Hükümdar, Hükümet, Hükmetme

Sözlük | | Temmuz 29, 2020 at 10:31 am

Bir kral yetkilerinin sınırlandırılmasını kendisine yapılabilecek en büyük düşmanlık ve hakaret olarak görür. Kral olarak kaldığı sürece de sınırsız yetki konumunu geri elde etmek için elinden geleni yapar, çoğu zaman başarılı da olur. Ayni şey ayrı bir siyasi merci olan ruhban sınıfı için de geçerlidir. Müslüman (Hıristiyan) olarak doğmuş olduklarına inananlara, kutsal kitapları yorumlama hakkını tekellerinde tutan bir egemenliğe sahiptiler. Gücünü papalıkla da baronlarla da paylaşmak istemeyen İngiltere krallarının hem parlamento ile hem papalıkla kanlı savaşları olmuştur. Mezhep çatışmaları, papalıkla savaş, mesela İrlanda’da ele geçirilen 600 papalık askerinin başının kestirilmesi (1580), 1. Charles’ın vatana ihanetten kafası kesilerek (1649) idam edilmesi vb. sayısız kanlı mücadeleler geçmiştir. Hepsi mutlak iktidar egemenliğini ele geçirmek ve başkalarına kaptırmamak üzerine. O yüzden bugün demokrasinin beşiği sayılan İngiltere’de parlamentonun oluşması ve Kralın bazı yetkilerinin devralınması için Kral John’un Magna Carta’yı imzalamasının(1215) üzerinden en az yarım milenyum kadar bir süre geçmesi gerekmiştir.

Fransa’da da 1715’deki ölümüne kadar geçen 72 yıl 110 gün ile Avrupa’nın en uzun süreli iktidar süren hükümdarı olan Fransız kralı on dördüncü Louis bir gün “”l’etat c’est moi”” (Devlet, işte o ben oluyorum) demiş. Doğruydu da, hükümdar mutlak kontrolü altında tuttuğu adamlarıyla birlikte bizzat devletin ta kendisi idi. Ama 16. Louis Bourbon sülalesi krallarının sonuncusu oldu. 1789’daki meşhur çok kanlı Fransız Devrimi’nin ardından 1793’te karısıyla birlikte (vatana ihanetle suçlanıp yeni icat edilmiş bir makine olan giyotinle) kafası kesilerek idam edildi. Bu olayın ardından ülkeye hemen demokrasi de gelmedi, imparatorluk başka bir biçimde yeniden ihya edildi, kanlı savaşlar, çok çalkantılı dönemler geçti.  

Bu arada Osmanlı Sultanı III. Selim Avrupa’da olan biteni endişeyle izlemekte, devrin ileri gelen fikir ve devlet adamlarına 100’e yakın rapor yazdırmaktadır. Bu raporların arasında (şimdinin Dışişleri Bakanı konumundaki) Reisülküttap Atıf Efendi’nin 1798 Nisan’ında (yani Fransız kralının kafasının kesilmesinden 5 yıl, Voltaire ve Rousseau’nun ölümlerinden 20 yıl sonra) kaleme aldığı rapor bence çok ilginçtir. Fransız Devrimi’ni bir “fitne kaynağı”, “fisk ü fücur cümbüşü”(haddini aşma, hak yolundan ayrılma coşkusu) olarak nitelendiren “muvazene-i siyasiye” isimli raporda şöyle yazılmaktadır;

