ile askeri darbeleri davet ettiklerinden çökerler.


3. Singapur


Sir Stamford Raffles, Singapur adasını yerli Malay hükümdarından, 1819’da, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi adına satın aldı (Turnbull, 1989; Huff, 1994; Milne ve Mauzy 1990: 2002). O zamanlar ada, 622 mil kareyi kapsayan ve ekvatorun sadece 176 km kuzeyinde bulunan, çok seyrek, sadece birkaç yüz sakini bulunan bir yerdi. Çok kısa bir süre içinde Doğu Hindistan Şirketi’nin önemli bir ticaret limanı haline geldi ve bir ticaret merkezi ve antrepo olarak hızla genişledi. Bu rolünü Doğu Hindistan Şirketi’nin batışından sonra da sürdürdü (Singapur, 1867 yılında Boğazlar Yerleşimi’nin bir parçası olarak Crown Kolonisi halini aldı). Malay yarımadasındaki İngiliz sömürgeciliğinin yardımıyla 1870’lerden sonra daha da genişledi ve burada kalay ile kauçuk gibi emtiaya dayalı ihracat ekonomisinin gelişimine neden oldu.

İkinci Dünya Savaşı ile Japonların travmatik işgalinden sonra, bağımsızlık ihtimalinin belirdiği de görülünce, pek çok İngiliz sömürgesinde olduğu gibi Singapur’da da politik uyanış gerçekleşti. İlk seçimler, yasama konseyini belirlemek üzere –ki konseyin çoğunluğunu hala İngiliz Valisi belirliyordu- kısıtlı oy hakkı ile 1948 yılında yapıldı. 1940’ların sonlan ile 1950’lerin başı emek cephesinin geniş kesimlerine yayılan huzursuzluğun göstergesi olan, grevler ve gösteriler ile geçti. 1955’te Rendel Komisyonunca –ki yasama konseyinin çoğunluğu seçilecekti ve çoğunluk partisinin lideri başbakan olabilecekti– önerilen yeni anayasanın ilanı konusunda İngilizleri zorladılar. Ancak 1955 seçimlerini daha fazla ayaklanma ve toplumsal huzursuzluk izledi, anayasanın müzakere edilmesinin yolu yeniden açıldı ve neredeyse tam bir öz-yönetimin yolunu açacak olan 1959 seçimleri planlandı. İmtiyaz evrensel oy hakkı oldu ve Lee Kuan Yew yönetimindeki Halkların Hareketi Partisi (PAP) 1959 seçimlerinde 51 sandalyenin 43’ünü kazandı.

PAP başından itibaren sanayileşmeyi şiddetle teşvik etmeye başladı. Bunu yaparken takip ettikleri stratejilerden biri, sendikal hareketi terbiye etmek ve çok uluslu şirketleri bölgeye çekmek için uysal işgücü oluşturmaktı. 1959 yılında sendikaların gücünü azaltmaya başladılar ve hedefe nihayet, 1967 ile 1968 yıllarında tüm sendikaların devlet kontrolüne alınmasıyla ulaşılmış oldu. Bu bir devlet organı olan Ulusal Sendika Kongresi’nin oluşturulması ve grevlerin yasadışı ilan edilmesi ile oldu. Aynı zamanda Lee Kuan Yew ve PAP liderleri partideki daha radikal unsurlarla aralarına mesafe koydular. Sonuç olarak, 1961’de 13 parlamenterin yeni bir parti olan Barisan Sosialis’i (BS) kurmak üzere ayrılması ile PAP bölünmüş oldu. Böylesi bir sarsıntıdan sonra PAP’ı yeniden toparladı ve hatta bağımsızlıktan önce, siyasi manevra gücünü göstermeye başladı.

