Talat, Cemal, Enver, Azmi Paşa’ların öldürülüşü, Nemesis, Asala ve 12 Eylül

Tarihte Neler Oldu | | Ocak 19, 2012 at 11:39 am

TELGRAF MEMURLUĞUNDAN VEZİRİAZAM ‘LIĞA
Mehmet Talat 1874 yılında Edirne’nin Kırcaali kazasında (şimdiki Bulgaristan’ın güney doğusundaki küçük bir köyden göçme) Pomak asıllı küçük bir memurun oğlu olarak doğdu. Girdiği okulun hazırlık sınıfındayken hocayla takıştığı için atılmıştı. Diploması olmadığı için edirne posta telgraf idaresinde düşük maaşlı bir memur olarak göreve başladı. Ek iş olarak da Edirne’deki musevi cemaatine hizmet eden İsrail okulunda türkçe öğretmeni olarak da çalışıyordu. 21 yaşında iken çalıştığı okulun müdürünün kızı ile bir gönül ilişkisi oldu. “İşler iyi gidiyor, yakında hedefime ulaşacağım” şeklinde bir mesaj çekerken yakalanınca resmi telgrafta tahrifat yapmaktan tutuklandı. Mesajı kız arkadaşına gönderdiğini iddia etmesi ve kızın da onu doğrulaması üzerine iki yıl olan mahkumiyeti affedilerek Selanik’e posta memuru olarak sürgün gönderildi.

Yanya’lı bir genç kız olan Hayriye Hanım ile evlendi. 1898 – 1908 yılları arasında Selanik postanesinde memur olarak çalıştı. 10 yılını doldurduktan sonra postanenin müdürü oldu.

1908 yılında ihtilalci İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) üyeliği nedeniyle postanedeki görevinden atıldı. Ancak ihtilal sonrasında Edirne Milletvekili olarak parlamentoya girdi. 1909 Temmuzunda ise içişleri bakanı oldu. 1912’de ise postahane bakanlığı ve İTC genel sekreterliğine getirildi.

11 Haziran 1913 günü ittihatçı sadrazam Mahmut Şevket Paşa göreve gelişinin beşinci ayında suikastla öldürülünce kendisi tekrar içişleri bakanı yapıldı. Hemen ardından Talat, Enver ve Cemal Paşa olarak 3 paşalı (triumvirlik) iktidarını kurdular. Bu iktidar Ekim 1918’e kadar sürecek olan 5 yıllık saltanat döneminde Osmanlının dünya harbine katılmasına ve sonunda tamamen parçalanıp yok olmasına sebep olmuştur. Daha da önemlisi ülkede türkler başta olmak üzere her ırktan milyonlarca insanın mahvolmasına yol açan savaşlar ve katliamlar yaşanmıştır.

Mehmet Talat diğer paşa Enver’in de teşvikiyle 24 Nisan, 1915 tarihinde Osmanlı imparatorluğu dahilinde faaliyeti olan tüm Ermeni siyasi kuruluşlarının kapatılmasını ve üyelerinin tutuklanmasını emreden bir genelge yayınladı.

Gerekçe olarak da bunların faaliyetlerinin kökü dışarıda olduğunu ve düşman Rus kuvvetleriyle işbirliği içinde cephe gerisinde ayaklanmalar düzenlediklerini belirtti. Bu genelgeye dayanılarak 24/25 Nisan 1915 günleri İstanbul’da içlerinde siyaset ve din adamları, doktorlar, yazarlar, gazeteci, öğretmen ve hukukçuların da bulunduğu 235 – 270 ermeni kanaat önderi aydın insan (gerekçesiz olarak) tutuklandı. Bundan haftalarca öncesinden Van vilayetinde ermeni’lerin toplu olarak öldürüldüğü çeşitli olaylar yaşanmış olmasına rağmen esas olarak bu olay ermeni katliamının başlangıcı olarak kabul edilmektedir. .

Mehmet Talat 1 Haziran 1915 tarihinden 8 Şubat 1916 tarihine kadar yürürlükte olacak bir de Tehcir Yasası genelgesi yayınlamıştır ki bu yasa daha sonra kimi akademisyenler taraından “Ermeni Soykırımı” (veya Sözde Ermeni Kırımı) olarak nitelendirilecek olan olayların esas yürütme aracı olarak tanımlanmaktadır. Çünkü buna göre asırlardır bu topraklarda vergi vererek ve askerlik hizmeti yaparak yaşamış olan kadim Osmanlı halklarından çok sayıda aile bu genelgeye göre tüm mallarını mülklerini burada bırakarak kendi öz topraklarından sökülüp, yanlarına hiçbirşey alamadan ve yayan yürütülerek hiç bilmedikleri uzak ülkelere göçe zorlanmışlar ve bu arada tamamına yakını ölmüş veya öldürülmüştür.

