Tek Adam iktidarı

Sözlük | | Eylül 11, 2020 at 6:20 pm

Siyasi rejimler sadece farklı görüş ve çıkarların temsiline ne ölçüde imkân sağladıklarına göre değil, herhangi bir kişinin –muktedirin– ne kadar iktidar sahibi olduğuna göre de birbirlerinden ayrılır. Burada özellikle bahsedilmesi gereken, bazı demokrasi dışı rejimlerin– ki bunlar muhtemelen baskıcı ve nefret uyandıran rejimlerdir– kamusal alanda kabul edilmiş normlara uygun davranmış ve yönetimdeki elit kesimin diğer üyelerinin rejimin liderlerine hesap sorabilmesine imkân tanımış olduğudur. 1949 ila 1990 yılları arasındaki dönemde Doğu Almanya ya da Mao’nun ölümünden sonraki dönemde Çin bu duruma örnek teşkil eder. Diğer bazı demokrasi dışı rejimlerde ise liderlerin hareketlerini sınırlayan, en iyi ihtimalle, halkın fiili silahlı direnişe başlamasıdır. Zaire’deki Mobutu Sese Seko (1965-1997) veya Haiti deki Francois Duvalier rejiminde görüldüğü üzere, bu liderler, akıllarına gelen her şeyi, ne kadar saçma olursa olsun, yapmakta serbesttirler. Bu ikinci gruba giren rejimlerde, iktidar tek adamın elinde toplanmıştır: Tek bir kişide toplanan iktidar, kamusal alanda kabul görmüş normların hilafına kullanılır.

İktidarın tek adamın elinde toplanması demokrasi dışı rejimlere özgü bir tehlike değildir; akademisyenler bazen, yürütme erkinin ziyadesiyle temerküz ettiği demokratik rejimlerden “delege demokrasileri” diye bahseder (O’Donnel , 1992). Hal böyle olmakla birlikte, burada inceleyeceğimiz sebeplerden ötürü, bu duruma demokrasi dışı rejimlerde daha sık rastlanır. Her halükarda, bir demokraside iktidar ne zaman bir tek adamın elinde fazlasıyla toplanırsa, siyasi rekabet o zaman bozulma eğilimi gösterir: delege demokrasileri çoğu zaman sınırı aşıp “rekabetçi otoriterlik” alanına kayar. İktidarın tek bir kişide aşırı ölçüde temerküz etmesinden birçok insanın anladığı da “diktatörlüktür”.

Bu yazıda, “tek adam iktidarının” alabileceği çeşitli biçimler incelenecek. Söz konusu incelemeye, “tek adam” iktidarı ile “kurumlar tarafından sınırlandırılmış” yönetimi karşılaştırmak suretiyle başlayacak: bu iki ideal yönetim tipinin, iktidar sahibi ile onun toplum üzerinde iktidarını kullanmasının vasıtası olan kurumlar arasındaki asil-vekil ilişkisinin bir türü olarak nasıl anlaşılabileceğini göstereceğim. Daha sonra, bulundukları konumun sağladığı avantajları suiistimal edip yönetimdeki elitlerin iktidar pastasından aldığı payı azaltarak gücü kendi elinde toplamak isteyen iktidar sahiplerinin başvurdukları yöntemleri vurgulamak suretiyle, iktidarın hangi tipik süreçlerden geçerek tek adamda toplanacağını tartışacak, bu iktidar paylaşımı mücadelesinin, bir ucu iktidarın tek adamda temerküz etmesi, diğer ucu ise kurumlar tarafından sınırlandırılması olan bir yelpazede farklı noktalarda sonuçlanmasına yol açan etmenleri değerlendireceğim.

Yukarıda bahsedilen tartışmanın ardından, iktidarın tek bir bireyin elinde ziyadesiyle temerküz ettiği rejimler (“tek adam” diktatörlükleri) ile iktidarın esasen kişisel patronaj ilişkileriyle kullanıldığı rejimler (“patrimonyal” veya “neo-patrimonyal’) arasındaki ayrım değerlendirmeye alınacaktır. “Tek adamlığın” bu iki biçimi çoğu zaman birlikte hareket etse de, daha sonra göreceğimiz üzere, tek adam iktidarı genelde patronaj ilişkilerinin bir biçimde kurulmasına dayandığından, ikisi aynı şey değildir (Svolik, 2012: Guliyev, 2011). Bölümün sonunda, tek adam iktidarı kurmuş yöneticilerin söz konusu patronaj ilişkilerini genelde nasıl yürüttükleri incelenecek ve sebep oldukları korkunç iktisadi ve toplumsal maliyetlere rağmen, bu yöneticilerin iktidarda kalmalarını bazen mümkün kılan etmenler değerlendirilecek.


Tek adam iktidarına karşı kurumlar tarafından sınırlandırılmış yönetim

Demokrasi dışı yönetimin en renkli ve hastalık derecesinde eğlendirici görüntülerini, iktidarı tamamen elinde toplamayı başarmış tek adamlar verir. “Tek adamlar” gerçek “çılgın diktatörlerdir”: Onlar normların, kurumların sınırlamalarından kurtulmayı başarmış ve böylece devlet politikalarını kendi saçma arzularına tabi kılabilmiş insanlardır (hemen hepsi erkektir). Bunlar, kendilerini ömür boyu devlet başkanı seçtirdikleri ama aslında orta oyununa dönmüş “seçimler” düzenleyip hiçbir şey olmamış gibi davranabilen: devlete babasının malıymış muamelesi yapan; sınırsız görünen iktidarları nedeniyle kişisel egzantriklikleri veya önyargıları katbekat artan adamlardır. Sadece şu birkaç örneğe bakmak yeterli olacaktır:

1. Hastings Kamazu Banda. 1970’lerde ve 1980’lerde kendisini Malavi’nin “ömür boyu devlet başkanı” ilan etti ve bir defasında şöyle övündü: “Ben ne dersem kanundur. Kelimesi kelimesine kanundur” (Jackson ve Rosberg, 1982 s. ı 66, Philip Short’un biyografisinden alınmış). Banda, sadece ülkedeki bütün önemli makamlarda görev yapacak yetkilileri atama ve görevden alma yetkisini tekeline almakla kalmadı, birçok önemli bakanlığı da doğrudan kendisi üstlendi. 1972’de şöyle diyordu: “Bu ülkedeki hiç bir şey benim işim olmaktan uzak değildir… Her şey benim işimdir. Her şey” (Jackson ve Rosberg, 1 QS2- s. 165). Sıradan hukuki kararlarla bağlı olmadığını açıkça belli etti, mahkemelerin kararını keyfine göre değiştirme ya da “düzen karşıtı” olduğunu düşündüğü herhangi birinin malına mülküne el koyma hakkını kendine sakladı.

2. Idi Amin Dada: 1971’de yönetimi ele geçiren ve Tanzanya’nın Uganda’yı işgal ettiği 1979 yılına kadar iktidarda kalan cani Uganda lideri. Kendisine sadece Ömür Boyu Devlet Başkanlığını bahşetmekle kalmadı, ayrıca kendisi için “Dünyadaki Tüm Hayvanların ve Denizlerdeki Tüm Balıkların Efendisi ve Britanya İmparatorluğu’nun Afrika’daki ve Özellikle Uganda’daki Fatihi” unvanları uydurdu ve “İskoçya’nın Taçsız Kralı” olduğunu iddia etti. Ülkenin başında olduğu dönemde, Uganda’daki butün idari yapı çöktü. Asyalı azınlık sınır dışı edilerek bütün mallarına el konuldu, etnik kökenine bakılmaksızın 100.000’den fazla insan öldürüldü (Decalo, 1985).

3. Muammer Kaddafi. 1969 yılından NATO’nun desteğini alan isyancılar tarafından devrildiği 2011 yılına kadar Libya’yı yönetti. Rejimde resmi bir görevi yoktu (kendisini sadece “Devrimin Kardeş Lideri” olarak adlandırıyordu). Fakat yaptığı her açıklama, ne kadar saçma görünürse görünsün, bir şekilde devlet politikası haline geliyordu:

Libya lideri , [1977’de], kendi gıdalarını temin edebilmeleri için her ailenin evinde tavuk beslemesini önerdi. Tavuklar ve tavukların konacağı kafesler ithal edildi ve hükümet tarafından Libyalılara 57 Libya dinarı (1977’deki kura göre 150 ABD doları) karşılığında zorla dağıtıldı. Küçük apartmanlarda yaşayan şehirlilerin çoğu için mutfaklarında tavuk yetiştirmek imkânsız olmasa da zor bir işti. Sonuçta çoğu insan tavukları yedi, kafesleri de başka amaçlarla kullandı.

‘”General Kaddafi’nin, Libya’nın gıdada kendi kendine yeterli olması gerektiği yönündeki beyanı, yardımcılarının o çok tartışma yaratan “evde tavuk yetiştirme” planını oluşturması için yeterli bir gerekçeydi. Libya Iideri bu fikri o kadar yenilikçi buldu ki uygulanmasını teşvik etti. General Kaddafi, bir defasında da yeni otomobil fiyatının ne kadar yüksek olduğundan bahsetti. Çok geçmeden, araba ithali ve satışından sorumlu devlet kurumu sadece ikinci el araba ithal etmeye ve gariptir ki bunları sıfır araba fiyatına halka satmaya başladı. Söz konusu uygulama ancak halkın büyük bölümünün şikâyetinin ardından yürürlükten kaldırıldı. Kaddafi, Batı müziği enstrümanlarının ülkede ne kadar yaygınlaştığına dikkat çekti; bunun sonucu da müzik aletlerinin toplanıp yakılması oldu. Bingazi’nin kenar bölgelerinde arabasıyla gezerken söz konusu bölgenin tarıma elverişli olup olmadığını merak etti. O bölgedeki tüm konutlar bir ay geçmeden yıkıldı (El-Kıkhia. 1997, s. 106).

