Türkiye ve Dar Koridor

Hikayeler / İnsanlık Halleri | | Haziran 21, 2021 at 5:56 pm

Acemoğlu ve J. A. Robinson’un  “Dar Koridor”isimli eserinde Türkiye’nin yakın dönem tarihi ve kısa bir süre önce “dar koridor”a girme fırsatını kaçırıp “Despotik Leviathan” modeline doğru savrulması şöyle anlatılıyor;

2000’lerin başında Türkiye koridora girmek için kendine bir fırsat yaratmıştı. Türkiye de ordu ve bürokrasinin egemenliğindeki Despotik Leviathan ile yola çıkmıştı. Türkiye 2000-2001 krizinden sonra, bir dizi önemli reform sonucu hem ekonomisinin güçlü biçimde toparlanmasından hem de Avrupa Birliği’ne (AB) giriş sürecinin teşvik ettiği siyasi reformlardan yararlanmıştı. Bir süre, Türkiye koridora girebilecek gibi görünmüştü, Ancak böyle bir geçiş için gerekli koalisyonlar ve uzlaşılar oluşmadı.

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurumsal mirasını büyük ölçüde yok sayarak kurulduğu halde, önceki dönemle önemli devamlılıklar gösterir. Cumhuriyetin kökleri 19. yüzyılda başlayan reform hareketlerindedir. Bunlardan ilki, önemli mali ve siyasi reformlar ilan eden 1839 tarihli Gülhane Hattı Hümayunu ile başlayan Tanzimat’tır. Daha sonra “Jön Türkler” ve (çoğunlukla) düşük rütbeli subayların oluşturduğu güçlü bir yapı olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) reformları geldi. Bu reformların özellikle de ITC’nin yaptıklarının amacı despotik Osmanlı Leviathan’ının yönünü temelden değiştirmek değildi. Devlet kapasitesini geliştirerek zayıflamasını durdurmayı hedefliyorlardı. Yapılan reformlar ve modernizasyon bariz bir şekilde yukarıdan inmeydi. Örneğin; İTC, 1908’de parlamentoda iktidarı alarak Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’le yönetimi paylaşmaya başladığında, modernleşme çabalarına karşı olan muhalifleri, sendikaları ve 1839’dan sonra oluşmaya başlayan sivil toplumu sert biçimde bastırmıştı. Altı yıl sonra, Rusya’nın Almanya’ya savaş ilanının ertesi günü, İTC, iki liderinin Almanya’yla yaptıkları gizli bir anlaşma ile Osmanlı İmparatorluğu’nu Birinci Dünya Savaşı’na soktu.

Daha sonra Atatürk adını alacak Mustafa Kemal’in liderliğindeki güçlerin zaferiyle 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti pek çok yönden İTC’nin oyun tarzını sürdürdü (Atatürk dahil liderleri İTC’nin eski üyeleriydiler). Ordu ve bürokrasinin önderliğinde (iş çevreleri ve diğerleri bu koalisyonun sadece çeperde kalan unsurları olarak dâhil edilmişlerdi) daha fazla reform ve devlet inşası için yol açıktı, ama sadece despotik tarzda bir devlet oluşumu için. Artık iktidar merkezi Atatürk’ün Cumhuriyet Halk Partisi’ydi (CHP). CHP, ekonomi ve toplumu modernleştirdi ama liderleri ve müttefikleri için denetlenmeyen bir iktidar ve ekonomik zenginlik de getirdi. Kadınların özgürleştirilmesi ve güçlendirilmesi, bürokrasinin modernleştirilmesi ve sanayileşmenin desteklenmesi gibi bazı reform uygulamaları devlet kapasitesi yaratmak ve toplumun pek çok kesinti için daha önce olmayan bir kısım özgürlükler getirmek bakımından önemli adımlar olsalar da bunlar Türkiye’yi koridora sokmak amacı taşımıyordu. Latin alfabesine geçiş, kıyafet devrimi ve dini kurumların yeniden yapılandırılması gibi pek çok reform, topluma danışılmadan yapıldı ve zorla dayatıldı. Bu reformlara direnenler, örneğin Batı tarzı şapka yerine “fes” takmakta ısrar edenler kovuşturmaya uğradı, bazı durumlarda da infaz edildi.

İzleyen on yıllarda Atatürk tarafından tek parti sisteminde kurumsallaştırılmış olan CHP’nin iktidar tekeli yıkıldı. Ancak ordu ve bürokrasi orantısız şekilde güçlü kaldı. Ordu, denetim gücünün zayıfladığını veya toplumsal devinimin arttığını sezdiğinde 1960, 1971, 1980 ve 1991’deki gibi darbelerle müdahale etti. Ordu ve sivil hükümetler (çoğunlukla seküler olsalar da) toplumsal denetim için dini de kullanmaktan çekinmediler ve dini gruplarla birçok koalisyon kurdular. 1980 askeri darbesinden hemen sonra askeri cunta ve izleyen merkez sağ hükümetler, sol güçleri dengelemek için gündelik hayatta ve okullarda dinin rolünü artırdılar.

