Sivilleşemezsek Medeni Olamayız
Hikayeler / İnsanlık Halleri | canakci | Ocak 31, 2021 at 2:13 pmGünümüz dünyasının çok büyük dönüşümlere gebe olduğunu, ama eskisinden kurtulmadan yeni bir çağa geçemeyeceğimizi, Araf’ta da kalamayacağımızı görmemiz gerek. Geleceğin toplumunda çaresiz kulların ve mülksüz emekçi sınıfının bir yeri olduğu görünmüyor. Şimdi bütün toplumların geleceği artık ertelenemez, geçiştirilemez bir konuma gelmiş olan sivilleşme yani tebaadan girişimci bireylere dönüşebilme kabiliyetine bağlı.
Eskiden tüm ülke toprakları hükümdarların mülkü ve dolayısıyla üzerinde yaşayan tüm insanlar da onun kulları idi. Mesela Osmanlı’da hep “yukarıda Allah olduğu” söylense de onun yeryüzündeki sınırsız gücü aslında hem peygamberin asasına, hem de askerin kılıcına sahip bir konumda bulunan bir halife tarafından temsil edilmekteydi. Avrupa’da ise siyasi ve ilahi güçlerin temsilcileri papalık ve monarklar olarak ayrı güç odakları tarafından temsil edilse ve aralarında daima güç mücadeleleri bulunsa da sonuçta halka hükmetme konusunda hepsi tereddütsüz birbirleriyle daima ortak idiler. İnsanların yaşam hakkı dâhil tüm hakları bir yerel despotun iki dudağının arasında idi. Yerel despot o zamanki Osmanlıcasıyla “salb-ü siyasete mezun” yani istediğini asıp kesme yetkisine sahip idi. Merkeze doğru gidildikçe feodaller üzerinde dahi sınırsız güç sahibi olan daha büyük güç odakları ortaya çıkıyordu. Toplumsal hayatın hiyerarşik ve değiştirilemez bir düzeni vardı. Her insan bir diğerinin mevki/makam olarak yukarısında veya aşağısında bir konumda olurdu. Yukarıda olanlar aşağıdakilerin hayatına hükmetme gücüne de büyük ölçüde sahipti.
O yüzden kralın mesela istediği lordu öldürüp mallarına da el koyma gücünü sınırlamak üzere hazırlanan ve 1215 yılında mecburen imzalamak zorunda bırakıldığı ilk taahhütname olan Magna Carta Libertatum tarihte hükümdarların üretim araçları üzerindeki sınırsız tahakküm hakkına olan ilk itirazın resmen deklare edilip kayda geçirildiği bir dönüm noktası olarak anılır. Daha sonraki yüzyıllar içinde lortların (parlamentonun) kral üzerindeki yaptırım gücü zaman zaman geriye ve ileriye doğru gitse de sonuçta insanlığın nihai gelişim istikameti bireyin bazı haklarını tanımak yönünde olmuştur.
“Sivil” kavramı bana en ilginç gelen sözcüklerden birisi. “Kimsenin kulu olmayan, şehirli” anlamındadır. 18. yüzyılın başlarında doğan ve Fransız devrimi ile sonuçlanan entelektüel ve felsefi Aydınlanma Çağının getirdiği “liberté, égalité, fraternité” gibi sonuçta kimsenin kimseye hükmetmediği bir şehirli (citoyen-yurttaş) hayatına işaret eden kavramlardandır. Çünkü o sıralar bağımsız köylülük henüz pek öne çıkmıyor.
Kökeni çok eskiye dayansa da bu kavramın dünya literatürüne girişi aydınlanma çağı sonrasındaki Fransız devrimi sırasında olmuş. Sivilleşme (civilization) medeniyet anlamında kullanılıyor. Bu durum “”Vatandaş henüz sivilleşememişse orada medeniyet olmaz”” şeklinde de tercüme edilebilir. Türkçemizde Sivilizasyon’un “Medineliliği” ifade eden bu “medeniyet” sözcüğünden başka hiçbir gerçek karşılığının bulunmaması ve ayrıca “çıplaklığa” da işaret etmesi bana pek ironik geliyor. Çünkü çıplaklık üniformasızlık (yetkisiz / değersizlik), yani en alt seviyede kul olma durumunu ifade eder.