Bu örneklerden de görülüyor ki “tek adam iktidarı” her şeyden önce, tek bir kişinin belirli normlar ve kurumlar tarafından sınırlanmadığı bir yönetim biçimidir (Jackson ve Rosberg, 1982). Tek adamlar mutlak iktidar sahibi olmak zorunda değildir: iktidarları az çok tarafsız kurallar, normlar veya geleneklerden ziyade sadece diğer insanların gerçekten sahip olduğu güçlerle sınırlandırılmıştır. Bu iktidar sahibini sınırlandırıyormuş görünen anayasalar veya hukuki normlar hangi ölçüde var olursa olsun, kurallar ya apaçık ihlal edilir ya da bu tek adamın amaçları doğrultusunda değiştirilebilir. Üstelik, tek adam iktidarının farklı biçimleri çoğu zaman “formel” kuralların görünüşte ağırlık taşıması ile uygulamada bu kuralların sonuna kadar ihlal edilmesinin getirdiği çarpıcı uyumsuzluktan ayırt edilebilir.

Tek adam iktidarı, bu sebeple “kurumlar tarafından sınırlandırılmış” yönetimin tam karşısında yer alır. Kurumlar tarafından sınırlandırılmış yönetimlerde, iktidar sahibi, birtakım formel veya sözlü kurallar uyarınca kendisinin hareketlerini kısıtlayabilecek bazı insanlara veya gruplara –orduya, partiye ya da hanedan ailesine- hesap vermek zorundadır. Demokrasi dışı yönetimlerde, yönetimin kurumlar tarafından sınırlandırılmış olması durumunda, devlet başkanları veya [parti] genel sekreterleri, yasada belirlenen görev sürelerini doldurduklarında emekliye ayrılırlar; önemli politika değişiklikleri yapmadan önce diğer güçlü kişilere danışmak zorundadır; genelde de öyle tek başlarına politika değişiklikleri yapamazlar. Örneğin, Kurumsal Devrimci Parti yönetimindeki Meksika’da her altı yılda bir yeni başkan seçilmiş, görev süresi dolmak üzere olan başkanlar seleflerini belirlemişti (Magaloni, 2006). Benzer bir şekilde, Deng Şiaoping’in ölümünden sonra Çin’de formel kurallar ve yazılı olmayan kabuller, Çin Komünist Partisi genel sekreterlerinin hangi koşullarla ülkeyi yöneteceğini belirlemede başarılı olmuştu. Şiaoping’in hayatta olduğu dönemde dahi parti organları düzenli olarak toplanmış ve politika üretmişti: buna karşılık, Mao’nun hayatta olduğu dönemde onu emekli olmaya zorlamak mümkün olmadığı gibi, Mao önemli uygulamaları yürürlüğe sokmadan önce parti yönetimiyle görüş alışverişinde bulunmaya gerek görmemişti (Teiwes, 2001). Brezilyada ordu, iktidarın tek bir yöneticide çok fazla toplanmasını engellemek için, 1964 ila 1985 yılları arasında, iktidarın dönüşümlü bir biçimde paylaşılmasını öngören rotasyon kuralından kesinlikle taviz vermemişti (Skidmore, 1988).

Bir yönetici ile onun yetkisini nasıl kullanacağını sınırlandırabilecek çeşitli kurumlar arasındaki ilişkiyi, iktisatçıların “asil-vekil” ilişkisi olarak adlandırdığı ilişki türüne benzetebiliriz (Brooker. 2014. s. 63-66). Yöneticilerin yetkilerini nasıl kullanabileceğinin kurumlar tarafından düzenlenip sınırlandırıldığı sistemlerde, yönetici “vekildir” ve kendi amaçlarını gerçekleştirmek için yöneticiyi “kullanan” başka bir örgüt de asildir. Vekiller (yöneticiler) hile yapabilir, kendi çıkarlarına uygun hareket etmeye çalışabilir, ancak o başka kurum, yöneticinin hesap vermesini makul ölçülerde sağlamakta hala başarılı olabilir. “İktidarın tek adamda toplandığı” yönetim sistemlerinde ise iktidar sahibi kendi amaçlarına ulaşmak için örgütleri kullanır. Tamamen kurumsallaşmış bir yönetim sistemi, kurumun iktidarının bu şekilde gasp edilmesini engeller: Suud ailesi ile Suudi Arabistan Kralı arasında ya da Deng Şiaoping’in ölümünden sonraki dönemde Çin Komünist Partisi Politbürosu ile parti genel sekreteri arasında kurulan ilişki bunun örneğidir.

Yine bu sebeple, iktidardakiler kendilerini iktidara taşıyan, yani “işbaşına getiren örgüt” ile aralarındaki asil-vekil ilişkisini tersine çevirmede başarılı oldukları takdirde, herhangi bir yönetim sistemi de tek adam iktidarı haline gelecek (Haber, 2006): bu örgütün ordu, parti ya da hanedan ailesi olması fark etmeyecektir. Bunu Stalin, 1920’lerin sonu ve 1930’ların başında Sovyetler Birliği’nde (Svolik, 2012) yapmış: Mao, 1958’den sonra Çin’de (Teiwes, 2001) gerçekleştirmiş: Pinochet de 1978’de Şili’de benzer bir hamleyi, General Leigh’i yönetimdeki askeri cuntanın dışına ittiğinde başarıyla sonuçlandırmıştı (Constable ve Valenzuela, 1993, s. 68-69). Hiç şüphesiz, tek adam iktidarı ile iktidar sahiplerinin kendi yetkilerini nasıl kullanabileceğinin kurumlar tarafından düzenlenip sınırlandırıldığı yönetimler süreklilik arz eden bir bütündür [bunları birbirinden tamamen bağımsız iki yönetim tipi gibi düşünmemek gerekir]: Kimi yöneticiler, kendilerini iktidara taşıyan veya yönetmelerine aracı olan örgütsel yapıların dayattığı sınırlamalardan kurtulmayı az çok başarabilir. Diğer taraftan, bu açıdan bakıldığında vurgulanması gereken, tek adam iktidarı ile etkili kurumların bir arada var olabileceğidir: iktidar, söz konusu kurumlar ve üyeleri tarafından kullanılmaktan ziyade, iktidar sahibi tarafından bu kurumlar aracılığıyla kurulur.


İktidarın tek adamda toplanması

Genelleme yapılacak olursa, tek adamlığa, yani iktidarın tek bir kişide temerküz etmesine yol açan siyasi rekabet türleri formel kurumlar tarafından düzenlenmiş değildir. Liderlerin iktidarı ele geçirmesi ya da kaybetmesi anayasa veya diğer yasalardaki düzenlemeler nedeniyle değil, bu liderlerin diğer insanlarla kurduğu kişisel ilişkileri başarıyla yönetmesi nedeniyle gerçekleşir. İktidarın geniş bir ölçekte “tek adamda toplanmasına” birçok ülkede rastlanmış olmakla birlikte, iktidar mücadelesini düzenleyen normların henüz oturmadığı, anayasalara konulan düzenlemelerin siyasi hayatın zorluklarıyla sınanmadığı ve sömürgecilik döneminden kalan kurumlara en iyi ihtimalle şüpheyle yaklaşıldığı eski sömürge ülkelerinde, (1950’ler ve 1960’larda Afrika’da yeni kurulan devletlerde olduğu üzere), bu durumla daha sıklıkla karşılaşılması bu yüzden şaşırtıcı değildir.

İktidarın tek bir kişinin elinde toplanması sürecinde atılan adımlar genellikle her durumda aynıdır. Muhtemelen bir darbeyle, bir halk ayaklanmasıyla, bir önceki tek adamın ölmesiyle, hatta bazen demokratik bir seçimle iktidara yeni bir rejim gelir. Bu rejimin iktidara gelmesinde önemli rol oynamış birden fazla kişi vardır: fakat aralarından biri, diğerlerine göre bazı önemli avantajlar taşır. Bu kişi muhtemelen, devletin kilit makamlarına kimin tayin edileceğini kontrol edebiliyordur, şahsına atfedilen büyük itibarla kitleleri seferber edebiliyordur ya da diğerlerinden daha kurnaz ve daha acımasız olmak dışında bir özelliği yoktur. Özellikle de siyasi rekabeti düzenleyen normların çok yakın bir geçmişte bozulduğu, iktidarın yeni bir rejimin eline geçtiği ve devletin tam anlamıyla kurumsallaşmadığı durumlarda, iktidarı daha büyük oranda kendisinde toplamak bu kişiye cazip gelebilir. (Bu kişi her zaman sadece kişisel çıkarını gözeterek böyle hareket etmiyor, aksine, başında olduğu rejimin savunduğu davaya ya da ülkenin çıkarlarına en çok kendisinin hizmet edeceğine gerçekten inanıyor da olabilir). Rejimi iktidara taşırken birlikte hareket ettiği kişiler ise bu temerküzü engellemeyi tercih edecektir. Svolik, bu durumu “otoriter rejimlerde iktidar paylaşımı sorunu” olarak tanımlar (Svolik, 2012).