Mehmet Talat 1917 yılında Osmanlı’nın 280’inci VeziriAzam’ı(başveziri) oldu. Onun başvezir olmasından itibaren yokuş aşağı gidiş hızlandı. Birsürü cephede birden verilen savaşların hepsi kaybedildi. Kudüs ve Bağdat düştü. Osmanlı ordularının ikisinin de İngilizler tarafından bozguna uğratılması üzerine 14 Ekim 1918’de istifa etti. Bir hafta sonra Mondoros mütarekesi imzalandı. İstanbul (ve ülkenin diğer tüm kısımları) işgal edildi. Rivayete göre paşalar hepsi birden 1 Kasım 1918’da İstanbul’dan bir alman denizaltısına binerek kaçıp, Berlin’e gittiler.

PAŞALARIN KAÇIRILIŞI
İmparatorluğun yenilgisini belgeleyen imzalanan Mondros Mütarekesi’nden (30 Ekim 1918) kısa bir süre sonra ortadan kaybolan İttihat ve Terakki Partisi liderlerinin İstanbul’dan ne zaman ve nasıl kaçtıkları şimdiye kadar farklı biçimlerde açıklanıyordu.

Ünlü 3 paşa ile birlikte toplam dokuz üst düzey İttihatçı’nın İstanbul’dan kaçışlarını bizzat organize eden Alman Deniz Kurmay Yüzbaşı Hermann Baltzer bu konuyu ele alan bir yazı yazmış.

Baltzer, Kasım 1933’de “Orientrundschau” adlı dergide “Talat, Enver ve Cemal Paşa’nın Romantik Sonları. 1 Kasım 1918’den bir anı” başlığı altındaki yazısında paşaları 1 Kasım 1918 gecesi İstanbul’un çeşitli köşelerinden toplayıp, Tarabya’da dermirli Alman torpido gemisine nasıl götürdüğünü ve oradan Sivastopol’a nasıl yolcu ettiğini anlatıyor.

İşgal altındaki İstanbul’dan üç paşa ve arkadaşlarını kaçıran Balztzer, bu olaydan sonra kendisi İstanbul’da 8 ay daha kalmış ve bu sürede sürekli İngiliz ve Fransız işgal güçlerinden subayların sık sık “Paşaların ne zaman ve nasıl yurtdışına çıktıkları” yolunda sorularıyla karşılaşmış.

Savaşın yenilgiyle sonuçlanmasının ardından iktidardan düşürülen İttihatçı liderlerle ilgili olarak İstanbul’da “Galata Köprüsü üzerindeki sokak feneri direklerine asılacakları” yolundaki söylentilerin ortalığı kapladığı sırada, İstanbul’daki Alman Akdeniz Filosu Karargahı’nda paşaların kaçırılmasına karar verildiğini belirterek yazısına başlayan Yüzbaşı Baltzer, yakın tarihimizin bu ilginç dönüm noktasına tanıklığını aşama aşama anlatıyor.

“1 Kasım 1918’de, İstanbul’da Alman Akdeniz Filosu Karargahı’nda Türkiye’nin 1914 yılında bizim yanımızda savaşa girmesini borçlu olduğumuz, eski bakanlara nasıl bir yardımda bulunabileceğimiz konuşuldu. Bunun üzerine karargahın en genç kurmay subayı olarak ben paşaların kaçırılması planını gerçekleştirmeye aday oldum.”

Kaçırma operasyonuna akşam saat 21.00 sularında başladığını anlatan yüzbaşı, askeri demiryollarına ait bir motorla Eminönü’nden denize açıldıklarını, önce Moda iskelesinde, parolayı sorduklarında “Enver” yanıtını aldıktan sonra Talat Paşa, eski İstanbul Valisi Bedri Bey ve beş kişiyi aldıklarını, ardından Arnavutköy’den yanında birkaç kişiyle birlikte Enver Paşa’yı, son olarak da Boyacıköy’den Cemal Paşa’yı alarak, Tarabya açıklarında duran Alman torpidosuna götürdüklerini, ayrıntılarıyla açıklıyor.

Tüm yolcuların ellerinde küçük birer valizle geldiklerini, motora biner binmez feslerini çıkarıp, birer şapka taktıklarını yazan Yzb. Baltzer, konuklarını eskiden Rusların Karadeniz Filosu’na ait olan ve birkaç haftadır Alman bayrağı altında görev yapan R-1 torpidosunun “geniş ve ferah kaptan kamarası”na bıraktıktan sonra, Tarabya’da oturan askeri rahibin evinde kalan gemi kaptanı Yüzbaşı Alfred Kagerah’ı çağırmaya gittiğini belirtiyor ve şöyle devam ediyor:

“Şimdi Almanya’nın başpiskoposu olan Rahip Müller bu gece yarısı ziyareti karşısında epey şaşırdı. Biraz sonra kaptanı gemisine götürdüm ve Türk konuklarımızı mümkün olduğunca hızla Sivastopol’a götürüp, karaya çıkarma emrini ilettim”
Paşalarla vedalaşmasını “Geminin kaptan kamarasındaki yuvarlak masa etrafında toplanmış, sessizce oturan Türk konuklarımızın ellerini sıktım. Bu kişiler kendilerini belirsiz bir geleceğin beklediğini biliyorlardı. Fakat bir zamanlar Türkiye’nin en güçlü üç kişisinin sonunun, bir kaç yıl sonra yabancı diyarlarda feci bir şekilde olacağını kimse bilemezdi” sözleriyle anlatan yüzbaşı, geminin 2 Kasım 1918’de gönderdiği telsiz mesajında Türk karasularını terk ettiklerini ve açık deniz olduğunu bildirdiğini belirtiyor.

Yüzbaşı Baltzer’in ünlü paşalara ilişkin anıları burada sona eriyor. 3 Kasım’da Sivastopol’a ulaşan yolcuların buradaki maceralarını da orada Ruslarla Almanlar arasında imzalanan barış anlaşmasından sonra deniz trafiğini denetlemek amacıyla görevli komisyonun başkanlığını yapan Alman Amiral Albert Hopman’ın anılarını yazdığı kitapta şöyle anlatılıyor:
Burada torpidonun 3 Kasım sabah 08.00’de Sivastopol Limanı’na girdiğini açıklayan Amiral, geminin kaptanı karargahına gelerek, paşaların yanında olduğunu, Almanya’ya gitmek istediklerini kaydediyor.

“Gidip eski dostların ellerini sıkmak istedim, fakat gizlilik gereği bundan vazgeçtim” diyen Amiral Hopman, siyah gözlük takmış ve kılık değiştirmiş olan Enver Paşa’yla karargahının bulunduğu otelde karşılaştığını, ancak tanımamış gibi yaptığını anlatıyor.

Amiral’in anılarına göre Enver Paşa, burada Almanlardan Kafkasya’ya gidebilmek için araç istediğini, olumsuz yanıt alınca da bir Tatar yelkenlisiyle Karadeniz’e açıldığını ve maceralı bir yolculuk sonunda hedefine ulaştığını açıklıyor.

Bilindiği gibi Sıvastopol’a 3 Kasım’da ulaşan paşalar, İstanbul’u bir daha göremediler. Enver’den burada ayrılan Talat ve Cemal paşalarla arkadaşları Almanya’ya gittiler. Talat Paşa, 1921’de Berlin’de ve Cemal Paşa 1922’de Tiflis’te ermeniler tarafından, Enver Paşa ise 1922’de ruslarla girdiği bir çatışmada vurularak öldürüldüler.

CEMAL AZMİ PAŞA
“Sopalı Mutasarrıf” namıyla bilinen bu ittihatçı, 1915’in başında Mehmet Talat tarafından Trabzon Valisi ve bölgesel Divan-ı Harp Mahkemesi Başkanı olarak atanır. İttihat ve Terakki Merkez Komite üyesi Yenibahçeli Nail ile birlikte ermeni halkın yokedilmesi’nin Erzurum’dan sonraki ikinci merkez üssüne komuta eder. Tehcir sırasında işlediği suçlardan dolayı 1919’daki divan-ı harp davasında gıyabında yargılanıp idam cezasına çarptırılmıştır.

Osmanlı bürokrasisinin eski tüfeklerinden, iki kez donanma bakanlığı yapmış Çürüksulu Mahmud Paşa, 2 Aralık 1918 tarihinde mecliste yaptığı konuşmada Trabzon’daki ermeni nüfusun imhasında vali Cemal Azmi’nin suçlu olduğunu beyan eder. Paşaya göre Azmi emirlerini İttihat ve Terakki Merkez Komitesinden almıştır. 11 Aralık 1918’deki meclis oturumunda Trabzon mebusu Hafız Mehmet, utancını şöyle dile getirir: “Allah bizim belamızı verecektir. mesele çok açıkta olduğundan inkar edilemez. Ordu şehrindeki [o sırada trabzon’un ilçesidir] ermeni vak’asına şahidim. Samsun’a nakil bahanesiyle Sancak Mutasarrıfı (faik) ermenileri mavnalara doldurdu ve onları bahra(denize) ilka (attırdı). Bunu bütün vilayette tatbik ettiğini işitmiştim. İstanbul’a döner dönmez onlar aleyhinde davaya muvaffak olamadım.”

Trabzon’daki tehcir öldürmelerinin denizde yapıldığına dair bir tanıklık, 1919’daki Trabzon Divan-ı Harbi Örfi Mahkemesi’nin 3 Nisan 1919 tarihli 4. oturumunda verilir: Tanık kadın, “Cemal Azmi Bey’in erkekleri cem ettirerek kayıklarla Kumkale cihetine sevk edilmeleri için jandarmalara emir verdiği” ve “bunların esna-yı sevkde bir kısmının kurşunla, kısm-ı diğerinin denize atılmak suretiyle hepsinin itlaf edildiği”ni söyler.