Devrimin toplumdaki etkilerini inceleyip hükümdara rapor etmekle görevlendirilen Reisülküttap Atıf Efendi’nin 1798’de (yani Fransız Devriminin başlamasından 9 yıl, Voltaire ve Rousseau’nun ölümlerinden ise 20 yıl sonra) kaleme aldığı rapor çok ilginçtir. Fransız devrimini bir “fitne kaynağı”, “fisk ü fücur cümbüşü”(Haddini aşma, hak yolundan ayrılma coşkusu) olarak nitelendiren “muvazenei siyasiye” isimli raporda şöyle yazılmaktadır;
”Voltaire ile Rousseau denmekle maruf ve meşhur olan zındıkların ve onlar misillû dehrilerin (Âlemin ezelî ve ebedîliğini iddia edip âhirete inanmayan münkir ve imansızların) hâşâ sümme hâşâ Allah’a ve peygamberlere dil uzatmak, her türlü kutsallığı yok etmek, eşitlik ve cumhuriyeti ilan eylemek için karaladıkları eserler çoluk çocuk arasında rağbet bulup dinsizlik ve fesad frengi illeti gibi yayılmıştır” “güya saadet-i kâmile-i dünyeviye’yi ihraz etmek emniyesiyle müsavat ve serbestiyete can attılar. Allah korkusunu kaldırıp ar ve namusu mahvetmişler, her yerde kafadarlar sağlayarak “İNSAN HAKLARI” dedikleri isyan bildirilerini yabancı dillere de çevirtip milletleri, hükümdarların aleyhine kışkırtmışlardır.”
Osmanlının Avrupa’da ortaya çıkan bu gelişmelerden çok fazla tedirgin olduğu ve kendi topraklarına da gelmesinin önüne geçebilmek üzere (matbuat yasağı gibi) çok katı tedbirlere başvurduğunu biliyoruz.
Heyhat bu tedbirlerin “Aydınlanma”yı engellemede günümüze kadar gelen etkileriyle çok başarılı olduğunu görebiliriz.
Reisülküttap Atıf’ın kullandığı “Haddini aşmak” gibi bir sözcüğün günümüz siyasetinde bile devletliler tarafından hâlâ kullanılabilmekte oluşu aydınlanma bilincinin (sivilliğin/medeniyetin) ülkemizde henüz yeşermediğinin, saltanat döneminin kültüründe yaşanmaya devam edildiğinin bir göstergesi. Çünkü Arap dilinde hadd sözcüğü dikey sınırı ifade eder (Hadd – hudut denildiğinde bir şeyin dikey ve yatay sınırları kast edilir ki bütün halkın Sultanın kulları olduğu eski hiyerarşik toplum yapısına işaret eder. O düzende herkes mevki mertebesine göre kendini konumlandırmak ve ona göre davranmak zorunda ve yanlış bir muhatap olma biçimi “haddini aşma” suçunu oluşturyor. Oysa aydınlanmanın esası halk arasındaki bu hiyerarşik konumlanmayı kaldırmak ve tamamen “eşit yurttaşlık” prensiplerini oluşturmak üzerinedir. Medeni bir dünyada sivil yurttaşlar arasında mevki mertebe farkı bulunmaz, yani insanların haddi hududu yok, bilakis ifade özgürlüğü vardır. Modern dünyada “Sultana hakaret” diye bir suç çeşidi de yoktur, çünkü saltanat yok edilmiştir.
Aydınlanmanın “Sivil” gibi “yurttaşlık, adalet, eşitlik, özgürlük gibi “insan hakları” gibi en temel kavramların bile hepsi bugünkü dilimizde içi boşaltılmış tamamen anlamsız kavramlar haline getirilmiş durumda. Mesela “Sivil” denilince biz bugün ne anlıyoruz? Başıbozuk mu? Asker sınıfından olmayan mı? Çıplak mı? Devletin kolluk gücü asker/ polis üzerine üniforma giymezse hemen sivil mi oluyor? Görevi başında “sivil polis” nasıl olunabilir? Tebdili kıyafetle gezdiğinde birden “devletin adamı değil” hale mi geliniyor? Non-Governmental Organisation (NGO) kavramının “Sivil Toplum Örgütü” diye çevrilmesi doğrudur. Çünkü “sivil” sözcüğü gerçekten “hükümetin kontrolü altında olmayan” demek. Ama bizde neden hepsi hükümet organizeli olan örgütlere -gerçeğin tam aksine- sivil toplum örgütü deniliyor. Devlet memuru “devletten emir alan”(emr fiilinden geliyor), amir de emir veren demek. Kamuda seçilmişler dâhil rütbe sırasına göre(silsile-i meratiple) herkes emir alıp veriyor. Peki o zaman kamuda “sivil memur” diye bir şey olabilir mi?