Tek adam iktidarını kurabilmek amacıyla önceki paragrafta bahsedilen kişisel avantajlardan hangisinin kullanıldığı seçilen örneğe göre farklılık gösterir. Örneğin Stalin, Lenin’in 1924’te ölümünün ardından Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin (SBKP) örgütsel aygıtını kontrolü altına almıştı ama ne bilhassa karizmatikti ne de partinin her düzeyine nüfuz etmiş büyük bir kişisel saygınlığı vardı. Benzer bir şekilde, Pinochet, politikaları oluşturmak için ihtiyaç duyulan bilgilere yönetimdeki ortaklarına nazaran daha fazla hâkimdi. Ayrıca Pinochet, ordunun başkomutanı olması sebebiyle terfileri belirleyebiliyor ve kendisine sadık kişilerin önemli görevlere getirilmesini sağlayabiliyordu. Diğer taraftan, Pinochet de pek karizma sahibi değildi. Buna karşılık, Çin Halk Kurtuluş Ordusu’nun 1949’daki zaferi sonrasında, Mao’nun Çin’deki prestiji muazzamdı ve bu prestijini kullanmak suretiyle, Komünist Parti dışında da (hatta partiye karşı) kitlelerin seferber edilmesini sağlayabiliyordu: hâlbuki devletin “resmi’ makamlarını başkaları kontrol ediyordu. Kaddafi de, Mao’ya benzer bir şekilde, halk gruplarının devletin resmi yapıları dışında da seferber edilmesini kişisel karizması ve otoritesiyle sağlayabildiği için, rejimde resmi bir makamda bulunmamasına rağmen, iktidarda kalabilmişti (Pargeter, 2012). Eğer bir lider, sahip olduğu avantajı, hangisi olursa olsun, iktidarı kendi elinde toplayabilmek için kullanmaya karar verdiyse, diğerlerinin yapabileceği tek şey, riskli bir hareket olmakla birlikte, kendisini devirebileceklerine lideri inandırmaktır. (Liderle birlikte iktidara gelmiş kişilerden bazıları iktidara kendisi geçmeyi isteyebilir ya da lideri devirmeyi planlayanlara ihanet ederek durumdan fayda sağlamayı umabilir: siyasi rekabeti düzenleyen normların olmadığı ortamlarda komplo kurmak her zaman hayat memat meselesidir .)

Üstelik liderin iktidarı kendisinde toplamak için yaptığı hamleler tek tek değerlendirildiğinde meşru görülebilir ancak bu şekilde elde edilen iktidar zaman içinde o kadar güçlenir ki artık bir isyanın başarıya ulaşma şansı son derece azalır: Örneğin Pinochet’nin rejime meşruiyet sağlamak için cunta tarafından devlet başkanı yapılmayı istemesi ya da cuntanın birliğini korumayı teminen Leigh’in istifasını talep etmesi; İspanya İç Savaşı sırasında isyancılara gönderilen yardımın kesintiye uğramaması için Franco’nun başkomutan yapılması ( Constable ve Valenzuela, 1993: Preston. 1995). Daha önce iktidarı paylaşan kişiler iktidar sahibine çaresizce bağımlı hale getirilebilir: hatta bazen, iktidar sahibi hâkimiyet alanını giderek genişlettikçe, yerlerinden edilip onur kırıcı yargılamaların ardından öldürülebilir. Örneğin Stalin ilk başta SBKP’nin üst yönetimindeki çok sayıda kudretli isimden sadece biriydi, hatta bir keresinde kabalığından ötürü diğer politbüro üyelerinden özür dilemek zorunda kalmıştı. Fakat zaman içinde tüm politbüro üyeleri Stalin’in iki dudağının arasından çıkacak lafa bakar hale geldi; dönemin güçlü ve nüfuzlu isimleri Trocki, Zinovyev Kamenev ve Buharin de dahil olmak üzere, politburo üyelerinin yarısından fazlası Stalin iktidardayken öldürüldü (Svolik , 2012, s. 5-f). Demek ki bir aşamadan sonra, liderin yanındakilerin isyan başlatması artık imkânsızlaşıyor ve tek adamın artık iktidarını “pekiştirdiği” de biliniyor. Bu tek adam, yatağında huzur içinde ölmeyi ya da en kötü ihtimalle dış güçler ülkeyi işgal eder veya pek de muhtemel görülmeyen bir halk ayaklanması çıkarsa devrilmeyi bekleyebiliyor (Svolik, 2012. s. 63).

Yapılacak her hamlenin büyük risk taşıdığı bu oyunda, liderin yanındakiler yine de bazen bir araya gelip iktidarın paylaşılmasını düzenleyen normları uygulatmayı başarabilir, liderin iktidarı kendinde toplayıp toplamadığını izlemelerini ya da eğer denerse cezalandırmalarını sağlayacak, az çok resmiyet kazanmış kurumlan oluşturabilirler. Bu kurumlara örnek olarak, başkanların kaç dönem görev yapabileceğini düzenleyen ve muğlâk hükümler barındırmayan anayasalar ile partinin yönetim organları veya askeri cunta üyeleri ile düzenli görüş alışverişi yapılmasını şart koşan ve uygulanabilir düzenlemeler verilebilir. Örneğin, Mao Zedong’un 1976’da ölümünün ardından, partinin içindeki fraksiyonlar onun yerine geçme mücadelesi verdi, başını Deng Siaoping’in çektiği fraksiyon bu mücadeleden başarıyla çıktı ve parti tüzüğünde, iktidarın fazlasıyla tek bir kişide toplanması ihtimalini ortadan kaldıracak değişikliklerin yapılmasına önayak oldu. Söz konusu reformlarla parti sekreterliği makamı lağvedildi: Çin Halk Cumhuriyeti devlet başkanının bu göreve kaç dönem seçilebileceğine ilişkin resmi düzenlemeler yapıldı, parti genel sekreteri ve Merkezi Askeri Komisyonu başkanının on yıllık görev süresinin ardından istifasının beklendiğine dair teamüller oluşturuldu ve Mao’nun iktidarı elinde bulundurduğu uzun süre boyunca hiç kullanılmamış olan resmi danışma mekanizmaları tekrar canlandırıldı (Svolik, 2012).

Diğer taraftan, kurumsal kontrol mekanizmalarının ortaya çıkması için başkanın kaç dönem görev yapabileceğinin ya da parti organlarıyla görüş alışverişi yapması gerektiğinin bir belgede yazması tek başına yeterli değildir. Daha ziyade, yönetimde nüfuz sahibi elitlerin iktidarı kendisinde toplamaya çalışan yöneticilere karşı “”kazanabileceklerini düşünerek birlikte hareket etmeyi”” istemeleri gerekir. Jiang Zemin 2002’de (görev sürelerinin resmen kısıtlanmadığı ama teamülün bu yönde olduğu) parti genel sekreterliği ve Merkezi Askeri Komisyonu başkanlığını bırakmakta gönülsüz davrandığında, yeterince çok sayıda etkili parti üyesi durumu protesto etmiş ve sonunda Zemin’i bu makamlardan çekilmeye zorlamıştır (Zemin, Merkezi Askeri Komisyonu başkanlığını 2004 yılında bırakmıştır). Söz konusu parti üyeleri bu şekilde davranmamış olsaydı, Zemin, selefi Hu Cintao’nun yetkilerini bir parça tırpanlayıp eline geçirmeyi başarabilirdi. Fakat yine de, görev süresinin kısıtlanmasına veya görüş alışverişi yapılmasına ilişkin kesin ve muğlâklık taşımayan düzenlemeler (örneğin iktidar payIaşımını belirleyen normlar ve teamülleri liderin ne zaman ihlal ettiğini açıkça göstermek suretiyle) Çin örneğindeki gibi birlikte hareket etmeyi kolaylaştırsa da, tek adam iktidarının genelde nasıl uygulandığı dikkate alındığında, Svolik’in belirttiği üzere (2012) kalıcı bir etki yaratamaz. Bilakis, günümüz Çin’inde Şi Cinping’in bu süreci tersine çevirmeye çalıştığı ve halefine kıyasla iktidarın çok daha büyük bölümünü kendisinde topladığı görülüyor.

Demokrasi dışı yönetimlerde iktidarın paylaşılması ve liderin iktidardan ayrılması

İktidarı ele geçirmek için verilen mücadele son tahlilde kurumsallaşmamışsa (yani ortada bir “tek adam iktidarı” varsa), bu mücadeleye her zaman “şiddetin gölgesi” düşecektir (Svolik , 2012). Böyle durumlarda, yöneticiler genellikle kendisine karşı darbe yapılacağından, komplo kurulacağından ve bir şekilde “siyasi istikrarsızlık” yaratılacağından çok fazla endişe duyarlar. İktidarın tek bir kişinin elinde toplanmadığı yönetimlere oranla, tek adam iktidarında bu endişe daha yüksektir çünkü tek adamlar, göreve devam etme haklarına diğerlerinin saygı duyacağına emin olamazlar. Diğer taraftan, darbelere ve darbe girişimlerine sıklıkla rastlanan durumlarda iktidarın tek bir kişinin elinde toplanması iyiye işarettir çünkü bu olaylar tam da siyasi rekabeti düzenleyen normların hiçbir yaptırımının olmadığına işaret eder. Bu şartlar altında, iktidara kimin geçeceği soruları da önem kazanmaya başlar çünkü bir yönetici rakiplerini tam anlamıyla yenmiş olsa bile, iktidarı ondan devralacak kişi, belirli normların ya da kurumların bu geçişin sorunsuz atlatılmasını sağlayacağına güvenemez (Jackson ve Rosberg, 1982. ). Bu nedenle, tek adam iktidarının görüldüğü her yerde tüm liderlerin en kırılgan olduğu nokta, demokratik rejimlerin aksine, “usulsüz” yöntemlerle iktidardan uzaklaştırılmaktır; güçlü tek adam iktidarı kurmuş liderlerin çok azı makamını demokratik usullere uygun olarak bırakır.

Demokrasi dışı siyasette iktidarın tek adamda toplanmasına, demokratik siyasete kıyasla genelde daha fazla rastlanır. (Tek adam iktidarının göstergeleri ile demokrasi endeksleri arasındaki korelasyon yaklaşık 0,8’dir). Bu iki siyaset tarzı arasındaki fark, liderlerin iktidarı ne şekilde bıraktıklarına bakıldığında bilhassa çarpıcıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde demokratik rejimlerde liderlerin pek azı usulsüz ya da anayasaya aykırı yöntemlerle iktidarı bırakmak durumunda kalmışken, ihtiyatlı bir tahminle bile demokrasi dışı rejimlerde liderlerin neredeyse yarısı (muhtemelen °%60’ı) iktidarını usulsüz yöntemlerle kaybetmiştir.