Cemal Azmi’nin emriyle 1915’te ordu’da iki tekne dolusu erkek, kadın ve çocuğun Samsun’a sevk bahanesiyle denize atılması olayını Trabzon davasında 16. duruşmada (5 Mayıs 1919) ordulu tüccar Hüseyin de doğrular, Samsun’a doğru yola çıkan teknelerin iki saat sonra boş döndüğünü, kısa süre sonra kıyıya cesetlerin vurduğunu söyler. İttihat ve Terakki merkez komite üyesi Nail ile Cemal Azmi hakkında bu davada gıyaben verilen idam kararının gerekçesinin temelinde bu suçun sabit görülmesi yatmaktadır (“..bahra ilka etmekle boğdurup mahv edildikleri…”). Trabzon’daki bu tarz öldürmelerden Almanya’daki üstlerine “gizli” bir rapor gönderen Liman Von Sanders de bahseder, Trabzon mahkum çetelerinin “hayvanca vahşet”ini içeren bu imha planının “uzun bir süre önce tasarlanmış” olduğunu düşünür.

Aynı 5 Mayıs 1919 tarihli oturumda Trabzon’da o dönem “Lazistan havalisi kumandanı” Avni Paşa, tanıklığında kendi emrindeki Teşkilat-ı Mahsusa alayının kırımla ilgisi olmadığını, ancak “Cemal Azmi Bey’in fedaisi olan bir çeteden mürekkeb tehcir ve taktile bakan ayrıca bir Teşkilat-ı Mahsusa çetesi olduğunu” beyan eder.

Bunun dışında, Trabzon Polis Şefi Nuri, davanın 10 Nisan 1919 tarihli oturumunda Cemal Azmi’nin hediye olarak bazı ittihatçılara “5-6 tane genç ermeni kızı” gönderdiğini itiraf eder. Gümrük müfettişi Besim ise, 5 Mayıs oturumunda tehcir sırasında Kızılay hastane binasının valinin cinsel iştahını tatmin için kullanılan bir yer haline geldiğini bildirir. 12 Nisan oturumunda tüccar Mehmet Ali, Kızılay binasının genç ermeni kızlarına tecavüz yeri olarak kullanıldığını teyit eder ve vali Cemal Azmi’nin burada kendi kişisel zevki için 15 ermeni kızı alıkoyduğunu iddia eder.

Duruşmalar sırasında Cemal Azmi çoktan Berlin’e kaçmıştır. Denizde öldürülen ermeni’lerle ilgili duruşma haberi kendisine bir arkadaş toplantısında ulaştırıldığında, kahkahayla, “bu yıl boğmalardan dolayı hamsi çoğalacak” dediği aktarılmış. Bu kişi Trabzon Canavarı olarak anılmakta ve toplamda 15 bin kişinin katlinden bizzat sorumlu tutulmaktadır.

ÜÇ PAŞA İKTİDARININ YARGILANIŞI
Enver, Talat ve Cemal Paşa’lar ile göreve getirdikleri diğer ahlaksız hükümet görevlilerinin ülkeden kaçması halkta infial yaratmıştı. İşgalin başlaması ile İzzet Paşa hükümeti istifa etti. İngiliz donanmasının Haliç’e girdiği gün Talat’ın yerine Tevfik Paşa başvezir oldu. 4 Mart 1919’da ise tüm İTC ileri gelenlerinin tutuklanmasına karar verecek olan Ferit Paşa görevi devraldı.

İşgal sonrasında İngilizler Sultana ve hükümetine baskı yaparak 1914 – 1918 yılları arasındaki Osmanlı hükümetlerinde sorumlu mevkilerde görev yapan kişilerin yargılanmasını sağladılar.

Suçlama diğer birçok insanlık suçunun yanısıra öncelikle Ermeni Soykırımı iddialarına ilişkin idi. Tutuklananlar öncelikle Bekir Ağa bölüğüne, oradan da Malta’ya gönderildiler. Sultan VI’ncı Mehmet (Vahidettin) tarafından kurulan Divan-ı Harp’in özellikle cezalandırılmasını istediği konu Osmanlı’nın İTC tarafından birinci dünya harbine sokulması, aşırı boyutlardaki yolsuzluklar ve bu harp sırasında güdülen sefil siyasetin cezalandırılması idi. En üst mevkilerde bulunan Talat, Enver ve Cemal çoktan ülkeden kaçmış durumda oldukları için gıyablarında yargılandılar.
Ocak 1919’da Sultan’a verilen raporda İttihatçı hükümetler sırasında yüksek mevkilerde görev yapmış olan 130 şüphelinin ismi vardı. İddianame en başında Talat’ın bulunduğu şüphelileri görevi kötüye kullanma, yağmacılık ve kan içicilikle batağına saplanmakta en ağır şekilde suçlamakta idi. Soruşturma önergesindeki on ayrı suçlamanın ikisi Ermeni Katliamı ile ilgiliydi.