PAP, daha sonra, BS ve sendikaları tehdit ederek, iktidar üzerindeki denetimini güçlendirdi. Daha da dramatik olan, 1963’teki seçimlerden önce, PAP. BS’in üst düzey liderlerini yok etmek üzere, polis özel birimini kullanarak, Operasyon Soğuk Depo adlı bir süpürme operasyonu düzenledi. (Case 2002, s. 86)

Sonuç olarak, PAP, 1963 seçimlerinde 51 sandalyenin 37’sini alırken, BS 13 sandalye kazanabildi.

Bu başlangıç aşamasında, PAP, Malay ile entegrasyonu ekonomik stratejisinin bir parçası olarak gördü çünkü böylelikle Singapurlu firmalar için büyük bir pazarı garantilemiş olacaktı. 1963 yılında, Malay, Singapur, Sabah ve Sarawak Malezya Federasyonu’nu oluşturmak için bir araya geldi. Ancak 1965’te Singapur, Malay ile Çin politikacılarının arasındaki gerginliğin (örn., Lee Kuan Yew, 1964’teki Malezya genel seçimlerinde, Kuala Lumpur’da, Malezyalı politikacıların aleyhinde kampanya yürüttü) sonucu olarak ihraç edildi.

1965 yılında cumhuriyetin kurulmasının ardından, PAP siyasi muhaliflerini taciz etmeye başladı. Bunun sonucu olarak, BS üyelerinin tamamı parlamentodaki sandalyelerini bırakıp 1968 seçimlerini boykot ettiler. Bu şartlarda PAP, 58 sandalyenin tamamını kazandı, gerçi 51’i tek adaylıydı. PAP ayrıca, 1972’den sonra BS’nin de mücadeleye dâhil olduğu bir grup muhalefet partilerine karşı girdiği mücadelede, 1972, 1976 ve 1980’de bütün sandalyeleri kazandı. Sonunda 1981’deki ara-seçim 1968’den bu yana ilk kez bir muhalefet seçildi ve 1991’e gelindiğinde muhalefet üyelerinin sayısı dört olmuştu. Ancak muhalefet her zaman sandalyelerin azınlığına sahip oldu, dolayısıyla PAP Meclis’teki çoğunluğunu daima garantiledi. 1997 seçimlerinde PAP seksen üç sandalyenin seksen ikisini aldı. 2001 seçimlerinde kazandığı sandalye sayısı seksen birdi. Bu dönemde gerçek bir muhalefetin ortaya çıkmasını önlemek ve bir çeşit alternatif temsil arzusunu yatıştırmak için PAP, muhalefetin kayıplarını bölüştüren ki buralardan en fazla oyunu alıyordu, seçim bölgesi dışı Parlamento Üyeliği sistemini getirdi. 2001 yılında, yasama organında bu üyelerden dokuz tane vardı. 1990’da Lee Kuan Yew Başbakanlıktan emekli oldu ve yerini 2004 yılında Lee’nin oğlu Lee Hsien Loong’a bırakacak olan Goh Chok Tong aldı.

PAP, bu dönem boyunca, özellikle medya aracılığıyla toplum üzerindeki kontrolünü genişletti, “Singapur’da siyasal karşı duruşun olması durumunda, kara listeye alma, mesafeli durma, dava, vergi incelemeleri, kayıp iş fırsatları ve yargısız gözaltılar riske girecekti” Case (2002, s. 89). PAP, ayrıca gücünü korumak, meclisteki sandalyelerini kaybetmemek için seçimlerde kapsamlı bir hilenin içinde oldu. İlk seçim İngiliz usulü tek seçim bölgesine dayansa da şimdi hem bu hem de çoklu (geniş) seçim bölgeleri usulünün bir karışımı (grubu temsil eden seçim bölgeleri olarak bilinen) uygulanmaktaydı. “Son seçimlerde muhalefet partilerinin PAP adaylarını açık ara yendiği tek seçim bölgesi uygulaması kayboldu, genellikle, PAP adaylarını içeren, temsili grup seçmen bölgeleri altında toplandı” Rodan (1997, s. 178).