Demokrasi dışı rejimlerde liderin bir darbeyle mi devrildiği yoksa başka bir şekilde mi iktidarı bırakacağı, önceki paragraflarda tarif edilen iktidar paylaşımı kavgasının nasıl sonuçlanacağına bağlıdır. İktidarı kendisinde toplamayı başarmış liderler, genellikle doğal yollarla ölmeleri neticesinde veya yönetimdeki elitler dışındaki aktörlerin –halk ayaklanması yahut dış müdahale gibi– hamleleri sonucunda iktidarı bırakır. Kaddafi, kırk iki yıllık iktidarın ardından, ancak halk ayaklanması ile NATO’nun müdahalesi birleştiğinde yerinden edilebildi: NATO’nun müdahalesi olmasaydı hala iktidar koltuğunda oturuyor olabilirdi (Chorin. 2012). Benzer bir şekilde, Mobutu Sese Seko, Laurent Kabila’nın liderlik ettiği ve Ruanda destekli Müttefik Demokratik Güçlerin askeri müdahalesi sonucunda devrildi. Her iki durumda da, rejimin “unsurları” bu liderlerin devrilmesinde çok az rol oynadı. Kaddafi’nin iktidarı tamamen kendisinde toplamayı başarmış olduğunun kesin göstergesi, birçok rejim yanlısının son ana kadar savaşmaya devam etmiş olmasıydı.

Hiçbir tek adamın rejim unsurları tarafından devrilme ihtimalini tamamen bertaraf etmesi mümkün olmamakla birlikte, yönetimdeki elit kesimin kısıtlamalarına en az maruz kalan liderlerin doğal yollarla ölmesinin, söz konusu kısıtlamaların varlığında iktidarını sürdüren liderlere oranla daha muhtemel olduğu görülmektedir. İktidarın hem tek adamda ziyadesiyle toplandığı hem de büyük ölçüde temerküz ettiği durumlarda, dış destekli ayaklanmalar dışında bu liderleri iktidardan ayrılmaya zorlamanın son derece zor olduğuna ilişkin bol miktarda kanıt da mevcuttur (Synder, 1992: Brownlee, 2002): halk ayaklanması ya da silahlı isyan demokrasi dışı rejimlerde liderin iktidarı bırakma sebeplerinin sadece yaklaşık %5’ini oluşturuyor ve bunların büyük bir bölümü –örneğin Filipinler’de Markos’un veya Libya’da Kaddafi’nin iktidardan uzaklaştırılması– iktidarın hem tek adamda toplandığı hem de temerküz ettiği rejimlerde gerçekleşiyor.

Liderin iktidarı kendisinde toplayamaması ve rejim unsurları arasındaki iktidar mücadelesinin kronik bir hal alması da mümkündür, hatta bu duruma çok sık rastlanır. Saddam Hüseyin’in iktidara gelmesinden önce Irak’ta ya da Hafız Esad’ın yönetimi ele geçirmesinden önce Suriye’de görüldüğü üzere, bu durum genellikle iktidarın kısa sürede el değiştirmesi ya da rejim unsurlarının sürekli askeri darbeye kalkışması ile sonuçlanır. Aslında, demokrasi dışı rejimlerde liderlerin iktidardan ayrılmak zorunda kalmasına en çok askeri darbeler sebep olmuştur. 1946-2013 yılları arasındaki dönemde, demokrasi dışı rejimlerdeki liderlerin neredeyse üçte biri, yönetimdeki elitlerin ordu tarafından desteklendiği darbelerle iktidarı kaybetmiştir. Söz konusu darbelerin çoğu ya rejimin unsurlarından biri ya da muhalefetle ilişkisi bulunmayan askerler tarafından yönetilmiştir. Tüm bu askeri darbelerin çok az bir kısmında (%20’den azında), ordunun desteğini almayı bir şekilde başarmış (ve rejimin bir unsuru olmayan) muhalif kişiler darbeyi yönetmiştir. Üstelik bu darbelerin büyük bir çoğunluğu, liderin iktidarı ele geçirmesinden sonraki birkaç yıl içinde, lider henüz yeterince güç toplayamamışken gerçekleşmiştir. Bu gibi rejimlerde iktidar tek adamlaşmıştır (çünkü iktidarı kamusal normlar düzenlemiyordur) ancak tek bir kişinin elinde temerküz etmemiştir; yönetimdeki elitler arasındaki iktidar mücadelesini çözecek kurumsal mekanizmalar henüz kurulmamış olup bahsedilen bu rejimler, ziyadesiyle tek adamlaşmış kimi rejimlerin aksine, toplumu tam anlamıyla kontrol altına alma imkânına sahip olmayabiliyordu.

Daha önce belirttiğimiz üzere, otoriter elitler iktidar mücadelesini düzenleyen normları kurumsallaştırmayı başardığı takdirde görülebilecek üçüncü bir sonuç da günümüz Çin’i veya Kurumsal Devrimci Parti dönemi Meksika’sıdır. Demokrasi dışı rejimlerin bazılarında liderler, haleflik kurallarının belirli bir düzene oturtulması nedeniyle iktidarı gerçekten kaybedebilir. Yine de, bu sonuçla karşılaşma sıklığı şaşırtıcı ölçüde azdır: Svolik’in sunduğu veri, tüm demokrasi dışı rejimlerde liderlerin sadece %10’a yakın bir kısmının görev süresi kısıtları veya yönetimdeki elitlerin mutabakatıyla (ki bu kurumsallaşmanın kesin bir göstergesidir) iktidarı bıraktığını, %7,5’lik kısmının diğer sebeplerle çekildiğini ve yaklaşık %2,5’lik kısmının da seçimlerde yenildiğini işaret eder. Üstelik, görünüşte kurumsallaşmış demokrasi dışı rejimler bile, kurumsallaşmamış rejimler kadar olmasa da, rejimin içindeki hırslı unsurların iktidarı ele geçirme çabalarının hedefi olmaya devam eder.


Tek adam iktidarı ve devlet yönetimindeki elitlerin yapısı

Rejim unsurlarının iktidar paylaşımı için verdiği mücadelenin önceki kısımda tartışılan sonuçlardan hangisine evirileceği birçok faktöre bağlıdır: bu mücadeleyi veren insanların kişilikleri ve karakterleri gibi özgül değerlendirmeler, kullandıkları taktikler ve taraflardan birini avantajlı hale getiren beklenmedik gelişmeler. Yine de, bazı etkili teorik modeller (Bueno de Mesquita vd ., 2001; 2003), söz konusu mücadeledeki iki yapısal özelliğin, siyasi bir sistemde tek adam iktidarının kurulup kurulmayacağını belirlemede bilhassa önem taşıdığına işaret eder: (1) Bueno de Mesquita ve arkadaşlarının (2003) kullandığı ifadeyle “kazananlar koalisyonu”, Svolik’in (2012) tanımıyla “yönetimdeki koalisyon” olarak adlandırılan, mücadeleye giren rejim unsurlarının büyüklüğü: (2) söz konusu yönetimdeki koalisyona kimlerin dahil edilebileceği; Bueno de Mesquita ve arkadaşlarının (2003) tabiriyle “seçiciler kurulu”.

Kazananlar koalisyonu ya da yönetimdeki koalisyon, devleri kontrol altında tutmak için desteği ve sadakati elzem olan ve (eğer birlikte hareket ederlerse) bir yöneticiyi kolaylıkla iktidardan indirebilecek kişilerden oluşur. Bunlar genellikle devlete ve orduda kilit makamlarda oturan veya büyük ve önemli iktisadi kaynakları kontrol eden ve düzenli olarak lidere erişebilen kişilerdir (Gerring vd., 2013). Buna karşılık, liyakate dayalı yükselmelerle, kişisel ilişkilerle, kişisel özellikleri nedeniyle veya başka bir sebeple söz konusu yönetimdeki koalisyona seçilebilecek ve sırası geldiğinde devleti yönetecek ekibin seçilmesinde belirli roller üstlenebilecek bir dizi insan da “seçiciler kurulunu” oluşturur.

Farklı vakalarda bu gruplar arasındaki sınırların nasıl çizileceğini tam olarak belirlemek, teorik seviyede tatmin edici bir cevabın olmadığı, karmaşık bir sorudur (Gallagher ve Hanson, 2015). Her şeyden önce hem yönetimdeki koalisyon hem de seçiciler kurulu zaman içinde değişim gösterir: Bu değişimin sebepleri arasında en üstteki yöneticilerin ulaşmaya çalıştığı hedefler, verdikleri mücadelenin istenen ya da istenmeyen sonuçları ve toplumdaki çeşitli kurumsal özellikler bulunur. Örneğin sadece kişisel servetini artırmaya kendisini adamış liderler, devleti kontrol altında tutmaya devam etmek için çok daha küçük bir “kazananlar koalisyonuna” ihtiyaç duyarken, büyük ideolojik projelerin peşinde koşan liderler bu koalisyonu çok daha geniş tutmak zorundadır. Üstelik seciciler kurulunun etkinliğini zayıflatmayacak üye sayısı, nihayetinde kazananlar koalisyonuna seçilme kriterlerine dayanır. Bueno de Mesquita vd. [2003], bu durumu, eksik bir şekilde, “benzeşme” olarak örnekler): örneğin muhtemel bir seçiciler kurulunun her üyesi, rejime ne kadar sadık olursa olsun, hemen savunma bakanı olarak atanmaz. Diğer taraftan, söz konusu grupların kabaca kavramsallaştırılması amacımıza yeterince uygun düşer. Örnek vermek gerekirse, Kaddafi Libya’sındaki kilit isimlerin {Libya’daki kazananlar koalisyonu ya da yönetimdeki koalisyon) sayısı son derece azdı (muhtemelen yüz kişiyi geçmiyorduunlar esasen yakın aile çevresinden, çocukluk arkadaşlarından ve Libya Devrim Komuta Konseyi’ndeki silah arkadaşlarından, Kaddafa, Warfalla ve Megaraha kabilelerinden seçilen kişilerdi. Benzer bir şekilde, Çin’de yönetimdeki koalisyonu oluşturan Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi üyeleri, üst rütbeli ordu personeli ve parti üyeleri arasından seçilmiş diğer birtakım insanlardı.