Bir anarşist sloganı olan “Mülkiyet hırsızlıktır!” (La propriété, c’est le vol!) lafı anarşizmin babası olarak kabul edilen Marx’ın çağdaşı Fransız düşünür Pierre-Joseph Proudhon’a atfedilir. Ama aslında, kendisi tam olarak böyle dememiş, 1840’da basılan “Mülkiyet nedir?” adlı eserinde tam olarak şöyle diyor;
“Şayet “kölelik nedir?” sorusuna cevap vermem gerekseydi ve tek kelimeyle, kölelik cinayettir deseydim, ne kastettiğim derhal anlaşılırdı. Bir insandan düşünme yetisini, iradesini, şahsiyetini almak kudretinin hayat memat meselesi olduğunu ve bir insanı köleleştirmenin onu öldürmek olduğunu göstermek için uzun söze hacet olmayacaktı. Öyleyse niçin “mülkiyet nedir?” sorusuna, anlaşılacağımdan emin olarak, “hırsızlıktır” diye cevap veremiyorum; ne de olsa ikinci soru ilkinin şekil değiştirmiş halinden ibaret değil mi?”
Proudhon’un kastettiği kuşkusuz ki sadece “üretim araçlarının” mülkiyeti ve o yüzden bunu “servet düşmanlığı” olarak yorumlamak pek gerçekçi olmaz. Sahipliği “haksızca, ahlaksızca” görülen mülkiyetler, zenginlerin kendilerine refah üretmek için kullandıkları (yatları / katları anlamındaki) özel servetleri değil üretimde kullanılan toprak, fabrika gibi mülkleri idi. Mülkiyet sahiplerinin bu sahiplikleri vasıtasıyla mülk sahibi olmayan diğer insanları köleleştirme gücüne kavuşmaları nasıl adil kabul edilebilir? Tüm topraklar, tüm üretim alanları (işyerleri) sahipli olunca mülksüzlere kendini gerçekleştirebileceği bir yaşam alanı kalmıyor. (Adolf Hitler’in “Kavgam” kitabında bahsettiği lebensraum (yaşam alanı) kavramının mülksüz geniş kitleler için ne kadar çıldırtıcı önemde olduğunu biliyorsunuz.) Proudhon’un bu şekilde tartışmaya açtığı sorun, siyaset felsefesinin temelinde yatan ve insanoğlunun bugüne değin bir türlü çözümleyemediği sosyoekonomik düzenin özüne işaret etmektedir.
Üretim araçlarının sahipliğinin insanlar arasında yarattığı iflah olmaz uzlaşmazlığa Karl Marx’ın bulduğu çözüm tüm mülkiyeti devletin tekeline almaktı. “Her şey devletin olmalı” tezini savunarak, “Kişi kullansın ancak sahip devlettir” demekteydi. Oysa devlet dediğiniz bürokrat ve siyasiler de sonuçta kapitalistler gibi küçük bir grup insan. “Sahip devlettir” demekle çalışan kitlesinin tüm hakları devletli bürokratların eline verilmiş ve çalışanlar da onların kölesi yapılmış olmuyor mu?
Bolşevik devrimi sırasında (köylülerin destek vermelerini sağlamak için) bizzat başkan Lenin tarafından yazılan kararnameyle hemen 26 Ekim 1917 günü özellikle monarşiye, manastırlara ve kiliselere ait topraklar, (üzerindeki canlı hayvan, ekipman, bina ve her şey dahil olmak üzere) aristokrasinin elinden (tazminsiz bedelsiz) alınıp bağımsız çiftçilere verilmişti. Ama hemen birkaç ay sonra (19 Şubat 1918 günü) bağımsız işçilerden geri alınıp “köylü vekilleri Sovyeti” isimli yeni bir kolektife (yani devlete) devredildi.