Müttefik devletlere durup dururken savaş açarak ülkeyi kasden ve bilerek gereksiz yere savaşa sokmak, bunun için kepazece numaralar, kandırma, korkutma ve kışkırtma ile hilekarca yöntemlere başvurmak (savaşan alman gemilerine türk bayrağı çekmek ve orduyu almanların komutasına vermek gibi) iddiaları söz konusu idi. Ayrıca ermeni’lerin katliamı ve mahvı ile onların mülklerini bizzat yağma ve talan ederek servet topladıkları söylenmekte ve insanlık dışı katliamların bizzat İTC merkez komitesinin aldığı kararların doğrudan bir sonucu olduğu vurgulanmakta idi.

İddianamede ‘Ermenilerin katil ve imhasının İttihat ve Terakki Merkez Komitesi’nin aldığı kararların bir sonucu olduğu” belirtiliyor, “”derin ve kapsamlı müzakereden sonra, bir plan dahilinde, sözlü ve gizli emir ve talimatlarla”” yürütüldüğü“”, şifreli olarak gönderilen bu emirlere her defasında “okunduktan sonra yok edilmesi” notunun düşüldüğü, belirtiliyordu.

İddianame, bugün de öne sürülen “askeri gereklilik” ve “sadakatsizlik gösteren cemaatın cezalandırılması” şeklindeki gerekçelere karşı çıktı. Bu gerekçelerin ermeni katliamları için bir bahane olduğunu, belirli bir olay ve yöre ile sınırlı kalmadığını, kapsamlı ve merkezi imha planının çözülmemiş sorunları nihai olarak çözme amacını taşıdığını belirtti. “Tehcir”in “Ermenilerin imhasını” amaçladığını kanıtlayan şifreli telgraflardan birinde Teşkilat-ı Mahsusa Şefi Dr. Bahaaddin Şakir, Harput Bölgesi sorumlu sekreterine “Oradan sevk edilen Ermeniler tasfiye olunuyor mu?… Yoksa sadece sevk ve izam mı olunuyor?. Vazihen bildiriniz !.” talimatına da yer veriliyordu. (Takvim-i Vekai, 3772, 10 Şubat 1919)

Mahkemenin 5 Temmuz 1919 tarihli kararı ile kaçak paşalar Talat, Enver, Cemal, ve Dr. Nazim gıyablarında ölüme, diğer bakanlar Kurulu üyeleri on beşer yıl küreğe mahkum edildiler. (Dr. Bahaaddin Şakir de Harput Davası’nda ölüme mahkum edildi.) Sonuçta idam cezaları fiilen yerine getirilen sadece üç sanık oldu. İlk ceza, “Yozgat Davasi” olarak bilinen yargilamanin esas sanığı olan Boğazlıyan Kaymakamı (daha sonra Yozgat Mutasarrıf Vekili) Kemal’e verildi. 10 Nisan 1919’da idam sehpasına çıkarken “Sevgili Vatandaşlarım! Ben bir Türk memuruyum, Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir” diyen Kemal, böylece asıl suçluların kimler olduğuna dair de tarihe bir not düşmüştü. Diğer ikisi, 22 Temmuz 1920’de idam cezası yerine getirilen Erzincan Jandarma komutanı Hayran Baba lakaplı Hafız Abdullah Avni, ve son olarak da 5 Ağustos 1920’de idam edilen Urfa mutasarıfı Nusret idi.

16 Mart 1920’de İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından ‘resmen’ işgalinden sonra aralarında Ankara’nın temsilcilerinin de bulunduğu 80 kişinin daha Malta’ya götürülmesi üzerine, kırım suçlularının yargılanması Anadolu Hareketi için ‘hayat memat’ meselesi haline geldi. 27 Mayıs 1921’de İstanbul’daki Divan-ı Harb-i Örfî Mahkemesi’nin Mustafa Kemal için idam cezası vermesi (o tarihe kadar Milli Mücadele kadroları için verilen idam cezalarının sayısı 100’e ulaşmıştı) Ankara’nın tavrının sertleşmesine neden oldu. 11 Ağustos’ta Ankara hükümeti, ‘tehcir vesaire’ dolayısıyla İstanbul hükümetince kurulan İdare-i Örfîye Divanı Harbi’ni “lağvettiğini” ilan etti. Mustafa Kemal, 12 Ağustos’ta tehcir suçlamasıyla ‘vatan evlatları’ idam edilecek olursa, kendisinin de İngiliz Yarbayı Rawlinson’u ve diğer İngiliz esirleri asacağını İstanbul’a bildirdi. Aynı gün, Meclis’te Boğazlayan Kaymakamı Kemal ile Urfa Mutasarrıfı Nusret ‘Milli Şehid’ ilan edildiler ve ailelerine maaş bağlanmasına karar verildi. Böylece, idam cezaları infaz edilen üç kişiden ikisi daha Cumhuriyet ilan edilmeden şehitlik ve kahramanlık mertebesine yükseltildiler. Adı Urfa’da bir ilkokula, ayrıca bir sokağa ve bir de kasabaya verilerek şereflendirilen Şehit Nusret mahkemece katliam sorumlusu olarak görülerek idam edilmiş olan Urfa mutasarıfı Nusret’ten başkası değildir. Kahraman Kemal olarak anılan kişi de Divani Harb yargilamalarinin ilki olan ve 8 Nisan 1919 günü Ermeni katliami nedeniyle idama mahkum edilmiş olan Bogazlayan (daha sonra Yozgat) Kaymakami Kemal idi.