Bueno de Mesquita ve arkadaşlarının öne sürdüğü argümanın temel unsuru, devleti kontrol altında tutmaya devam etmede varlığı elzem olan insanların sadakatini garanti altına almak için ihtiyaç duyulan kaynakların çeşitliliğinin ve miktarının, bu insanların yerine başkalarının getirilmesinin kolay olup olmadığına göre değiştiğidir. Liderler, devleti kontrol altında tutacak koalisyonun sadakatini sağlamak için kaynakları artırmak zorundadır. Kazananlar koalisyonu üyelerinin lidere duydukları sadakat, söz konusu faydalardan etkin bir biçimde yararlandırılmayabildikleri ölçüde artacaktır. Liderin, üyeleri bu faydalardan yararlandırmama kapasitesi üye alternatifi arttıkça büyür, kazananlar koalisyonunun mutlak niceliği arttıkça küçülür. Muhtemel üyelerin oluşturduğu havuz ne kadar büyükse yönetimdeki koalisyonun herhangi bir üyesinin harcanabilmesi o kadar kolay ve bu yüzden de sadakatlerinin satın alınması o kadar “maliyetsiz” olur: buna karşılık, kazananlar koalisyonu ne kadar genişse, bu koalisyonun bazı üyelerine doğrudan rüşvet vererek ya da iş imkânı açarak “ödeme” yapılması ve diğer üyelerin bu fırsatlardan mahrum edilmesi o kadar zorlaşır. Bunun sonucunda, kazananlar koalisyonu ile bu koalisyonun seçiciler kuruluna oranı ne kadar küçükse iktidarın tek adamda toplanma ihtimali o kadar artar. Bunun tam tersi de geçerlidir; Yönetimdeki koalisyonun mutlak niceliği ne kadar büyükse ve muhtemel üyelerin oluşturduğu havuz ne kadar küçükse bu muhtemel üyelerin sadakatini korumak için ihtiyaç duyulan kaynak o kadar fazla ve kişilere sunulan faydaların etkisi o kadar az olur. Bu gibi durumlarda, iktidarın tek adamda çok fazla toplanmamasını ve yöneticilerin kendi seçici kurullarına daha çok borçlu olmasını beklemek gerekir. (Besley ve Kudamatsu, 2007): artık burada liderin seçim çevresinden bahsedilebilir.

Bu modelin gerçek vakaları tüm ayrıntılarıyla açıklamada çok basit kaldığı aşikârdır: model, rejim unsurları arasındaki ilişkiler yerine kazananlar koalisyonunun büyüklüğü üzerinde çok durması nedeniyle eleştirilmiştir (Gallagher ve Hanson, 2015). Her halükarda, kazananlar koalisyonunun muhtemel üyelerinin oluşturduğu havuzu nasıl kavramsallaştıracağımız çok şeyi değiştirir. Örneğin, günümüz Çin’inde seçici kurul, kazananlar koalisyonundan çok daha büyük görünse dahi (partinin milyonlarca üyesine karşılık Komünist Parti’nin önemli komitelerinde birkaç yüz veya bin kişi yer alıyor), Çin Komünist Partisi aparatının üst kademelerinde özel yetkinliklere ve sadakatin ispatlanmasına duyulan ihtiyaç düşünüldüğünde, Merkez Komite üyelerinin yerine gerçekten geçebilecek kişi sayısı çok daha azdır. Başka bir deyişle, pratikte, Çin’deki liderlerin günümüzde inandığı hedefler (iktisadi kalkınma ve yurtdışı itibar) düşünüldüğünde, mevcut Çin Komünist Partisi liderlerinin gerçek seçiciler kurulu hayli küçüktür ve bu durum onları diğer elitlere önemli ölçüde bağımlı kılar. Buna karşılık, Mao’nun tek adamlığının ardında, karizmatik otoritesiyle parti dışına da hitap edebilmesi ve ütopik projelerine kendini adayacak insanları yanına çekmesi vardı. Diğer bir ifadeyle, Mao, küçük bir elit kesimin istihdam güvencesini aslında azaltan bir kaynağı kontrol ediyor ve böylece kendi “seçiciler kurulunu” genişletiyordu. Yine de, iktidar sahibi ile onu iktidara getiren seçiciler kurulu arasındaki çatışmanın özü, tek adam iktidarının hangi koşullarda büyütülebileceği hakkında bize bir şeyler söyler: Devletin kontrolünün az sayıda kişiye bağlı olduğu durumlarda, iktidar sahibi, bu kişilerin sadık kalmasını sağlamak için kimi değerli kaynakları bu kişilere dağıtabilecektir; ancak elit kesimin üyelerini değiştirmek görece daha kolaydır. Siyaset bilimcilerinin ve sosyologların “patronaj ilişkileri” adını verdiği durumu yaratan koşullar bunlardır.


Tek adam diktatörlükleri ve patrimonyal rejimler
İktidarın temerküz ettiği tüm tek adam yönetimleri “hami ile himaye edilen” arasındaki ilişkiye, “patronaj” ilişkilerine dayanır (Synder, 1992; Jackson ve Rosberg, 1982, Guliyev, 2011). Patronaj ilişkisi, konumlan eşit olmayan bireyler arasındaki karşılıklı sorumlulukları düzenleyen özel bir anlaşmadır: Hami, himaye edilenin (seçimlerde oy vermesi, patronun düşmanlarına karşı şiddet eylemlerine kalkışması gibi eylemlerle) sadakatini göstermesi karşılığında kıymetli kaynakları (örneğin devlette bir işe yerleştirme, el konulmuş mallara erişim sağlama ve benzer imkânları) ona sağlamayı ve onu korumayı taahhüt eder. Bu özel anlaşma, hamilik yapanın karizması ya da itibarıyla, taraflar arasındaki güveni arttıran akrabalık veya aynı etnik kökenden gelme gibi maddi olmayan unsurlarla desteklenip güçlendirilebilir ancak en nihayetinde tüm patronaj ilişkileri, tarafların birbirine eşit olmadığı ve hamilik yapan tarafın kimi değerli kaynaklan tekeline almış olmasına dayanan özel değiş tokuş biçimleridir. Bu gibi ilişkilerin birden fazla katmanı olabilir, çünkü daha üst katmanlarda birilerince himaye altına alınan taraflar, daha alt katmanlarda birilerine hamilik yapan taraf olabilir ve bu ilişki ağlarının kişisel bağımlılıklardan kurulu “piramitvari” hiyerarşiler yaratması muhtemeldir.

Patronaj ilişkileri her ne kadar tüm toplumlarda görülen temel toplumsal yapılar olsa da (Martin, 2009), iktidarın fazlasıyla tek adamlaştığı siyasi sistemlerde bu ilişkiler her “formel” kuruma (örneğin seçimlere ve anayasaya) yerleşmiştir ve bu kurumların işleyişini çarpıtmıştır: Oyunun “formel” kurallarına sadakati gerektiren kamusal aklın yerini kişisel sadakati gerektiren bireysel aklın almasına yol açmıştır. Patronaj ilişkilerinde önemli olan her zaman kişisel ilişkidir, formel kuralların ne söylediği değildir: bu gibi ilişkiler formel kurumlara yerleştiğinde, himaye altına alınanların –parti üyeleri, yargıçlar vb. – hamileri ne isterse onu yapacağını garanti eder.

Toplumdaki esas siyasi yapılar, bürokratik bir biçimde düzenlenmiş partiler veya ordular yerine patronaj ilişkileri olduğunda, akademisyenler bu durumu patrimonyal ya da neo-petrimonyal rejimler (Synder. 1992), hatta bazı uç örneklerde sultancılık olarak adlandırır (Chehabi ve Linz, 1998). İktidarın ziyadesiyle temerküz ettiği tüm rejimler patrimonyal rejimler değildir: aynı rejim içinde birden fazla hami olabileceği için (örneğin Ortaçağ monarşilerinde feodal baronlar), patrimonyal rejimlerde iktidar her zaman temerküz etmiş de değildir. Mesela Stalin, SBKP’nin genel sekreteri olarak elinde bulundurduğu ve sadık yandaşlarını dağınık parti aparatındaki kilit noktalara yerleştirme imkânını kendisine tanıyan patronaj gücünü suiistimal etmek suretiyle mutlak iktidar sahibi bir diktatöre dönüştü (Hosking, 2000): önceki dönemlerde, Rus Çarları da toplumun baş hamisi rollerini kötüye kullanarak kişisel iktidarlarını aynı şekilde arttırmıştı. Diğer taraftan, bu patronaj ilişkileri Stalin’in sadece karmaşık ve bürokratik bir parti örgütü olmaya devam eden SBKP’yi kontrol etmesini sağladı: halbuki SBKP 1917 Devrimi’nden önceki dönemde Rus devletinin temeliydi. Stalin bu yüzden patrimonyal olmayan totaliter bir rejimde tek adam iktidarı kurmuş biri iken, II. Nikolay patrimonyal bir monarşideki tek adamdı.