Aslında köylünün toprak sahibi olması (özel mülkiyet sayıldığından) Bolşeviklerin teorilerine aykırı, yani aslında hiç istemedikleri bir durum. O yüzden, Stalin’in uygulamayı tersine çevirmesi ve kırsal alanlardaki kollektivizasyon politikasını başlatması özellikle köylüler tarafından şiddetli muhalefetle karşılanmış. Köylüler kolhoz(kolektif çiftlikler) ve sovhoz (devlet çiftliklerinde) çalışmak değil kendi çiftliklerini bağımsız olarak işletmek istemişlerdi.
Şimdi söyleyiniz, siz çiftçi olsanız emir komuta altında ekip biçtiğiniz toprakların monarşiye, kiliseye, aristokrasiye ait olması ile “kolhoz/sovhoz” adı verilen bir kolektife ait olması arasında ne fark var? Siz birilerinin kölesi olacak olduktan sonra adı ister Kolhoz / Sovhoz, Saltanat, veya Milli İrade olsun, kimin kölesi olduğunuzun ne önemi var? Kullandığınız üretim araçlarının mülkiyeti üzerinden size hükmeden bir kolektif irade varsa eğer sizin hayatınızın asıl anlamı olan şahsi iradeniz tamamen yok sayılmış olmuyor mu?
Nitekim Bolşeviklerin 1917’de başlattıkları hareketin başarıya ulaşması ve tüm üretim araçlarının mülkiyetinin (temsili bürokrasi üzerinden) Stalin’in tek adam yönetiminin kontrolüne girmesi köylü çiftçi için felaket getirdi. Stalin’in bu yanlış ve kasıtlı (siyasi ve idari) kararları 1932 yılında sadece Ukrayna topraklarında yaşayan 5 milyon kadar insanın açlıktan ölmesine yol açmış ve tarihe Ukrayna Holocaust’u (Holodomor Soykırımı) olarak geçmişti. Tabii ki böyle bir sistemin doğru çalışması ve toplumlar için tatminkâr bir sonuç vermesi zaten imkânsızdı. Nitekim devlet kapitalizmi daha sonra da denendiği tüm diğer ülkelerde de çok başarısız oldu, insanlık dramlarına sahne oldu. Tarih tekerrürden ibaret değildir ama sanki hiç ders alınmamış olmalı ki halen Juşizm adı verilen bir tür faşist saltanat rejimiyle yönetilen Kuzey Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nde daha yakın zamanlarda (1994-1998) tecelli etmiş ve Holodomor’a benzer şekilde kötü yönetim sonucu kıtlık ve açlıktan kitle ölümleri gerçekleşebilmiştir.
Kapitalistler hiç olmazsa rekabet koşuları içinde elini taşın altına koymakta ve kendi varlığıyla riske girmekte iken devlet adını verdiğiniz siyasetçi ve bürokratlar hiçbir riske girmiyorlar. Başarısız olan kapitalist servetini kaybedip piyasadan çekilirken kamunun işletmeci bürokratı için böyle bir durum pek söz konusu değil. Kapitalist girişimcilik için liyakat gerekirken kamu bürokratı için böyle bir şey pek söz konusu değil. Kapitalist sanayici tüketicinin ve çalışanlarının taleplerini sürekli dikkate almak zorundayken siyasetçi bürokrat için amirine tam biat etme sadakat ve itaat dışında hiç bir şey gerekmiyor.
Toprak, maden, fabrika gibi üretim aracı olma potansiyeli taşıyan mülklerin sahipliği konusu bence hakikaten kafa karıştırıcı. Çünkü herhangi şekilde mülkiyet sahibi olan kişi mülkünü atıl tutarak ya da kendisi en verimsiz halde yöneterek sahip olmayanlara (yani toplum geneline) büyük zarar verebilir. Atıl tutulan veya kötü işletilen her bir varlıktan oluşan potansiyel katma değer üretimi kaybı o mülkün olası zilyetlik kira bedelinin onlarca katına ulaşabilir. Mülk sahibi olmadığı için çalışamayan ve üretemeyen pek çok kişinin potansiyel katma değer üretimi kaybedilmiştir. O yüzden, vaktiyle “at binenin kılıç kuşananın, toprak işleyenin olmalı” denilmiş. Devletin ülkedeki mülklerin (tüm varlıkların) %70’den fazlasının sahibi olduğunu düşünün. Bu mülklerin hangisi ile ne kadar bir katma değer üretilebiliyor? Bu durumun, hepsinin asıl sahibi olduğu söylenen vatandaşa herhangi bir getirisi var mıdır? Tabii ki bir işi işlemek /işletmek liyakat işidir. Devletin kendisinde bu yok, ama bürokrasi siyasi amaçlar dışında özel yapılara devretmekte de kıskanç olunca büyük varlıkların atıl kalması da bir kader oluyor.