O sırada Talat çoktan Berlin’deki evine yerleşmiş, 3 yıldır orada (paşalar gibi refah ve huzur içinde) yaşamakta idi. Hatta 6 Mart 1921 günü bir ingiliz istihbarat ajanı Aubrey Nigel Henry Molyneux Herbert ile görüşmüş, bu arada hem Ankara’ya gidip oradaki Kuvvayı Milliye’ci türk hareketini devralma ve müttefik kuvvetlere karşı Pan Turanist bir hareket başlatmak niyetini hem de aslında bir taraftan da ingilizlerin dostluk ve tavsiyelerine ihtiyaç duyduğunu açıklamıştı.
İngilizler Talat’ın peşini bırakmaya niyetli değildi. İngiliz Yüksek Komiserliği ellerindeki istihbarat raporlarına göre Almanya’da oldukları anlaşılan bu kişilerin oradan istenmesi yönünde Damat Ferit hükümeti ve Sultan’a baskı yaptılar. Bizzat takip ettikleri bu talebe karşılık Almanya’dan gelen cevapta ise bu kişilerin gerçekten suçlu olduklarına dair (varsa) resmi belgelerin kendilerine gönderilmesi istenmekte ve kendilerinde halen Almanya’da bulunduklarına dair bir bilgi olmadığı belirtilmekte idi.

NEMESİS OPERASYONU
İngilizler Mehmet Talat’ı tutuklama kararında oldukları ve sürekli izledikleri için o birkaç günlüğüne Stockholm’a (İsveç) gittiğinde ve sonra Berlin’e dönerken kendisinin açık denizde tutuklanma alternatifleri üzerinde düşündüler. Sonunda izlemeye devam etme ve hiçbirşey yapmama kararı baskın çıktı. Ancak, bu arada Rus istihbaratı ile de görüştüler ve birlikte ölüm fermanını imzaladılar, kendisiyle ilgili adres, fiziksel görünüm vb bilgileri ruslara verildi. Uygulamanın ermeni devrimciler tarafından yapılması karara bağlandı.

15 Mart 1921 günü Talat Berlin’deki evinden çıktığı sırada Erzurum’lu Ermeni Devrim Federasyonu üyesi Sogomon Tehliryan tarafından tek kurşunla başından vurularak infaz edildi.

Kendisine infazdan sonra kaçmaması ve cesedin üstüne basarak polis gelene kadar beklemesi tembih edilmişti. Türkiye’deki katliamlar sırasında tüm ailesini kaybetmiş bir ermeni olan katil ilk sorgusundan itibaren cinayeti taammüden (bilerek ve isteyerek) işlediğini belirtmesine rağmen mahkemesi çok kısa sürdü ve daha ikinci gününde “geçici delilik” gerekçesiyle BERAATİNE karar verildi. Yargılamanın uzun sürmesine ve katilin ermeni mezalimi üzerine medyada manşetlere geçecek uzun savunmalar yapmasına izin verilmemişti.

Aslında katil Tehliryan’ın işlediği cinayetin münferit bir olay olmadığı, içinde başta İngiltere ve Rusya olmak üzere birçok ülke istihbarat servislerinin bulunduğu bir komplo ile, sabık İTC yetkililerinin hemen tümünün yokedilmesini hedefleyen (ve adını grek intikam tanrıçası’ndan alan) Nemesis Operasyonu isimli organize bir plan dahilinde gerçekleştiği bugün biliniyor.