Toplumun yapısı ve yöneticinin amaçlan ne kadar karmaşık olursa, patronaj hiyerarşisini kontrol etmek için ondan da karmaşık bir yapıya (örneğin bir siyasi partiye) ihtiyaç duyulması ihtimali o kadar artar (Martin. 2009). Yöneticinin hoşnut tutulması dışında ideolojik vizyonu olmayan tiranlıklar, örneğin İdi Amin veya Macias Nguema iktidarları, bu kurumlar olmadan ülkelerini yönetebilirler: kaldı ki bu gibi durumlarda “yönetimden” bahsetmek hatalıdır çünkü o devletler artık, kaynakları çalma ve zarar verme dışında bir şer yapma imkânları son derece sınırlı yağmacı yerel savaş baronları arasındaki zayıf patronaj ilişkileri ağından ibaret hale gelmiştir (Decalo, 1985). Buna karşılık, büyük totaliter diktatörler, kurdukları kontrol bir yana, hedeflerine ulaşmak için daha karmaşık ve bürokratik kurallara bağlanmış örgütlere ihtiyaç duymuştu. Bu gibi değerlendirmeler kimi akademisyenleri “tek adam iktidarı terminolojisini sadece patrimonyal veya neo-patrimonyal devletler için kullanma önerisini getirmeye itmiştir (Guliyev. 2011). Diğer taraftan, iktidarın büyük ölçüde temerküz ettiği her rejimde, bu rejimler patronaj ilişkilerinden ibaret olmasalar dahi, iktidar sahibi, diğer kurumların isleyişini esasen patronaj ilişkileriyle kontrol eder. Bu nedenle, aslında bürokratik kurallara bağlanmış kurumların tek bir kişi tarafından, kısmen patronaj ilişkileri vasıtasıyla, sıkı sıkıya kontrol edildiği tek adam yönetimi biçimleri (Stalin’in Sovyetler Birliği’nde kurmuş olduğu gibi temerküz etmiş iktidar) ile kurumların baştan aşağıya patronaj ilişkileriyle kalbura çevrildiği tek adam yönetimi biçimleri (patrimonyal yönetim) arasında bir ayrıma gidiyoruz. Patrimonyal yönetim, tek adam iktidarının biraz daha “ağırlasmıs halidir (Guliyev, 2011).

“Patrimonyal’ rejimlerde bütün önemli siyasi ilişkiler kurumsal olmaktan ziyade kişiseldir. Modern dönem öncesi monarşilerin çoğu patrimonyal devletlerdir; ancak “neo-patrimonyal” teriminden de anlaşılacağı üzere, bu yönetim biçimi hiçbir zaman tamamen yok olmamıştır. Neo-patrimonyal rejimler, kâğıt üzerinde modem devletin temel bürokratik kurumlarına –siyasi partilere ve bürokrasilere– sahiplerdir ve bu yüzden de “neo-“ ön eki alırlar. Diğer taraftan, bu kurumlar, patronaj ilişkileriyle baştan aşağı dönüştürülmüş olduğundan, nesnel kriterlere göre işleyemez. Etiyopya’da Haile Selassie’nin 1930’dan iktidardan indirildiği 1974 yılına kadar başında olduğu rejim, patrimonyal rejimlerin klasik bir örneğidir: ancak diğer birçok rejim –Filipinler’de Ferdinand Marcos, Zaire’de Mobutu, Haiti’de “Papa Doc” Duvalier, Uganda’da ldi Amin, Irak’ta Saddam Hüseyin, İran Şahı [Rıza Pehlevi], Suriye’de Esad ailesi tamamen kişisel ilişkiye dayanan patronaj “zincirlerinin” formel kurumlara ve toplumun geri kalanına ne ölçüde nüfuz etmiş olduğuna bağlı olarak bu kategoriye öyle ya da böyle girer. (Brownlee, 2002: Snyder, 1992). Papa Doc yönetimindeki Haiti, örnek teşkil eden bir vakadır: Papa Doc öldüğünde, Haiti’de her yirmi kişiden biri (tamamen patronaj ilişkilerine dayalı olan) Tonton Macoute milislerinin üyesiydi; yaklaşık 7.000 kişiyi geçmeyen ve kendisi de patronaj ilişkileri yumağı olan düzenli ordu bu milis gücünün yanında küçücük kalıyordu (Snyder, 1992).

Patrimonyal rejimlerde yöneticinin özel alanı ile kamu çıkarı arasında bir ayrım yoktur. (Guliyev, 2011) ve bu nedenle devlet yöneticinin ev ahalisinin bir uzantısı, devlet kurumlarına yöneticinin özel mülkü muamelesi yapılır. Yönetici, devlet imkânlarını istediği gibi kullanır, kişisel sadakate bakarak uygun gördüklerine verir, ya da geri alır. Yöneticiyi sadece gelenekler ya da toplumda kendisi gibi iktidar sahibi olmuş diğer hamiler sınırlayabilir. Bu yöneticiler büyük ölçüde baskıcı olabilir (hatta çoğu zaman öyledir): ancak bu baskıcılık en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş ütopik bir ideolojiden ziyade, her şeyden önce, yöneticinin şüphelerinden ve önyargılarından kaynaklanır. Idi Amin veya Macias Nguema rejiminde ölen yüz binlerce insan, bu ikisi belirli bir ütopik projeyi sonuna kadar zorladığı için hayatını kaybetmiş değildi; (bilfiil şiddet uygulamaktan zevk aldığı da söylenen) Idi Amin’in düpedüz caniliği ve Nguema’daki akıl almaz “aydın düşmanlığı” yüzünden ölmüşlerdi.

İstisnalar dışında, patrimonyal yöneticilerin temel ilgi alanı,  kendilerinden ayrı belirlenmiş bir “kamu” çıkarını korumaktan ziyade iktidarını muhafaza etmek ve genişletmektir. Bu yöneticiler kendilerini şaşkınlık verecek ölçüde her şeyin merkezinde görür: 1990’ların başında, Zaire devleti gözle görünür biçimde dökülürken, basımı İsviçre’de yapılan Zaire parası, uygun gördüğü şekilde kullanması için doğrudan Mobutu’nun yatına gönderiliyordu (Bratton ve van de Walle, 1994, s. 475). Rüşvete daha az düşkün patrimonyal yöneticiler dahi devleti şahsi mülkleri gibi görme eğilimindedir ve devletleri bu yüzden büyük ölçüde “yozlaşmış” bir görüntü verir. Yine de, dış müdahale olmadığı durumlarda, kimi patrimonyal yöneticiler sanki inanılmayacak kadar uzun süre iktidarda kalmayı başarmış görünür; Yönetimdeki elitlerin kendisini sınırlamasını, ülke içi muhalefetin bir araya gelmesini ve dış hamilerin yaptırım uygulamasını ustalıkla engellemiştir. Bu yöneticiler, çetin hayatta kalma mücadelelerinden nasıl başarıyla çıkarlar?


Tek adam iktidarında personel yönetimi teknikleri

Patronaj ilişkileri hami ile himaye edilen arasında yapılan özel pazarlıklara dayandığı için, etkin bir tek adam personel yönetimi ile sürekli meşguldür: tek adam diktatörlüklerinde siyasi hayat, takipçilerin sadakatini azami seviyeye çıkarmak için tasarlanmış, bitmek bilmeyen bir randevu, terfi, tenzili rütbe ve azletme döngüsüdür. Tek adam yönetiminin ziyadesiyle güçlendiği siyasi sistemlerde tüm yöneticiler bu yüzden “baş hami” olarak hareket etme kapasitelerini gösteren kapsamlı atama ve azletme yetkilerine sahiptir. Örneğin 1940’lı yıllarda Dominik Cumhuriyeti’nde Trujillo, sadece merkezi hükümet yetkililerini ve ordu komutanlarını keyfe keder atama ve azletme yetkisine sahip değildi: meclis üyelerini, yargıçları ve hatta yerel yöneticileri bile arayıp azledebiliyordu. Trujillo’nun bütün hükümet yetkililerinden aldığı, imzalı ancak tarih kısmı boş bırakılmış istifa dilekçelerini tuttuğu bir dosyası olduğu söylenirdi: bu yüzden “hükümet” yetkilileri istifa etmiş olduklarını sıklıkla işe geldiklerinde öğrenirlerdi (Wiarda, 1968 ). Tarih atılmamış istifa dilekçelerinin toplanması, azil yetkilerinin açıkça yöneticide toplanması ihtiyacını bile bertaraf ediyordu. Söz konusu geniş kapsamlı patronaj yetkileri çoğu zaman anayasalara bile formel olarak geçirilmiştir: Aslında çoğu durumda göz ardı edilen bir belgenin “gerçekten” okunan ve anlam taşıyan tek maddesi bu olabilir (Jackson ve Rosberg, 1982).

Patronaj ilişkilerinin kişisel doğası gereği, eğer iktidar sahibi eşine rastlanmamış bir kişisel karizmaya sahip değilse, kontrol ettiği kaynakların akışında ani azalmalar yaşanması halinde bu ilişkilerin yürütülmesi bilhassa zorlaşacağından, takipçilerine mükâfat olarak dağıtabileceği yeni gelir kaynaklarını sürekli aramak zorundadır. Bu yüzden, iktidar sahibi aynı zamanda bağış toplamayı da bilmeli, ülke dışındaki hamilerden finansal yardım sızdırmalı ya da “kanunun” ne olduğunu belirleme imkânını, birilerine zenginleşme fırsatları yaratırken suiistimal etmelidir. Örneğin Duvalier, Polonya Elçilik Heyeti ile buluşmak, çok az sayıda üyesi olan komünist öğrenci birliğinin protesto gösterisi düzenlemesine izin vermek gibi hareketlerle Doğu Blok’una katılma tehdidinde bulunmuş, ABD’nin komünizm korkusunu ustaca işleyip ipleri fazla kaptırmadan, Washington tarafından hiç sevilmemesine rağmen Amerikan yardımlarını toplamıştı (Diederich ve Burt. 1973). Benzer bir şekilde Mobutu, sadece ABD’nin himayesinde kalmaya bel bağlamak yerine potansiyel hamileri birbirine çarpıştırmak suretiyle (Young, 1994: Turner, 1988) kaynaklara ve yardımlara el koymada, görevdeyken sergilediği davranışlar ne olursa olsun fevkalade başarılı olmuştu (Snyder, 1992). Ülke içi siyasete bakıldığında, bağımsızlık kazanıldıktan sonra işbaşına gelen Afrikalı yöneticilerin çoğunun takipçilerini mükâfatlandırmak ve patronaj ilişkilerini sağlamlaştırmak için kendi içinde haklı gerekçeleri olan “Afrikalılaştırma” politikalarını kullandığı görülür. Yakın geçmişte, örneğin Zimbabve’de Robert Mugabe, ülkenin ekonomide gösterdiği performans yerlerde sürünmesine rağmen, birçok takipçisini yanında tutmayı, beyaz çiftçilerin istimlâk edilen topraklarını onlara dağıtarak başarmıştı.