Kendilerini zayıf hisseden, taşrada veya İstanbul gibi büyük şehirlerin daha yoksul semtlerinde yaşayan muhafazakâr, dindar ve yoksul kesimler bu toplumsal değişimlerle cesaretlendiler. Batılılaşmış, kendi sorunlarını temsilden uzak gördükleri ordu ve bürokratik seçkinlerden daha fazla talepte bulunmaya yöneldiler. Bu durum Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) yükseliş koşullarını hazırladı. AKP zaman içinde giderek popülerlik kazanan bir dizi dindar ve muhafazakâr partinin sonuncusuydu. 2002 seçimlerinde birinci olarak (çoğunluğun oyunu alamasa da) iktidara geldi. Partinin seçim zaferi kazandığında Erdoğan, İstanbul belediye başkanlığı sırasında okuduğu dini içerikli bir şiir yüzünden siyaseten yasaklıydı. Erdoğan, bir mitingde söylediği aşağıdaki sözlerle partisinin tabanına hâkim ruhu yakalamış ve bir ölçüde de bundan faydalanmıştı:

“Bu ülkede Zenci Türk, Beyaz Türk ayrımı yapıldı. Kardeşiniz Tayyip Zenci Türklere mensuptur.”

“Beyaz Türkler” topluma karşı konumlanan ordu ve bürokrasi kadroları ve onlarla ittifak halindeki Batılılaşmış büyük iş çevrelerinden oluşan Türk seçkinleri için kullanılan bir benzetmeydi. Abartılı ve epeyce kendine yontulmuş olmasına rağmen bu söz bürokratik ve askeri seçkinlerle toplumun önemli bir bölümü arasında hissedilen rekabeti yakalamıştı. AKP’nin yükselişi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Japonya’da olduğu gibi gücün, ordu ve bürokrasiden, toplumun daha az temsil edilen yoksul kesimlerine kayması için bir fırsat olabilirdi. 2000’lerin ilk birkaç yılında sivil toplum geliştikçe ve Türk demokrasisi birtakım siyasi ve iktisadi reformlarla derinleştikçe koridora giriş mümkün görünmeye başlamıştı.

Ardından her şey tersine döndü. Koridora girebilmek için düzgün gitmesi gereken unsurların tamamı yanlış gitti. Japonya’da ABD vesayeti ve eski militarist rejimin yok sayılması, güçlü siyası seçkinlerin yeni koalisyona istekli biçimde katılmalarını ve koridora girişe destek vermelerini kolaylaştırmıştı. Türkiye’de böyle olmadı. Bazı liberal ve sol entelektüel kesim başlangıçta AKP’yi ve reformlarını desteklemiş olsalar da ordu ve bürokrasi tamamen karşıt bir tutum takındı. Hatta Nisan 2007’de ordu internet sitesinde yayınladığı bir muhtırayla askeri darbe tehdidinde bulundu. Anayasa Mahkemesi de partiyi kapatmak için soruşturma başlattı (süreci tetikleyen de AKP’nin cumhurbaşkanı adayının eşinin başörtüsü takıyor olmasıydı!). Bu, 1997’de Refah Partisi’nin askeri bir muhtırayla istifaya zorlandığı ve ardından Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldığı durumun neredeyse aynısıydı. AKP ayakta kaldı ama bu olay, parti ve askeri-bürokratik düzen arasında giderek kutuplaşan, sıfır toplamlı ilişkiler açısından bir dönüm noktası oldu.

Bir başka önemli etken de AKP’nin kendi hırsıydı, Japonya’da toplumsal örgütlenme zayıftı ve İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda hareketlilikten uzaktı. İş çevrelerinin ve muhafazakâr seçkinlerin korktuğu en büyük tehdit siyasi spektrumun solundan geliyordu ama bu tehdit, Liberal Demokrat Parti’nin kanatları altında sağın güçlendirilmesiyle kolaylıkla denetim altına alındı. Türkiye’de AKP zaten 2002 seçimlerini kazanacak kadar güçlüydü ve giderek daha da güçlendi. 1990’lardaki yaygın yolsuzluk ve kötü yönetim nedeniyle diğer iki merkez sağ partinin yıkılması birdenbire AKP’yi seçimlerin hâkimi yaptı ve partiye kurucuların bile hayal edemeyecekleri bir siyasi güç verdi. Böylece Türkiye’de güçlerin dengelenmesi çok zor hale geldi.