Seçim zamanı geldiğinde PAP, oylarını etkilemek adına seçmenlere küstahça tehditler savurma yoluna gitti. Rodan (1998. s. 179) 1997 seçimleri için;
…apaçık bir seçim hakkımız var: hükümet adaylarına geri dönüşü ve bir dizi pahalı yeni kamu programından yararlanma ya da PAP rakiplerinin seçilmesi için misilleme olarak alıkonmuş veya geciktirilmiş olana sahip olmak… Goh’un tehditleri, multimilyon dolarlık barınmayı iyileştirme programı özel ilgiye neden oldu. Singapurluların yaklaşık yüzde 86’sının hükümetin inşa ettiği evlerde yaşadığı göz önüne alındığında, seçmenler böylesi bir sindirmeye karşı oldukça savunmasız bir durumdadır. Yeni oy sayma sisteminin duyurusu, tehdidi pekiştiren 5000 seçmen seviyeli seçim bölgesine kadar, oylama tercihlerini tespit için hükümete olanak sağlıyor.

Büyüklüğü ve sömürge tarihi göz önüne alındığında, Singapur, arazi sahibi ya da başka türlü aristokrasi yoksunuydu ve bu ülke siyaseti için önemli olmuştur. Ülkede kentleşme oranı yüzde yüz ve nüfusun etnik bileşimi yaklaşık olarak şöyleydi: yüzde 75’i Çinli, yüzde 15’i Malayalı ve yüzde 8’i de Hint yarımadasından. Bağımsızlık öncesi, Singapur, büyük kapitalistler ya da iş çevreleri için cazip değildi. Bağımsızlığın kazanılmasından sonra büyük kapitalistlerin çoğunun yabancı olduğu Singapur’da, bu kesimler PAP tarafından görünüşte ülkenin ekonomik çıkarları için teşvik ediliyordu. Eğitimli İngiliz profesyonellerinin ve orta sınıfının eliyle kurulan PAP, siyasetçilerini parti içinden değil, uzmanlar ve devlet memurları arasından seçiyordu. Nitekim, parti, çoğunlukla bir seçim makinesi gibi kendini var ediyordu, aksi durumda, hükümet üzerinden çalışmak yerine, parti tabanından bağımsız gruplar üzerinden çalışırdı. Lee Kuan Yew, 1984 yılında, “PAP hükümettir ve hükümet PAP’dır. Bunun için özür dileyecek değilim” dedi (Milne ve Mauzy, 1990, s. 85’ten alıntı).

Toparlamak gerekirse, Singapur, halkının İngiliz sömürgeci yönetimine karşı çıkmasıyla, demokrasi ve bağımsızlığa taşındı, ancak PAP, 1963 sonrasında, hemen hızla tek parti yönetimini kurdu. O tarihten itibaren ekonomi yükselişe geçti, eşitsizlik azaldı ve PAP kapsamlı sosyal refah programlarının yanı sıra tehdit ve baskıya başvurarak popülerliğini yaygınlaştırıp, nispeten iyi niyetli yollarla iktidarını korudu. Hapis ve tacizler olmakla beraber ‘kayıplar’ olmamıştır ve görünüşte PAP yönetimine, siyasi değişim yönünde karşı çıkış ile baskı oldukça sınırlı kalmıştır.

4. Güney Afrika

Avrupa’nın Güney Afrika’daki varlığı, Hollanda Doğu Hindistan şirketinin 1652’de Table Bay’de bir koloni kurmasıyla başladı. Şirketin amacı, Avrupa’dan Asya’ya Ümit Burnu üzerinden giden gemilerine yiyecek ve erzak tedarikini sağlamaktı. Hollandalıların yerleşim bölgesi yavaş yavaş yerli Khoikhoi yaşam alanlarının daralması pahasına genişledi, ancak 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde sadece 100 mil (161 km) genişleyebilmişti. Cape Colony’nin stratejik pozisyonu, jeopolitik rekabette önemli bir ganimet haline geldiği anlamına geliyordu. 1795 yılında, Napolyon Savaşları sırasında ilk kez İngilizler tarafından ele geçirildi, 1806’da bir kez daha, bu kez kesin olarak zapt edildi Ve koloni İngiliz İmparatorluğu’na dahil edildi.