Bununla birlikte, siyasi mücadeleyi düzenleyen normlar zayıf olduğunda yahut hiç olmadığında, sadece patronaj ilişkileri mekanizmasını kontrol etmek yöneticinin iktidarı elinde rurmasına yeterli olmayacaktır. Tek adam iktidarı, yöneticinin kişisel becerilerine diğer iktidar biçimlerinden çok daha fazla bağımlıdır: iktidar sahipleri, iktidarda kalmaya devam edebilmek için patronaj ilişkilerinin sağladığı gücü akıllıca kullanmalı ve kayırdıkları belli başlı tarafların sadakatini artırmalı, himaye ettiklerinin kendi iktidar odaklarını yaratmasına izin vermemeli ve kendisine karşı örgütlenmelerini zorlaştırmalıdır. Bu tek adam, himayesi altındakilerin sadakatini sürekli kılmak için tarafsız normlara değil, kişisel itibarın ve değerli kaynakları dağıtma kabiliyetine güvenmek zorunda olduğundan, hatta tam da bu sebeple, fazlasıyla yetkin takipçilerden (ki kendisine karşı çıkması en muhtemel olan bunlardır) şüphelenebilir ve daha az yetkin ama sadakati çok daha aşikar takipçileri tercih edebilir. Bu tercih tek adam yönetiminde sıklıkla karşılaşılan bir durumun, kişisel meziyetleri yetersiz; ama dalkavukluk performansı yüksek bakanların ve ordu komutanlarının o makamları işgal etmesinin sebebidir (Egorev ve Sonin, 2011)

Örneğin Mobutu yönetiminde Zaire’de sadık generaller, (darbe girişimini örgütleyebilecek) yetkin generallere çoğu zaman tercih ediliyordu. Bu tercih, ülkenin doğusunda Mobutu yönetimine karşı gerçek bir silahlı direniş başladığında Mobutu’yu yabancı paralı askerlerin kurtarmasını gerektirdi, çünkü kendi ordusunun gerçek bir savaşta işe yaramayacağı ortaya çıktı (Wrong, 2000). Patrimonyal yönetimin daha uç örneklerinde –örneğin, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde kendisini “İmparator” ilan eden Jean Bedel Bokassa’nın (1965-1979) iktidarında veya Ekvator Ginesi’nde Macias Nguema’nın tiranlığında sadece en dalkavuk oportünistlerin iktidar sahibinden mükâfat kopartma şansı vardı (Decalo, 1985); söz konusu rejimlerde rasyonel politikalar üretmenin herhangi bir yolu kesinlikle yoktu. Macias Nguema yönetimindeki Ekvator Ginesi’nde bakanlıklar bir anda toptan kapatılıyordu: devletin görevleri arasında Nguema’nın önem verdiği tek şey iç güvenlikti (Wood, 2004). Tamamen patronaja dayalı sistemler (patrimonyal ya da neo-patrimonyal rejimler) bu yüzden ortaya şöyle bir görüntü nün çıkmasına yol açar: büyük totaliter diktatörlerin yaptığı gibi son derece kurumsallaşmış partileri kontrol eden tek adamlaşmış yöneticiler yerine iktidarı tamamen kendi elinde toplamış ancak yaptıklarıyla “iktidarda kalmaktan” başka bir şey üretmeyen yöneticiler.

Tek adamlaşmış yönetim sistemlerinde “sadakat” , iktidar sahibi ile takipçileri arasındaki (yöneticinin makamındaki zehirli atmosfer düşünüldüğünde pek de önem taşımayan) bağın, iktidar sahibi ile himaye edilen tarafın çıkarlarının düzgün bir şekilde örtüştürüldüğü durumlara oranla daha az duygusallık içerdiği anlamına gelir. Geçmiş başarılardan beslenen karizma ve kişisel itibar her ne kadar takipçilerin sadakatini maddi ödüllere gerek kalmaksızın bir süreliğine sağlayabilse de, takipçiler lidere sadık kalmanın onların temel çıkarlarını tehdit ettiğini düşünmeye başlarsa, karizması son derece yüksek liderler bile takipçileriyle arasındaki kişisel ilişkiyi kaybedecektir. Örneğin Hitler, sıradan Nazilerin gözünde muazzam popülariteye sahip olan biriydi ve karizmatik liderliğin klasik örneğiydi; Sovyetler Birliği’ne karşı girişilen savaşta kişisel itibarını ortaya koymuştu ancak Alman ordularının 1942’de StaIingrad’da uğradığı nihai yenilgi, Hitler’in popülaritesini önemli ölçüde aşındırdı ve nihayetinde otoritesini yok etti (Kershaw 1987). Başarılı tek adamlar –siyasi sistemin en tepesinde siyasi mücadeleyi düzenleyen normların olmadığı durumlarda uzun süre iktidarda kalmayı başaran “Makyavelist” siyasi becerilere sahip olanlar– takipçilerinin çıkarlarını kendi çıkarlarıyla örtüştürürken bu nedenle farklı stratejiler izleme eğilimindedir. Burada bağımlılık, suç ortaklığı ve ayrıştırma olarak adlandırabileceğimiz üç farklı stratejiye sıklıkla rastlanır.

Bağımlılık
Tek adamlar, çoğu zaman, himayeleri altındaki tarafların ona bağımlılığını klasik taktiklerle azamiye çıkarmaya çalışırlar: devlet memurlarının, bakanların ve ordu komutanlarının görev yerlerinin sık sık değiştirilmesi; devlet yetkililerinin kendi yaşadıklan yerlerden uzaklarda görevlendirilmesi ya da uzak yerlere büyükelçi olarak “atanmaları”; (bir iktidar partisi varsa) parti üyelerinin sık sık “tasfiye edilmesi”. Bütün bunlar, tek adam yönetiminde günlük siyasetin devasa bir sandalye kapma oyununa benzemesine yol açar. (Bu analoji, patrimonyal yöneticilerden bahsedilirken, örneğin Turner’da [1988] Mobutu için, Jackson ve Rosberg’de [1982 ] Banda için sıklıkla kullanılır.) Tek adam yönetimlerinin tarihine dair aktarımlar da bu noktada çok büyük ölçüde benzeşir ve iktidarı kendisinde toplamaya niyetlenen yöneticilerin, himaye ettikleri tarafları kendisine bağımlı kılmak için çoğu zaman benzer çözümler uyguladığına yer verir. Örneğin Pinochet de Trujillo gibi tarih kısmı boş bırakılmış istifa dilekçelerini elinde tutuyor (Constable ve Valenzuela, 1993) ve böylece şeffaf ve zahmetli tenzil prosedürleriyle uğraşmak zorunda kalmıyordu.

Bu taktikler, himaye altına alınmış tarafın çıkarlarının haminin çıkarlarıyla örtüşmeye devam etmesini sağlamak için, insanlarda doğal olarak görülen kayıptan kaçınma önyargısını istismar eder. Buna ilaveten, söz konusu taktikler, hamilik edilen tarafların, bulundukları makamların sağladığı kaynaklarla başkalarını kendi himayelerine almasını ve böylece kendi iktidar odaklarını oluşturmasını da engeller. Himaye edilenlerin hamiye bağımlılığı, sadakatsizlikten artık onların da zarar göreceği ve sadakatsizliğe yol açacak faaliyetlere kalkışmaya yetecek kaynaklara erişemeyecekleri seviyeye kadar arttırılır. Söz konusu taktikler, bu nedenle, en çok da iktisadi gelişmenin en önemli aracının devlet olduğu toplumlarda işe yarar. Sömürgeciliğin bitişinin hemen ardından birçok Afrika ülkesinde görülen durum budur çünkü bu ülkelerde devletin bir makamından azledilmenin yol açacağı ekonomik kayıp çok büyüktür.

Devletin içinde patronaj ilişkilerini yürütebilecek çok az merkezin olması, eğer bu ilişkiler zaten tek elde toplanmadıysa, bağımlılığı en üst seviyeye çıkartan bir diğer unsurdur. Tek adamlar bu yüzden hamilikte kıskançtır, bu rollerini paylaşmayı istemezler: yaşadıkları toplulukta başlıca rakipleri, himayeye muhtaç tarafları kendi kaynaklarıyla besleyip alternatif yaratabilecek diğer zenginler ve iktidar sahipleridir. Bununla birlikte, iktidar sahibi, zenginliklerinin ve güçlerinin kendisinin insafına kaldığı mesajını bu kişilere inandırıcı bir şekilde iletebildiği ölçüde onları da kendisine bağımlı hale getirebilir. Örneğin Rusya’da, Vladimir Putin, siyasi faaliyetlere (mesela parti kurmaya) kalkışmaları halinde, (çoğu zaman şüpheli) parasal faaliyetlerinin nokta atışı yöntemlerle soruşturulacağını ve ağır mali yaptırımlarla karşılaşacaklarını göstermek suretiyle (Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, devletteki bağlantılarını kullanarak inanılmaz ölçüde zenginleşmiş) “oligarkları” kendisine bağımlı kılmayı başarmış: yeterince uslu durmayanlar, mesela Mihail Hodorkovski, bir anda hukuki zorluklarla karşı karşıya kalmıştır (Gill. 2006).