* Planda tetikçi rolü verilen Ermeni Devrim Federasyonu üyeleri işe önce Ermeni asıllı katliam işbirlikçisi olarak tespit ettikleri 3 hedefi İstanbul’da öldürmekle başladılar. (Hemayag Aramyan, Mıgırdıç Harotunyan, Vahe Ihsan Yesayan)

* Daha sonra 15 Mart 1921 günü Mehmet Talat ile başlayarak 18 Temmuz, 1921’de Bakü deki Ermeni katliamlarından sorumlu tuttukları zamanın Azerbaycan İçişleri Bakanı Behbud Han Civanşir‘i İstanbul’da vurdular. Katil Torlakyan Berlin’deki Tehliryan gibi suçu hemen kabullenmesine rağmen ingiliz işgal gücünün askeri mahkemesinde – uğradıklarından dolayı olan zihinsel durumu dolayısıyla “suçlu ama sorumlu değil” kararıyla – beraat etti. .

* 5 Aralık, 1921 günü Roma’da eski sadrazam Sait Halim Paşa‘ya bir rus ajan tarafından düzenlenen suikastla ermeni Şıracıyan’a vurduruldu. Katil yakalanıp İstanbul’a gönderilmediği için hiç yargılanmadı.

Sayısız cinayetten sorumlu tutulan kamu yetkilileri Behaeddin Şakir ile Cemal Azmi Berlin’de iki suikastçı tarafından öldürüldüler.

17 Nisan, 1922 günü Behaeddin Şakir ile Cemal Azmi ikisi birden Berlin’de (ayrı ayrı) Aram Yerganian ve Ajan T. Adlı iki suikastçı tarafından öldürüldüler. Behaeddin Şakir İTC’nin ünlü Teşkilat-ı Mahsusa isimli gizli örgütünün kurcu ve yöneticisi idi. Bu ögütün İTC içindeki muhalifler dahil birçok faili meçhulün suikastını ve çoğu toplu katliamları organize ettiği biliniyor. Cemal Azmi ise ermeniler arasında “Trabzon Canavarı” adıyla anılan ve 15 bin ermeninin boğdurulmasını bizzat organize ettiği gerekçesiyle 1919 yılında Divan-ı Harpte yargılanıp idama mahkum edilen bir kişi. İdam kararı infaz edilmeyip kendisi Talat Paşa gibi Berlin’e kaçmayı başarmıştı.

İttihatçıların anısına dikilen Hürriyet Abidesi\’ndeki gökyüzüne doğru bakan topun neyi simgelediği bilinmez. Ama eğer ateş edilirse birgün o topun geri dönüp üstümüze düşeceği kesin değil midir?

* 25 Temmuz, 1922 günü triumvir üç paşadan biri olan Ahmed Cemal (Paşa) Tiflis’de Stefan Çekiçyan ve Bedros D. Bogosyan tarafından vuruldu.

* Sonuncu paşa, Osmanlının nihai olarak yenilip parçalandığı savaşların başkomutan vekili ve Harbiye Nazırı
İsmail Enver (Paşa) da 4 Ağustos 1922 günü Tacikistan’da Belçivan yakınlarında Agop Melkovyan komutasındaki Bolşevik Ruslara karşı gerilla harbi yaparken havan topu ile öldürüldü.

Almanlarla gizlice anlaşarak Osmanlı’yı savaşa soktuğu ve 90bin askeri Sarıkamış’da yazlık giysilerle soğuktan donarak ölüme gönderdiği 1914 yılında kendisi henüz 33 yaşındaydı

Bu cinayetlerin katillerinden hiçbiri yargılanıp bir mahkumiyet almadılar..

SONUÇLAR
Böylece, Ankara’ya gelip Kuvvayı Milliye’ye sığınanlar hariç İTC’nin esas marifetlerini işleyen tüm krem tabakası yok edilmiş (gibi) oldu..

Ancak asıl gerçek çok farklı idi. Kozmopolit çok etnisite ve çok kültürün birlikte yaşamaya alıştığı bu topraklara vahşi tek kültürcü askercil faşizmi ve milliyetçi mukaddesatçılığı ithal eden birinci nesil ittihatçı liderlerin yok edilmesiyle ruhları (sanki kesilen bir sakalın sonra daha gürleşerek çıkması gibi) tüm eski osmanlı topraklarına yayılarak zamanla daha da güçlenmiştir. İhtilalci askerlerin kurduğu Baasçı faşist rejimler tüm arap ülkelerinde hakim oldu.

Anadolu’da ise İngilizlerin mahkeme sonunda hapis ederek Malta’ya gönderdiği İTC tutukluları Lozan anlaşmasında yer alan esir takası kapsamında Ankara’ya iade edildikten sonra özgürlüklerine kavuşup yeni türk iktidarının içinde bile yerlerini aldılar. Ölen ve idam edilenlerin hepsine daha sonra “şereflendirme” yapıldı, hepsi birer hürriyet kahramanı haline getirildiler..
Doğal olarak Divanı Harp kararları Atatürk’ün ve Türklüğün amaçlarıyla çelişiyordu. Rum halkının kökünü büyük ölçüde kazıdıktan ve Anadolu büyük ölçüde homojenleştirildikten sonra, nihayet 31 Mart 1923’de Divanı Harb tarafından yargılananlar için genel af çıkarıldı.