”Voltaire ile Rousseau denmekle maruf ve meşhur olan zındıkların ve onlar misillû dehrilerin, Âlemin ezelî ve ebedîliğini iddia edip ahrete inanmayan münkir ve imansızların, hâşâ sümme hâşâ Allah’a ve peygamberlere dil uzatmak, her türlü kutsallığı yok etmek, eşitlik ve cumhuriyeti ilan eylemek için karaladıkları eserler çoluk çocuk arasında rağbet bulup dinsizlik ve fesad frengi illeti gibi yayılmıştır” “güya saadet-i kâmile-i dünyeviye’yi ihraz etmek emniyesiyle müsavat ve serbestiyete can attılar”(dünya mutluluğunu kazanmak üzere eşitlik ve özgürlüğe can attılar).” “Burada Voltaire, Rousseau adlı zındıklar ve onlardan beter fukaralar peygamberlere sövüp, büyükleri zemmetmek (kötülemek), bütün dinleri kaldırmak, cumhuriyet ve eşitliği ima etmekten ibaret bir takım kışkırtıcı düşünceler yaymışlardır. Aslında fitne fesattan başka bir şey olmayan bu düşünceler frengi hastalığı gibi halkın beyinlerine işlemiştir. İşin garip yanı bu tür düşüncelere halkın da rağbet ettiği görülmektedir. İşte bunların etkisinde kalanlar bir kaç yıl önce bir fitne ve fesat ateşi tutuşturup çevreye yaymışlar, Allah korkusunu kaldırıp ar ve namusu mahvetmişler, her yerde kafadarlar sağlayarak “İnsan Hakları” dedikleri isyan bildirilerini yabancı dillere de çevirtip milletleri, hükümdarların aleyhine kışkırtmışlardır.”

Hürriyet, müsavat, adalet, uhuvvet gibi sloganlar Osmanlı topraklarında hiçbir zaman ciddi bir taban tutamadıysa da JeuneTurc (Contürkler) hareketinin “İttihat ve Terakki” adıyla iktidar olmasını sağladı. Ama İttihat ve Terakki Fırkası iktidara gelmesini borçlu olduğu hürriyet, eşitlik, adalet kavramlarını tamamen bir yana bırakarak kurduğu despot rejimle ülkeyi büyük felaketlere boğduktan sonra imparatorlukla birlikte yıkıldı gitti. Büyük yıkımdan sonra ortaya çıkan 30 kadar ülkenin bir kısmı cumhuriyet olurken önemli bir kısmında farklı isimlerde mutlakıyet rejimleri oluştu. Bizim coğrafyada kurtuluş savaşıyla kurulan rejim cumhuriyetti. Bu rejimin hâkim düsturları “cumhuriyetçilik, devletçilik, milliyetçilik, devrimcilik, halkçılık olmuştu. Ne anlama geldiği tam tarif edilemeyen “hürriyet” kavramının yerini artık “egemenlik” almıştı. Grekçe “bir sosyal grubun öbürleri üzerindeki hâkimiyeti” anlamındaki hegemoni sözcüğünden gelen egemenlik kavramı aslında “”devletin vatandaşına istediğini yapabileceği, yani dış ülkelerin (insan hakları vb. adına) buna müdahale edemeyecekleri / karışamayacakları” anlamını taşıyordu. Milli egemenlik “bağımsızlık” anlamını taşıyordu. Hegemony, ile sovereignty ayni, yani hâkimiyet, saltanat, hükümdarlık, özerklik, bağımsızlık, egemenlik, yücelik, özgürlük sözcükleri artık hepsi eşanlamlı olmuştu. Vatandaşa bağımsızlık diye bir şey ile kendisinin artık özgürleştirildiği, egemen olduğu telkin edildi. Oysa merkezdeki egemen hükümetin yanı sıra bazı küçük kısımlarda da egemen ağalıklar, aşiretler varlıklarını sürdürmekteydi.

TDK sözlüğü köleliği “savaşta tutsak alınan, yabancı ülkelerden zorla kaçırılıp özgürlükten yoksun bırakılan veya başkasından satın alınan, birinin emri altında bulunan, kimse, kul, esir” diye tanımlıyor.  Bu kuşkusuz ki hem eksik hem de yanlış bir tanım. “Memur” kavramı mesela birinin emri altında olmayı ifade eder ama kölelik değildir, esaret/tutsaklık da ayrı bir kavramdır.