İngilizler, Hollanda Doğu Hindistan şirketini sevdiler, başlangıçta içeride işleyen düzene karışmadılar, daha çok Hindistan ile Asya güzergâhında sefer yapan gemilerin güvenliği ile ilgiliydiler. Ancak, İngiliz sömürge politikaları, Boerler ya da Afrikaner olarak bilinen Hollandalı yerleşimcilerin çoğunu yabancılaştırdı. Bu duruma karşılık olarak Boerler, 1854’te Orange Free State’i kurarak, kitleler halinde iç bölgelere göç ettiler, sonrasında 1860 yılına gelindiğinde de Transvaal kuruldu.

İngiliz hükümeti, Cape Colony’deki siyasal kurumlara, Londra’dan veto edilmiş olsa da, yerli konularda yasama yetkisi olan iki meclisli parlamentoyu tanıtarak, 1853 yılında resmiyet kazandırmış oldu. Hükümetin yürütme organı, sömürge ofisi tarafından atanan görevlilerden oluşuyordu. Yasama için oy hakkı, insanların, özellikle ırk temelli haklarının kısıtlanmasına yol açmadı, ancak onun yerine mülkiyet ve gelir kısıtlamaları konusunda Britanya sistemi kabul edildi (bkz. Thompson 1995, s. 65).

Britanya İmparatorluğu ile Boer Cumhuriyetleri arasındaki siyasi denge, 1870’lerde, Kimberly ve Witwatersrand’te altın bulunmasıyla değişmiş oldu. Bu bölgelerdeki emek ilişkileri, hızla daha sonra “apartheid” olarak anılacak olan bir kavramla kendini gösterdi. Siyahlar elmas arayamayacaklardı, işgücü hareketliliğini engellemek için geçiş izni taşımaya zorlandılar, beyazlara ayrılmış cazip meslekler siyahlara yasaklandı ve tecrit edilmiş topluluklar ile kamplarda yaşamaya mecbur edildiler. İngilizler 1871’de elmas alanlarını ilhak ettiler; 1871’de Transvaal’i ve son olarak 1879’da güçlü Zulu krallığını yenilgiye uğrattılar. Ancak, Transvaal 1881 yılında ayaklanmayı başarabildi ve 1899 – 1902 Güney Afrika Savaşının hemen ardından da İngiliz hükümeti, tüm Boer cumhuriyetlerini ele geçirdi. İngilizler, kolonileri bir birliğe doğru taşıdılar, 1910 yılında Cape Colony, Natal, Orange Free State ve Transvaal, Güney Afrika Birliğini kurmak için birleşti.

Louis Botha ile Jan Smuts’un liderliğindeki bu ilk hükümet döneminde Güney Afrika toplumundaki eşitsizlik güçlenmeye başladı, D.F Malan yönetimindeki Ulusal Parti’nin (NP) 1948’deki seçimleri almasıyla apartheid rejimi de artık tam anlamıyla kurulmuş oluyordu. Örneğin, 1913 yılında kabul edilen Yerliler Arazi Kanunu ile Afrikalıların “yerlilerin yaşadığı bölgeler” dışındaki bölgelerden arazi satın almalarını durdurdu, 1939 yılında şekillenen sınırların içinde bulunan toprakların yüzde 12’si Afrikalılar için ayrılmıştı (Afrikalılar bu dönemde, nüfusun yüzde 70’ini temsil ediyorlardı, bkz. Thompson, 1995, Table 1 s. 278).