Devletin ekonomik faaliyetlerinde en kötü ve en sömürgen bir işletmeci olduğunu da hiç akıldan çıkarmayalım. Vatandaş eğer (miras ve sair yolla hasbelkader kendi mülkiyetine geçen, ama işletmeciliğinde liyakat sahibi olmadığı) bir işyerinin işletmeciliğine soyunursa onun da verimsiz ve sömürgen olacağına hiç şüphe yok. İşletiminde tecrübe ve liyakat sahibi olmadığı bir üretim aracının mülkiyetine sahip olan kişi eğer akıllı ise onu en yüksek bedel ödeyene satmak ya da en yüksek kira ödeyenin zilyetliğine vermek konumundadır. O mülkü en yüksek bedeli ödeyerek satın alacak ya da kiralayacak kişi de en yüksek verimle işleterek ya da başka şekilde değerlendiren, hem çalışanlarına hem de müşterilerin en yüksek faydayı sağlayabilecek potansiyel liyakate sahip olmak zorunda. Çünkü rekabetçi profesyonel sistemde, bir insanın kendine bir iş alanı seçmesinden ziyade, bir bakıma işler kendilerine en layık adamı bulup seçiyorlar. Tabii, yukarıda sadece gayrimenkul, menkul kıymet gibi fiziksel varlıkları hesaba kattık. Oysa bazen bilim, sanat teknoloji alanlarında yaratı, inovasyon, tasarım konuları becerileri çok büyük kıymetler ifade edebiliyor. Toplumsal ekonomik kültürel ortamdaki kusur ve eksiklikler insan kaynaklarının (kimi bireylerde var olabilen büyük zihinsel üretim becerisi potansiyellerinin) ülke adına kaybedilmesine, fikri mülkiyetlerin elde edilememesine, yani toplumun yararına olan bir ekonomik faaliyetin yürütülerek paranın yapılamamasına yol açıyor. Toplumun elinde var olan kaynak bir başka toplumun, grubun, zümrenin eline geçiyor.
Kapitalist sistemde 80’lerin başlarında ABD’de bir Yuppie kavramı vardı. Bunlar, genç profesyonel çok fazla para kazanan ve fahiş fiyatlı şeylere çılgınca para harcayan tuhaf insanlar olarak bilinir ve esas olarak Wall Street’in menkul kıymetler, para borsa insanlarını akla getirirdi. Yuppie; bir tür para sihirbazı olarak görünür, değeri yükselecek veya düşecek olan hisselerin kokusunu alabilen özel insanlar oldukları düşünülürdü. Şimdilerde bu tabiri hiç duymuyoruz, çünkü sanırım artık yok oldular. Borsada hala büyük paralar kazanılabiliyor ama sanırım yuppie’ler artık şimdilerde anladığım kadarıyla mesleklerini büyük ölçüde bilgisayar algoritmalarına kaptırdılar. Para sihirbazlarına atfedilen “koku alma duygusu” aslında bazı parametreleri doğru değerlendirebilme becerisiydi ve bu becerinin büyük veri tabanlarına erişebilen yapay zekâlarda insandan çok daha fazla olduğu anlaşıldı. Yanlış öngörü riski tabii her zaman vardı ama marifet büyük verileri işleyip hangi durumda nelerin olduğuna ilişkin trendleri doğru yakalayabilmek olduğunda hiçbir insan bir bilgisayarla boy ölçüşemez hale geldi. Al – Sat kararlarının becerikli yuppie’lerden alınıp büyük ölçüde yapay zekâlı analiz programlarına aktarılması bu işle ilgili rantların da bireylerden şirket sermayedarlarına doğru el değiştirmesine yol açmış olmalı.