Başka birinin mülkü veya tabîsi olmak (tebaasından olmak), veya belirli bir etki tarafından kontrol altında tutulmak şeklindeki (TheFreeDictionary) tanımı bu kavramı bence çok daha net olarak ortaya koyuyor. Tabii ki eğer birinin mülkü iseniz sizin hiçbir mülkünüz yok, özgür değilsiniz ve yaşamınız başkasının kontrolünde. Efendi sahibinizin hayatınızı ne kadar (az mı çok mu) sınırladığı tamamen ayrı bir konu. Ortada hiçbir kısıtlama görünmese bile efendinin sınırlayabilme hakkının mahfuz olması sizi köle olarak tanımlar. Örneğin, Osmanlı Sultanının tebaasından iseniz eğer, kim olursanız olun onun kulusunuz, kölesisiniz demektir. Sultan, bizzat Allah’ın yetkilerini kullanır. Sizin üretiminiz, üretim araçlarınız, bizzat canınız dâhil tamamen onun malıdır ve istediği anda sizi hepsinden birden mahrum bırakma hakkına sahiptir. Halife-i ruy-i zemin dahî bizzat Allah’ın kulu (kölesi) olduğuna göre bir Müslüman için özgürlük (köle olmamak) diye bir sözcük tamamen anlamsızdır. Okullarda Osmanlı’da köleliğin olmadığı, pek az olduğu gibi şeyler öğretilmiştir, ama bu hiç doğru değil.  Gerçekte pazarlar kurularak köle ve cariye satılması Dersaadet (İstanbul) dışında pek görülmüyor, o yüzden resmi kölelik halk tarafından pek bilinmeyen, genelde sadece devletlileri ilgilendiren bir konuydu ama aslında de facto herkesin zaten birilerinin kölesi / emir kulu olduğu bir toplumda köleliğin yaygın olmadığı nasıl söylenebilir?  

Feodal derebeyi, lord, senyör, baron, aşiret reisi, ağa isimli yerel efendiler her coğrafyada hep var olmuşlarsa da köleliğin, yani özgür olmama durumunun/düzeninin asıl sahibi sponsoru olarak sonuçta daima bazı dinler ve devletler ile onların hükümdarları ve hükümetleri karşımıza çıkmıyor mu? İnsan doğasına hiç uygun olmadığı halde devletler ve dinlerin desteğiyle, kandırma, korkutma, kışkırtma ve cebir şiddet ile binlerce yıl varlığını resmen sürdürebilen kölelik müessesesi 18. yüzyıldan itibaren siyasi verimliliğini yitirmiş. Kuran’da da tanınan bir müessese olan köleliğin resmen kaldırılması yönündeki siyasi girişimler Avrupa’da 18. yüzyılda başlıyor,

Örneğin Slav –ki bizatihi bu sözcük sklav/slave/köle anlamından gelir– ırkının hâkim olduğu Rusya coğrafyasında kölelik resmen (bizim Deli Petro dediğimiz) Çar Büyük Petro tarafından 1723 yılında kaldırılmış görünüyor. Oysa Petro’nun yaptığı değişiklik sadece ev kölelerinin adını “ev serfleri” olarak değiştirmekten ibaret. (Tarımda kullanılan ve nüfusun çoğunu teşkil eden kölelere zaten 1629’dan beri Serf denilmektedir, hâlbuki isim farklılığı dışında serflerin sosyal konumlarının kölelikten herhangi bir farkı yok. Ev köleleri de serf olunca Rus İmparatorluğu’nda kölelik (Osmanlıdan 200 yıl önce) resmen kalkmış gibi görünse de Rusya’da köleliğin aslında Çar 2. Aleksandr’ın 1861 yılında serfliği kaldıran özgürleştirme reformuyla kalktığını söylemek daha gerçekçi olabilir. İskandinav ülkelerinde de durum benziyor. Resmen kölelik olmamasına rağmen halkı vatandaş haline getiren asıl değişiklikler 19. yüzyıla sarkmış. Fransa ve İtalya’da köylüyü egemenlerin bir tür kölesi konumunda olmaktan kurtaran önemli reformlar Napoléon sayesinde yapılmış. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde Avrupa’da, Kuzey, Orta ve Güney Amerika’da köleliğin resmen var olduğu hiçbir ülke kalmıyor.  