Bununla birlikte, ilk örgütlü siyah politik bilinç, 1912 yılında Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC) kurulmasıyla kendini göstermeye başladı. Kuruluşunun ilk dönemlerinde ona sınıf Afrikalıların örgütlediği ılımlı bir hareketti, ancak ikinci Dünya Savaşı’nı takiben, ANC, sistemin liberalleştirilmesi konusunda başarısız olunca daha radikal bir çizgiye kaydı. ANC, 1943 yılında, Güney Afrika’daki Afrikalıların Talepleri isimli bir bildiriyi kabul etti, bu bildiri ile ilk kez genel oy hakkı talep ediliyordu.

Apartheid uygulaması 1948’den sonra Hendrik Verwoerd’ın, 1958 – 1966 yılları arasındaki başbakanlığı döneminde zirve noktasına ulaştı. Hükümet, tüm Afrikalıları sekiz (daha sonra 10) anayurda taşıma girişiminde bulundu. Sadece beyaz ekonomi içinde gereksinim duyulan Afrikalılar, ‘Avrupalıların bölgelerinde’ bulunabileceklerdi. Onlar da, yasal olarak kabile bölgesinin dışında kaldıklarını kanıtlayan  ‘izin kartları’  taşımak zorundaydılar.

Apartheid rejimi, siyasi ve medeni haklar üzerindeki büyük ihlaller ile sürdürüldü. Hükümet, medya üzerinde sıkı bir kontrol kurdu, radyo ve televizyonu tekelleştirdi. Polise, insanları yargılamadan tutuklama ve onları süresiz tecrit altında tutma gibi geniş yetkiler verildi. 1953’te kabul edilen Kamu Güvenliği Yasası hükümlerine dayanarak hükümet, olağanüstü hal ilan edebilir ve genelgeler ile yönetebilirdi.

1950’ler boyunca ANC sokak eylemleri ve mahkemeler aracılığıyla NP’nin politikasına itirazını sürdürdü. Sharpeville’de 1960’daki gösterilerden birinde isyan patlak verdi ve polis topluluğun üzerine ateş açtı, 83 kişi yaşamını yitirdi. Bu olaydan sonra hükümet ANC’yi yok etme çabası içine girdi, 1964 yılında Nelson Mandela ve hareketin önde gelen liderleri Robben Adası’nda hapsedildiler, ANC, liderlerinin çoğunu Güney Afrika hapishanelerine ya da sürgüne yollasa da rejime karşı muhalefetin merkezi olma konumunu korudu. NP, tüm Afrikalıların vatandaşı olacağı, bağımsız yurtluklarda (ya da bantustalar) oluşturma konusundaki hedefini sürdürdü. 1976 yılında Transkei ve Bophuthatswana, hükümetçe bağımsız uluslar olarak ilan edildi (gerçi diğer bağımsız hükümet ya da uluslararası birimler tarafından hiçbir zaman tanınmadı).

Johannesburg’un hemen dışındaki büyük Afrika kasabası olan Soweto’daki 1976’da çıkan isyan 575 kişinin yaşamını yitirmesi ile sonlandı (Thompson, 1995, s. 212-13). Soweto bir dönüm noktası oldu. 1960 yılında apartheid hükümeti ANC’nin liderliğini ezmeyi başardı ancak;
Soweto ayaklanmasının ardından, Güney Afrika siyahî nüfusu için isyan kültürü yaygınlaştı. Öğrenciler ve emekçiler, çocuklar ve erişkinler, kadınlar ve erkekler, eğitimliler ile eğitimsizler ülkeyi apartheid rejiminden kurtarma çabalarına dahil oldular. (Thompson 1995, s. 228)