Suç ortaklığı
Bağımlılık ilişkisini yaratan sadece iktisadi gelişme imkânlarının haminin tekelinde olması değildir; yapılan işlerden ötürü cezalandırılma ihtimali de bu ilişkiyi besler. İktidarı kendisinde toplamak isteyen yöneticiler, emrini kendisinin verdiği, ya da teşvik ettiği faaliyetler nedeniyle astlarının cezalandırılabilmesini çoğu zaman sağlama alır ve böylece onları da suç ortağı haline getirir. Bu noktada, örneğin, karşımıza takipçilerin yasadışı yollardan zenginleşmesine izin verilmesi, güvenlik güçlerinin yaptığı zulme göz yumulması ya da güçlü şahsiyetler hakkında malzeme toplanması (Rusların deyimiyle “kompromat”) gibi pratikler çıkar. Her an gelebilecek bir cezanın korkusu olmasa kendisi de güçlenebilecek kişilerin başında Demokles’in kılıcı gibi sallanan bu tehdit, himaye edilen tarafın sadık kalmasını sağlar; üstelik iktidar sahibinin görevi başında olmadığı bazı durumlarda da ceza kesilebileceğinden, söz konusu taktikler en azından bazı insanların (örneğin “elinde birilerinin kanı olan” güvenlik güçleri mensuplarının), halk ayaklansa dahi o yönetici uğruna savaşmasını sağlama alır.

Suç ortaklığı teknikleri, yolsuzluğun/yozlaşmanın “yapısallaşmasına” yol açar: yolsuzluk, takipçilerini kontrol altında tutmanın bir yolu olduğu için iktidar sahibi tarafından teşvik edilir. Mobutu rejimi hakkında en çok dikkati çeken gerçek, devletin “yozlaşmasıydı”: Zaire artık “kleptokrasi” olarak adlandırılıyordu. Fakat “yolsuzluk” Zaire’ de bir devlet politikasıydı, yöneticinin çözmeyi başaramadığı bir sorun değildi. Mobutu bir yandan devlet gelirlerinden en büyük payı kendi cebine aktarırken bir yandan da “birçok yetkilinin görev yerini değiştirmek ve azletmek” için yine kendi belirlediği yolsuzluk olaylarını kınama hakkını kendisine saklamıştı (Jackson ve Rosberg, 1982). Mobutu’nun kendisine ayırdığı rüşvetin miktarı efsaneleşmekle birlikte –bir Fransız yetkilinin bir defasında Mobutu’dan “leopar derisi giymiş ayaklı banka hesabı” diye bahsettiğini unutmamak gerekir (Young, 1994)– totaliter olmayan tek adamların çoğu, belirli bir miktar yolsuzluğu teşvik etmeyi hareket tarzı olarak benimser. Alfredo Stroessner’e, Paraguay’ı 1954’ten 1989’a kadar yöneten tek adama atfedilen “suçluluğu körüklemek gerekir: çünkü suçluluk, suç ortaklığını, suç ortaklığı da sadakati doğurur” lafı (SondroI, 1991), ana fikri çok güzel özetler.

Kendisi yolsuzluğa bulaşmamış yöneticiler bile, örneğin İspanya’da Francisco Franco, suç ortaklığı ve dolayısıyla sadakat yaratmada yolsuzluğun ne kadar yararlı olduğunun hayli farkındaydı; Paul Preston’a göre, Franco’yu “bir yolsuzluktan haberdar eden kişilerin alacağı karşılık, sıklıkla, yolsuzluğu yapana müdahale edilmesi değil, yolsuzluk yapana ihbar edilmekti” (Preston, 1995) Tek adam iktidarını fazlasıyla güçlendirmiş diğer yöneticiler gibi, bir süreliğine cezasız bırakılan suç ortaklığının, diktatörlüğün “kirli işlerini” yapanları kendisine bağlamakta sağladığı faydanın Franco da farkındaydı. Ordudaki diğer generallerin itirazlarına rağmen, kana en çok susamış astlarının bazılarını cezalandırmamak, onları kendisine bağlamanın bir aracıydı (Preston, 1995).

Ayrıştırma
Güçlü kişiler –önemli kaynakları kontrol etmelerinin kaçınılmaz sonucu olarak- iktidar sahibine yine de tamamen bağımlı hale getirilemiyorsa, güçlerini birleştirmeleri ve muktedirin hareketlerini sınırlandırmaları engellenecek şekilde çoğu zaman ayrıştırılabilir. Ayrıştırmada kullanılan taktikler her şeyden önce iktidar sahibinin “Makyavelist” becerilerine dayanmakla birlikte, söz konusu taktikler çoğu zaman şaşırtıcı derecede basittir. Örneğin, bakanları grup olarak değil, münferiden kabul etmek, kişisel rekabetleri veya diğer toplumsal farklılıkları istismar etmek, yetki ve sorumluluk alanları çakışan birden fazla güvenlik birimi kurup hepsinin kendisine ayrı raporlama yapmasını sağlamak. Wrong (2000), örneğin, Mobutu’nun asla tüm kabinenin birlikte katıldığı toplantılar yapmayı tercih etmediğini (çünkü bu durumda toplantıda benimsediği görüşü değiştirme imkânını kaybedecekti) , bunun yerine bakanlarla tek tek görüştüğünü, onları birbirlerini ihbar etmeye teşvik ettiğini ve haklı olduklarını herkese her zaman hissettirdiğini aktarır.

Hangi örneğe bakılsa, birden fazla güvenlik birimi oluşturmanın sıklıkla görülen bir “darbe önleme” taktiği olduğu görülür (Quinlivan, 1999). Diğer taraftan, yapıyı böyle kurmanın, tüm iktidarın tek elde toplandığı diktatörlüklerde –Hitler, Trujillo, Mobutu– bilhassa önem taşıdığı da ortadadır. Söz konusu taktiklerin amacı, bir araya geldikleri takdirde tehlikeli olabilecekler arasında rekabet yaratmak ve bu suretle koordineli hareket etmelerini engellemektir. Bu nedenle, tek adamlaşmış iktidar sistemlerinde siyasi rekabet genellikle “hizipleşmiştir”: yöneticinin nüfuzundan faydalanmak ve gözüne girmek için çoğu zaman iktidar partisinin yahut başka bir örgütün çatısı altınI da girişilen, iktidar sahibini devirmeyi amaçlamayan ve muktedirin iktidarda kalmak için akıllıca manipüle edebileceği bir rekabet. İktidar sahibi, nasıl baktığına bağlı olarak, bu çekişmeyi teşvik etmenin yollarını bile arayabilir. İdeolojik değerlendirmelerin en üst düzeyde önemli olduğu Hitler Almanya’sında bilinçli bir şekilde desteklenen bu çekişme çoğu zaman, Naziler Hitler’in gözüne girebilmek için birbiriyle yarıştıkça, politikaların radikalleşmesine yol açtı. (Tarihçi lan Kershaw [1993] bu olguyu “Führer’e çalışmak” olarak adlandırıyordu.)

Tek adamlar “harici” iktidar kaynaklarını da kendilerine bağlamaya çalışır. Daha önce bahsedildiği üzere, Mao ve Kaddafi, “kitlelere” (aslında, devrimci mesajlara açık idealist gençlere) hitap etmek, onları yanına çekmek için kendi itibarlarını ve karizmalarını kullanmak suretiyle “formel” destekçilerinin (Kaddafi, Devrim Komuta Konseyi’nin ve Mao da Komünist Parti’nin) altını oyma opsiyonunu ellerinde tutmuştu. Başarılı tek adam, tek bir güce bel bağlamayı reddeder ve sürekli birbirine kırdırılabilecek gruplar arar.

Siyaset bilimci Soner Çağaptay’ın 2017 Nisan ayında yayınlanan kitabında Türkiye’de son dönemde gerçekleşen hızlı siyasi dönüşüm ve yeni bir Sultanate (saltanat – tek adam yönetimi) rejiminin kuruluşu anlatılıyor

Sonuç
Tek adamlık, demokrasi dışı yönetimin hem en renkli hem de en trajik biçimidir. Bu yönetim biçiminin ortaya çıkmasına en çok imkân tanıyan zemin, siyasi rekabeti düzenleyen normların henüz kurumsallaşmadığı ve bu yüzden de uygulanamadığı yeni rejimlerde birden fazla güçlü lider adayı arasındaki mücadeledir. Diğer taraftan, iktidar sahiplerinin bilgi sahibi olarak veya başka şekillerde sağladıkları avantajları istismar edebildiği ve böylece yönetimdeki diğer elitleri zayıflatarak gücü kendisinde toplayabildiği her rejim bu tehlikeyle her an karşı karşıyadır. Başarılı tek adamlar, bazen tüyler ürpertici toplumsal ve iktisadi politikalar uygulamalarına rağmen, elitler arasındaki muhtemel rakiplerini kendilerine bağımlı hale getirmeyi başardıkları için çok uzun süre iktidarda kalabilir.

Daha önce görmüş olduğumuz üzere, tek adamlar patronaj ilişkilerini ustalıkla istismar etmek suretiyle iktidarda kalır. İktidarı çok büyük ölçüde kendisinde toplayan tüm yöneticiler bunu dikkatle oluşturulmuş patronaj yapılan üzerinden gerçekleştirme eğiliminde de olsa, hakim konumlarını muhafaza etmek için benzer taktikler de kullansa, “tek adam” iktidarı yine de farklı biçimlere bürünebilir. Her şeyden önce, gördüğümüz üzere, patronaj ilişkilerinin yoğunluğu farklılık gösterir: Bu ilişkiler toplumun tamamını istila etmiş olabileceği gibi sadece yöneticinin siyasi partiler gibi aslında etkin işleyen kurumları kontrol etmesinin araçları da olabilir. Totaliter sistemlerdeki tek adamlar. Hitler veya Stalin gibileri, ideolojik vizyonlarını uygulamaya koymak için büyük ölçüde kurumsallaşmış, bürokrasisi güçlü partilere ve orduya ihtiyaç duymuştu. Buna karşılık, ideolojik vizyonu olmayan tek adamlar dahi yönettikleri toplumu kontrol altına almak ve belirli ölçüde karmaşıklık içeren politikaları hayata geçirmek için görece kurumsallaşmış örgütleri kullanmıştır.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.