Osmanlı İmparatorluğu ise 20. yüzyıldaki yıkılışına kadar kölelik müessesesini resmen tanımış ve korumuştu. Onun yıkılışından sonra biz de TC olarak 1924 yılında çıkarılan bir yasayla köleliği resmen yasaklamışız. Geri kalan birkaç Afrika ve Asya ülkesi de yirminci yüzyıl bitmeden yasaklıyor. 21. yüzyıla gelindiğinde dünyada köleliğin resmen yasak olmadığı hiçbir ülke kalmamış.

Daha sonra “devletlerle vatandaşları arasında bir tür anayasa” niteliğindeki “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca kabul ve ilan edilip, kısa sürede neredeyse tüm devletler tarafından da resmen onaylandı. Kapsamı bir insanın hiç kimsenin kölesi olamayacağını (özgürlüğünü) tanımlamakta oldukça eksiktir. Mesela, özgür birey insanların “kamusal irade tarafından öldürülmeme (idam cezası) , öldürmeyi ve angaryayı reddetme (askerlikte vicdani red)” gibi temel bazı hakları beyannamenin güvence kapsamında değil.

Her şeye rağmen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni önemli yapan esas şey “Hüküm, hükümdar, hükümet, siyaset” gibi çok güçlü kolektif kurumsal yapılara karşı “bireyleri” korumak üzere hazırlanıp ortaya çıkartılabilmiş tek gerçek önerme olmasıdır. Beyanname bu kurumların bireylere karşı işleyebilecekleri suçları sınırlamayı, kısıtlamayı ve mümkünse engellemeyi amaçlamaktadır. Ancak, hala sahip oldukları imtiyazlar sayesinde bireye karşı çok daha güçlü bir konumda olan bu kurumların bazı sahipleri halkını kölesi olarak gören ve tarih boyunca bazı dogma ve doktrinleri bu gücüne payanda yapan bir inanışla vatandaşı üzerindeki hak ve yetkilerini pek az da olsa sınırlayan bu beyannameyi onaylamayı kabul etmemişlerdir. Suudi Arabistan’ın “Kuranı gerekçe göstererek” ve SSCB’nin de “ideolojik gerekçeyle” reddetmeleri akıllardadır. Kuzeyde, Çarlık Rusya’sının temsil ettiği sosyalist Slav coğrafyasının, güneyde ise Osmanlı’nın temsil ettiği İslam topraklarının “insan hakları” kavramına karşı en güçlü direnişi gösterdiğini görüyoruz. Bugün bile en otoriteryen rejimler hala bu coğrafyalarda hâkim. Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) gibi Vahabi, Selefî yağmacı haydut devlet yapılanmalarının insan haklarına tam yüz seksen derece karşı bir tutumla kendilerine İslam’ı bayrak yaparak ortaya çıkmaları boşuna değildir. Çünkü o topraklarında hükümet gücü binlerce yıl cebir şiddetle ve tıpkı IŞİD’deki gibi “Salb ve siyasete me’zûn (asma kesme yetkisine sahip)” olanların vahşet uygulamalarıyla sürdürülmüştü. Bu konudaki gerekli evrim bu coğrafyalarda hala tam yaşanamadığından 21. yüzyılda dahi ayni şeyin pekâlâ sürdürülebileceği inancına sahip insanlar var. 

Türkiye’de de “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” 1949 yılında resmen onaylanmış ve ardından anayasal olarak bizim ceza yasalarımızın da üstünde bir bağlayıcılığa sahip hale getirilmişti. Türkiye olarak ayrıca devletlerin yasama, yürütme ve yargı uygulamalarıyla olası insan hakları ihlallerini yargılamak üzere kurulmuş olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (ECHR) nin de 1959’dan bu yana üyesiyiz. ECHR halen kamu (yasama, yürütme ve yargı) tarafından vatandaşlarına karşı işlenebilecek suçları irdeleyen ve hüküm veren bu kurumun tek kurum olmasına rağmen beyannamede tanımlanan insanlık suçlarının sınırlanması ve engellenmesinde pek de etkili olamadığını görüyoruz.