Apartheid hükümetinin bazı tavizler vermekten başka seçeneği kalmamıştı. İlk iş olarak yurtlukların (homeland) oluşumunun durdurulacağı açıklaması yapıldı, kargaşanın yatışmasının hemen ardından hükümet sözünden döndü ve 1980’li yılların başında iki yeni yurtluk daha yapıldı. Daha önemlisi, hükümet Afrikalı sendikaları yasallaştırma yoluna gitti ve 1984 yılında getirdiği yeni Anayasayla Hintliler ile Beyaz olmayanlara (Coloureds) kendilerine ait yasama hakkı tanındı. Beyazlar yasama içindeki çoğunluk konumunu korudular. Kabinesinde saptanmış görevleri olmayan bir Hintli ve bir beyaz olmayanın bulunduğu P.W. Botha, Cumhurbaşkanı seçildi. 1984 sonrasında hükümet bunun yanı sıra iş rezervasyonlarını kaldırdı, bu ise Afrikalıların belirli mesleklerde çalışmalarını önledi.

Ancak yine de apartheid rejiminin temel felsefesinde ya da yapısında bir değişiklik olmadı. Bu nedenle verilen tavizler grevlerin, isyanların ve toplumsal huzursuzluğun önüne geçemedi. Örneğin, 1985 yılında siyasi şiddet nedeniyle 879 kişi yaşamını yitirdi, aynı yıl 240 bin kişinin katıldığı 390 grev yapıldı. Soweto’dan sonra hükümetin imtiyazı ile yasallaşmalarını kazanan Afrika işçi sendikaları devlet karşıtı hareketlerin ön saflarında yer aldılar. Botha hükümeti, Haziran 1986’da bu olaylara olağanüstü hal ilan ederek karşılık verdi ve orduyu düzeni sağlama gerekçesi ile kasabalara gönderdi.

Ekim 1986’da ABD yaptırımlar dayatmaya başladığında apartheid rejiminin durumu daha da kötüleşti. 1980’lerin ortasından sonra aynı kurumlarla devam etmenin mümkün olmadığı anlaşıldığında, Güney Afrikalı beyaz seçkin ANC ve siyah liderlere görüşme teklifinde bulunmaya başladı. Grevlerin neden olduğu endüstriyel kaos önemli ölçüde zarar vermişti ve 1970’lerin sonundan itibaren Güney Afrika’dan sürekli sermaye çıkışı olmuştu (Wood 2000, Şekil 6,3, s. 154}. Tanınmış iş adamları Londra’da ve başka yerlerde ANC ile bir araya geldi. Mandela, Robben Adası’ndan çıkarıldı ve Botha hükümetinin farklı üyeleri ile pek çok görüşme yaptı.

Mandela tanındığında, barışçı bir geçiş sağlanabilmiş olsaydı, ANC’nin, “beyazların, çoğunluk yönetiminin siyahilerin beyaz azınlık üzerinde tahakküm kurması anlamına gelmeyecek olan yapısal garantiler konusundaki ısrarı” olan çoğunluk kuralı talebi ile uzlaşmanın bir yolu bulunabilirdi. (Thompson 1995, s. 244)

Şubat 1989’da L.W. de Klerk yerine P.W. Botha NP’nin başına geldi ve Eylül’de de Cumhurbaşkanı seçildi.

De Klerk… yerli ve yabancı güçlerin ırkçı düzenin altını oyduğunu anladı. De Klerk, hükümeti hala ülkedeki baskın güç iken, halkı için en iyi umudun, anlaşmanın güçlü bir konumda müzakere edilmesi olduğu sonucuna vardı. (Thompson 1995, s. 244).

1990’ın başında ANC üzerindeki yasağı kaldırdı ve Mandela’yı serbest bıraktı. Bunun ardından apartheid çağından çıkışın ve nasıl bir toplumun kurulacağının doğası üzerine yoğun müzakereler başladı. Siyah çoğunluğun egemenliği tehdit ettiği kuralının zayıflatılmasına yönelik bir dizi önlem önerisinin getirilmesi ile NP ile Anayasal müzakereler Aralık 1991’de başlamış oldu.