İşte Endüstri 4.0’ın getirdiği yeni dönem tam da bunu ifade ediyor. Sosyoekonomik düzende eskiden sadece “emeğiyle” yer alan geniş kitleler yeni düzende tamamen “ihtiyaç dışı” hale geliyorlar. Her türlü emeğin getirisi akıllı makineler üzerinden onların sahibi konumundaki sermaye sınıfına geçiyor. Tamamen ihtiyaç dışı bir konumda kalan “emekçi” yeni sosyoekonomik düzende kendini nasıl var edebilecek?
Bir örnek üzerinden konuyu ele almak istiyorum. İstanbul’da halen resmi taksi sayısı toplam 18 bin iken, farklı şekilde çalışanlar(korsan taksiler) eklenince 109 bin oluyormuş. Buradan şu değerlendirmede bulunabiliriz. Eğer plaka sınırlaması olmasa ve rantlar da biraz kısılıp fiyatlar biraz aşağı çekilebilse burada en az 180 bin taksiciye ekmek var. Düşük maliyetli sürücüsüz elektrikli arabalar devreye girdiğinde insanlar sermaye verimliliği açısından daha rasyonel düşünüp özel araçlarını satmayı ve günlük ihtiyaçları için bu şekilde ortak kullanımlı araçları pekâlâ tercih edebilirler. İstanbul’da trafiğe kayıtlı 3 milyon 571 bin araç bulunuyormuş. Sadece onda biri ortak kullanıma geçse (taksileşse) 350 bin yapar. Klasik mantıkla 350 bin taksiciye iş alanı oluyor, yani taksici aracın fiilen sahibi olamasa da leasingle veya zilyetlikle girişimci işletmecisi olur. Zamanla sahibi haline de gelebilir, 350 bin aile bu işten geçinebilir. Özel aracını satıp ulaşımını bu yolla gerçekleştirenler kendi ulaşım maliyetlerinde büyük tasarrufa geçerlerken taksicilikten ekmek yiyenlerin sayısı da en az iki kat artabilir. Taksisiyle ulaşım hizmeti veren kişi ithal fosil enerjisi tüketmek yerine kendi çatısından üreterek aracını şarj ettiği elektrik enerjisini kullanırsa maliyeti çok azalır. Hizmeti alan eğer ödemeyi (banka vb aracı kuruma hiç uğramadan) kendi blokzincir (sanal para) cüzdanından hizmeti vereninkine aktarabilirse arada ödenen haraçlar vb olmayacağından maliyet sıfıra doğru azalır. Win-win… Herkes kazanıyor yani hem hizmeti alan, hem de veren. Sadece aradaki plaka, enerji ve kamu rantları ortadan kalkmış oluyor. Size hiç faydası olmayan birşey için niye ödeme yapmanız gereksin ki?
Tabii rantiyeleri hiç hesaba katmadık. Onlar bu işe dünyada razı olmazlar. Plaka mülkiyetinin (kısıtlamasının) yarattığı rantın sonsuza kadar sürmesini isterler. Tabii kamuya ait ballı rantların kesilmesi de devletlilerimizi şiddetli rahatsız edecektir. Trafik polisleri “sürücüsüz” elektrikli aracı kenara çekip “ehliyet ruhsat lütfen” diyebilecekler mi? “Yardım çantanız eksik, çekme halatı bulundurmamışsınız beş yüz lira ceza vereceksiniz diyebilecek mi?” Diyemeyecek. O zaman yukarıdaki insan haklarına uyumlu modele kolay kolay izin verilemeyeceğini, daha tekelci, rantçı kolektif bir sistemin yasalaştırılmasının tercih edileceğini de öngörebiliriz.
Yanlış anlaşılmak istemiyorum. Maksadım rantiyeleri yok etmek gelirsiz bırakmak değil, tam tersine herkesi rantiye girişimci kapitalist yapmak, sermayeyi tabana yaymak. Eskiden sadece imtiyaz sahibi küçük bir kesime nasip olan sermaye rantlarını nüfusun geniş kesimine yaymak.