Şimdi Osmanlı’nın bizim atamız olduğunu dilinin de (Osmanlıcanın) aslında Türkçemizin Arap harfleriyle yazılmışı olduğunu iddia edenler var. Bu ilk başta pek akla yakın gelebilir çünkü Osmanlıca kelimelerin çoğu halen kullandığımız kelimeler. Ama ifadelerdeki kültür ve anlayış bizim bugün anlamakta çok zorluk çekeceğimiz kadar vahşidir. Birkaç örnek vereyim;  Mesela Halife-i ruy-i zemin (yeryüzünde peygamberin halefi (şimdiki temsilcisi) – Sultan) bir irade imzalayarak söz konusu yöredeki “Salb ve siyasete me’zûn” olanları (pâdişâh otoritesini kullanmaya izin verilmiş görevlileri) belirliyor. Yani padişah vatandaşa her istediğini yapma yetkisini sadece kendi uhdesinde taşımıyor; sınırsız sayıda adamına da delege edebiliyor. Böylece her yörede saltanat hükmünü sürdürmeğe yetecek sayıdaki Polyergus karıncasını hiç yoktan var edip ortalığa salmış oluyor. Bu arada, Polyergus karıncalarını bilir misiniz?

Kırmızı Amazon karıncaları yani Polyerguslar; savaşçıdırlar. Korkutucu büyük, keskin çene kemikleri vardır ama kendileri besin toplayamaz ve yavrulara bakamazlar. O yüzden bazı küçük yapılı kara karınca türlerinin yuvalarına saldırır, koza ve larvalarını çalarlar. Başarıya ulaşmalarında taklit feromonlar (kandırma korkutma kışkırtma güçleri) cebir şiddet güçlerinden daha etkilidir. Yuvalarına taşıdıkları kozalardan çıkan karıncalar, Amazon karıncalarının işlerini üstlenir, kendi yuvaları çok yakında olsa bile Amazon kolonisinde kalıp onların kölesi olurlar. Hatta Amazon karıncaları göç etmeleri gerektiğinde, tüm taşıma işlemlerini bu kölelerine yaptırır; bu şekilde çok hızlı bir taşınma gerçekleştirirler. Bu hayat biçimi sürekli kendini yeniden üreterek tekrarlar. Günün birinde köle karıncaların içinden bir Spartaküs çıkıp köleleri ayaklandırarak Polyergus efendilerinin saltanatını alaşağı etmelerini beklerseniz yanılırsınız. Köleler, köle olduklarının bilincinde olmadıklarından böyle bir şey asla mümkün değildir.

Bu yetkililerce  “Salb (idam) olunması hükmü” verilenler darağacına gönderilecektir. Peki siyaset? Siyaset hükmü bir insana (gözüne mil çekilerek kör edilme, el, ayakların kesilmesi gibi) “bedensel cezalar” verilmesi karardır. İronik ama günümüzde “siyaset” sözcüğü artık görünürde böyle vahşi cezaları içermese de kandırma, korkutma kışkırtma ile cebir şiddet uygulamaları üzerine bireylerin hayatına önemli etkisi olan “kamusal kararları” ifade ediyor. Mesela, Kanun Hükmünde Kararname ile kişilerin mallarına, çalışma lisansına, mesleğine, ekmek teknesine el koyulup, yaşayan ölü haline getirmek amaçlanabiliyor. Bu siyasetin de bir bakıma el kol, ayak kesme siyasetinden pek farklı olduğu söylenemez. Siyasi yetkili, insan haklarına taban tabana zıt uygulamalar gerçekleştirebiliyor. Tabii Osmanlı bu kadar vahşi bir sistemi kendisi icat etmemiş, hemen hepsini bir zamanlar diğer ülkelere de zaten var olan vahşi uygulamalardan örnek almıştı. Ancak o zamanlardan bugüne insanlık büyük bir evrim geçirdi. Bugün, yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirini denetler halde olması anayasal kurumların ve medyanın da hepsini birden denetler şekildeki bağımsızlığı küresel bir değer. Bu kaybolduğu ve çiğnendiğinde tüm erklerin (eskiden Osmanlı’da olduğu gibi) tek otokrat iradenin eline geçmesinin (mutlakıyet rejimi) kölelik ve insan hakları kavramları bakımından toplumları ortaçağa döndüreceği biliniyor. Yine de bu felaket bugün halen pek çok devletin başına gelmiş durumdadır.  

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.