Güney Afrika, çok geniş ve azledilemez güçleri ile devletler konfederasyonu haline gelecekti. Merkezi yönetimde seçimde önemli sayıda sandalye kazanan her partinin oluşturduğu koalisyonu olacak, başkanlık parti liderleri arasında dönüşümlü yürütülecekti ve tüm kararlar uzlaşma yolu ile ya da özel bir çoğunlukça alınacaktı. (Thompson 1995, s. 248).

Bu koşullar ANC için kabul edilebilir koşullar değildi ve Haziran 1992’de müzakereler durdu, Eylül’de yeniden başladı ve Şubat 1993’te masada Nisan 1994 seçimine giderken gerçekleştirilecek geçişler için üzerinde mutabakata varılmış bir takvim bulunuyordu. 1994 yılında seçilen yeni parlamento ile bir ara anayasa yapılması üzerinde anlaşmaya varıldı ve kalıcı bir anayasanın oluşturulması konusunda da yine bu parlamento görevlendirildi. Ara anayasa 34 temel ilkeyi birleştiriyordu ve sonradan yapılacak yasa değişikliklerinin bu ilkelerle çelişemez olduğu söylendi. bu durumun tespiti konusunda da Cumhurbaşkanı Mandela tarafından atanacak anayasa mahkemesi görevlendirildi.  Diğer değişiklikler için Parlamentonun her iki Kamarası’nda da üçte iki çoğunluğu sağlama şartı getirildi. NP’nin temel imtiyazı kabinedeki zorunlu güç paylaşımı oldu. Ulusal Meclis’te en az 20 sandalyeyi kazanan partilerden herhangi biri kabinede kazandığı koltuk oranında temsil edilecekti. ANC, 1994 seçimlerinde oyların yüzde 62.7’sini aldı.

Bu yazının tamamı Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un “Diktatörlük ve Demokrasinin Ekonomik Kökenleri” isimli eserinin 1. bölümünden alınmıştır.

Güney Afrika, diğer sömürge toplumlarının çoğu gibi, hem ekonomik hem de politik olarak büyük eşitsizlikleri köklerinde barındıran bir toplumdu. Bu miras, yirminci yüzyılda, sadece beyazların oy kullanma hakkının olduğu, son derece antidemokratik bir yönetim biçimine yol açtı. Afrikalılar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, bu siyasi statükoya karşı durmayı başarabildiler ve baskıyı giderek artırdılar, mevcut apartheid rejimini işlemez kılıp kitlesel kalkışmalarla tehdit ettiler. Rejimin, sistemde temel değişiklikler içermeyen taviz girişimleri, hedefe ulaşılmasını engelledi ve apartheid rejimi gücünü, kapsamlı baskı ve şiddet yoluyla korudu. 1994 yılında rejim, gelişebilecek olan daha kötü altematifleri düşünerek risk almadı ve demokratikleşmek durumunda kaldı.

5. Gündem

Yukandaki ülke incelemelerinde, birbirinden çok farklı dört siyasal gelişim yolu görüyoruz, İngiltere, süreç boyunca ani bir değişiklik göstermeyen, konsolide demokrasi yolunu örnekliyor. Arjantin, daha sonra demokratik olmayan yönetime dönüşecek olan konsolide olmayan demokrasiye geçişi göstermektedir, bu döngü kendini birçok kez tekrarlıyor. Singapur, nispeten küçük tavizlerle, ama aynı zamanda önemli bir baskı olmadan, demokrasi dışı bir rejimin uzun süre sürdürülebildiği bir topluma örnektir. Güney Afrika, apartheid rejiminin yıkılmasından önceki dönemde baskı kullanarak iktidarını sürdüren demokrasi dışı bir rejimi örnekliyor. Biz bu farklı yolları anlamak üzere bir çerçeve sunuyoruz ve bir yola karşı diğerinin ne zaman görülüp görülemeyeceğine dair tahminler geliştiriyoruz.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.