Oysa şimdiki mevcut kolektif düzen benim önerdiğimin tam tersini tercih ediyor. Yani mesela taksi işletmeciliği kamulaştırıp, İETT gibi BİT haline getirilebilir yahut da ihale “kamusever” bir müteahhidin şirketine verilerek kamu bankası tarafından da kredilendirilir. (Tabii aynı şirketin hava taksi ve deniz taksi bölümleri de olacak) Böylece tüm taksilerin merkezi idareli bir hale getirilmesi sağlanır. Tabii bu versiyonda plaka tahdidi ve tekel imtiyazı da olacağı için müşteriye maliyeti pek düşük olamayacağından talep çok fazla artmayacak. Sivilleşme için çok kötü ama kamu güvenliği (Orwellyen milli istihbarat ihtiyaçları) ve gelirleri açısından olsun kamu müteahhitleri açısından olsun win-win ( kazan- kazan) oluyor. Ama bu durumda 350 bin taksici ve ailesinin artık bir işi ve geliri olamayacak (onlar da artık başka iş bulsunlar eğer bulabilirlerse tabii)
Tüketici de pahalı taksi hizmetini çok fazla tercih etmeyecek, kamunun balık istifi metro / metrobüs araçlarını tercih edecekler. Daha geniş planda diğer mesleklerle ilgili tüm uygulamalarda da benzer bir model (merkezcil endüstri 4.0) takip edilecek olursa “gelir getiren bir işi olan” çalışan insan (tüketici) sayısı sürekli azalıyor. Peki, böyle bir durum dürdürülebilir midir? Zincirleme reaksiyonla her alanda bireysel üretim, üretici ve tüketici sayısı sürekli azalacak olursa çarklar bir süre sonra tamamen durma noktasına gelmez mi? İşsizliğin çığ gibi arttığı bir ortamda işsizlerin yaratacağı sosyal çalkantıyı durdurmak imkânsız hale gelmez mi?. UBİ (Evrensel Temel Gelir) yaklaşıomı bile dengesizliğin bu boyuta ulaştığı bir sistemde muhtemelen çalışmayacaktır. (Yapay zekâ emülasyon programına koysun çalıştırsın, böyle bir sistemin ne kadar sürede kilitleneceğini hesaplayıp önünüze koyabilir diye düşünüyorum). Akıllı bir müteahhit de bunu görebilir, ama maalesef bürokrat ve siyasiler bence böyle bir öngörüye sahip değiller, olmadıklarını daha önceki performanslarıyla da ortaya koyuyorlar zaten. Belki, tercih ettikleri programın birileri taş koymazsa hep sürebileceğini sandıklarından, belki olası sonuçların kötülüğüne aldırmadıklarından, ya da başka çareleri olmadığından… Hiç bilemiyoruz. Otokratik merkezcil sistemde tarihten bu yana yönetici sınıfın devasa yanlışlarının sonuçları alt sınıflar için daima çok korkunç oluyor, üsttekiler için ise sadece olumsuz bir tecrübe. Osmanlı’da bunun her türlüsünü görmüştük. Tarih tekerrürden ibaret midir? Hayır, değildir. Sonunda mutlaka değişir.
Kolektif otoriter sistemi savunanlar size şöyle bir savunma yapacaklardır, diyecekler ki; “Modern endüstriyel mal/hizmet üretimi “ölçek ekonomisi” gerektirir. Küçücük toprakta endüstriyel tarım rekabetçi bir verime asla ulaşamaz. Küçücük atölyede rekabetçi bir sanayi üretimi olmaz. Büyük fabrika, büyük kapital gerektirir, sermayesiz emekçiyi yatırımcı girişimci yapmak imkânsızdır. “
Bunların hiçbiri kesinlikle doğru değil. Artık Şarlo’nun “Modern Zamanlar” filmindeki Taylor’cu yürüyen bant döneminde yaşamıyoruz. Endüstri 4.0 devrimi bize zamandan ve mekandan bağımsız üretimi getirdi. Artık en sofistike üretim bile tek girişimcinin tek başına üretebileceği küçüklükteki parçalara ayrılabilir hale geldi. Üretici ürününü dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan çok sayıdaki tüketiciye sunabilir.
Bireyler için eskiden hayal bile edemeyeceğimiz şeyler artık pekâlâ mümkün hale geldi. Yaşamdan vazgeçemeyiz, hayatımızı aptal ve despot otoritelerin emir komuta zincirlerine teslim edemeyiz, üretimden vazgeçemeyiz. Emeğimizi gereksiz ve değersiz sayan kolektiflere inat aklımız ve yaratıcılığımızla kendimizi girişimci/yaratıcı üretici yapabilir, hayatımıza anlam katabiliriz. Bunu yapmak zorundayız, yoksa gelecekte bizim ve çocuklarımızın emekçi olarak sürdürebilecek bir hayatı olmayacak.