General MacArthur’un ve Amerikan güçlerinin Japonya’da oynadıkları yol gösterici rol Türkiye’de kısmen AB üyelik süreci tarafından üstlenildi. Bu süreç Kürtlerin hakları dâhil insan haklarını ve sivil hakları geliştirecek reformları ve ordunun sivil konulardaki abartılı gücünü dizginleyecek anayasa reformlarını teşvik etti. Başlangıçta AKP liderliği, AB teşvikini büyük bir memnuniyetle karşılamıştı çünkü o da siyasette askeri vesayetin azaltılmasını destekliyordu ve bir görüşe göre 2007 askeri muhtırasına rağmen hükümetin ayakta kalmasının nedenlerinden biri de bu destekti. Fakat AB üyelik süreci bir süre sonra yavaşladı ve ardından tamamen çöktü ve AKP’yi kurumsal reform sürecine bağlayan önemli bir çıpa ortadan kalktı.

Türkiye despotik devlet kontrolünün bir safhasından diğerine geçti. 2007’den sonra AKP duruşunu sertleştirdi ve ülkedeki farklı güç odaklarının tümünün denetimini ele geçirmeye yöneldi. Bu süreçte AKP liderliği ile Fethullah Gülen’in güvenlik güçleri, bürokrasi, yargı ve eğitim sisteminde kök salmış gizli örgütlenmesi arasındaki ittifak kritik rol oynadı. Başlangıçta seküler eğilimli bürokratlardan kuşku duyan AKP kendi muhafazakâr tercihlerine ve önceliklerine daha yakın insanlar atamak istemişti ama gerekli uzmanlığa sahip kadroları yoktu. Bu yüzden pek çok lisede ve üniversitede kurduğu örgütlenme sayesinde çok daha nitelikli kadrolara sahip olan Gülen hareketine yöneldi. Böylece güçlenen Gülen hareketinin devlet kurumlarındaki gizli yayılması daha da arttı. 2007’den sonra AKP ve Gülenciler, partiye düşman olarak gördükleri kadroları, sahte delillere dayalı düzmece duruşmalarla sistemli bir şekilde tasfiye etmeye başladılar. Bu süreçte hükümet, eleştirel medya gruplarını ve 2000’lerin artan özgürlük ortamında serpilen bağımsız toplum kuruluşlarını baskı altına almaya başladı. 2011 yılına gelindiğinde Türkiye, gazetecileri hapseden ülkeler listesinde zirvedeydi. Mayıs 2013’te İstanbul Taksim Meydanı’na yakın Gezi Parkı’na, metropolün çok az kalan yeşil alanlarından birine, yeni bir alışveriş merkezi yapılmasını öngören plana karşı gösteriler patlak verdi. Kısa süre sonra gösteriler inanç, ifade ve basın özgürlüğü, laikliğin erozyonu ve yolsuzluk konularına odaklanmaya başladı. Gösteriler hızla bütün büyük kentlere yayıldı, Hükümetin tepkisi göstericilere sert önlemler almak oldu. AKP’nin ülkenin güneydoğusundaki Kürt isyancılarla başlatmış olduğu barış süreci tersine çevrildi ve özgürlükler daha da kısıtlandı. Bu arada, laikleri ve solcuları etkisizleştiren eski müttefikler, Erdoğan ve Gülen, muhtemelen iktidar mücadelesi nedeniyle birbirlerine düştüler. Güç mücadelesi Temmuz 2016’da ordu içerisinde Gülen’le gizli bağları olan subayların tasarladığı başarısız bir askeri darbe girişimiyle doruğa ulaştı. Bu başarısız, darbe girişiminden sonra Erdoğan ve müttefikleri olağanüstü hal ilan ettiler ve Gülencileri güvenlik güçleri, yargı ve bürokrasiden tasfiye etmeye başladılar. Devlet bürokrasisi, yargı ve güvenlik kuvvetlerinde 130.000’den fazla kamu görevlisi görevlerinden alınırken 50.000’in üzerinde insan, çoğu zaman ikinci derecede kanıtlara dayanılarak tutuklandı. Bazı durumlarda Kürt hakları savunucuları ve hatta kariyerlerini Gülen hareketinin entrikaların açığa çıkarmaya adamış solcuların da içinde bulunduğu hükümet muhalifleri Gülenci oldukları gerekçesiyle tutuklandılar. Bu dönemde basın ve ifade özgürlüğü üzerindeki sınırlamalar daha da artırıldı. Erdoğan çok az denetim mekanizmasına sahip bir icracı başkanlık sistemi getirmeye yöneldi. Bu girişim 2017’de olağanüstü hal koşullarında, hiçbir ana akım medya grubunun anayasa değişimine karşı propaganda yapamadığı bir ortamda gerçekleştirilen bir referandumda kıl payıyla yasallaştı. Türkiye halen en fazla gazetecinin hapiste olduğu ülkeler sıralamasında birinci. Ayrıca parlamentodaki Kürt yanlısı partinin eşbaşkanları dâhil bazı seçilmiş siyasetçiler de hapse atılmış durumda. 

Türkiye koridora girme fırsatını kaçırdı.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.