Sonra katiller adım adım şehitlik mertebesine yükseltildiler (Dr. Nazım hariç. O, Atatürk’e suikast iddiasıyla 1926 yılında asıldı). Salamon Tehliryan tarafından öldürülen Talat Paşa’nın kemikleri Hitler tarafından ikinci dünya yıllarında Türkiye’ye gönderildi. Milli Şef’in katıldığı devlet töreniyle defnedildi. Doksanlı yıllarda da Enver Paşa’nın naaşı Hürriyet ve Ebediye Tepesinde toprağa verildi.

Ermeni’ler tarafından öldürülen veya 5 Temmuz 1919’da Divan-ı Harp kararıyla idama mahkûm edilen İttihatçıların yakınları için 1926 yılındaki İnönü hükümeti tarafından bir yasa çıkartılmıştır. 27 Haziran tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 882 numaralı kanunun başlığı “Ermeni Suikast Komiteleri Tarafından Şehit Edilen veya Bu Uğurda Suveri Muhtelife ile Duçarı Gadrolan Ricalin Ailelerine Verilecek Emlak ve Arazi Hakkında Kanun”dur. Kanunun birinci maddesi şöyledir:

Okullarda gençlere Talat Paşa\’nın tarihimizin çok önemli bir şahsiyeti olduğu öğretilmektedir.

“Ermeniler tarafından siyasi maksatlarla şehit edilen Türk siyasi reislerinin eş yahut çocuklarına Ermeni mallarından ve terk edilmiş emlakinden bir mesken mülk olarak verilir.”

“Memleketimizin daima geleceğinin selametini ve milletimizin ilerlemesini ve yükselmesini ve saadetini emel ve hareket düsturu kabul etmiş olmalarından dolayı suikasta maruz kalarak şehit edilen memleket erkân ve ricalinin milletin emin eline bırakılmış yetim ve dullarının çoğu ahvalde fakru zarurete düştükleri görülmektedir. Büyük mefkûreler arkasında nihayet hayatlarını feda eden yüce zevatın aile ve evlatlarının tevhidi âlâmı için onları mükâfatlandırmak, emsalini cesaretlendirir ve milletin şükran hissini gösterir ve teyit eder. İşte bu mütalaa ile ekli kanun tasarısı kaleme alınmıştır.”

Talat Paşa’nın kemikleri 1943’te, Enver Paşa’nın ise 1996’da ülkeye getirildi ve bu kişilere yapılan devlet törenleriyle yeniden onurlandırılarak Abide-i Hürriyet Parkı’ndaki mezara yerleştirildiler.. Ülkenin en büyük caddelerine, bulvarlarına, okullarına onların adları verildi.

İstanbul’daki (rumi takvimle 1325 yılının 31 Martı’na denk geldiği için tarihe 31 Mart Vakası olarak geçen) 13 Nisan 1909 tarihli ve içinde Mustafa Kemal’in de bulunduğu Hareket Ordusu tarafından bastırılan şeriatçi ayaklanmada ölenlerin anısına yaptırılıp 23 Temmuz 1911’de İstanbulun en mutena bir köşesinde törenle açılan bu anıtta halen en önemli İttihatçı paşalardan Mahmut Şevket , Mehmet Talat ve İsmail Enver Paşa’nın mezarları bulunmaktadır.

Talat’ın 1921 Mart’ında Berlin’de öldürülmesinden çok kısa bir süre sonra (1921’in ekim ayında) New York Times “çağdaş tarih” ciltleri arasında hatıratı yayınlanmıştı. Kendisi (çok yakın tarihe kadar Türkiye’de bir türlü yayınlanmasına izin verilmeyen) bu hatıratında tehcir kararının her yerde yasaya uygun şekilde yapılamadığını kabul etmekte idi. Bölgedeki ermeniler ile kürtler arasında kökü çok eskilere dayanan nefret dolayısıyla olay kontrolden çıkmış ve hiç istenmeyen sonuçlara yol açılmış idi. Hatıratında ayrıca bazı hükümet görevlilerinin yekilerini kötüye kullandıkları, hükümetin görevinin bunları engellemek olduğu bilindiği halde başarılamadığı, bölgede yasaların işlemez hale geldiği ve kimi insanların kendi bildiğine uygulama yaptıkları açıklanmaktaydı. Kendisinin içişleri bakanı olarak vahşet uygulayan sorumluların tutuklanıp cezalandırılmasını emrettiği de yazılıydı.

Şöyle diyordu;
Ermenileri doğu vilayetlerimizden sürdüğümüz ve bunu önceden hazırlanmış bir plana göre yaptığımız doğrudur. Ancak bunun sorumluluğu sürgüne gönderilenlerin kendilerindedir. Ruslar bölgedeki (Van) ermenileri silahlandırıp güçlü haydut çeteleri oluşturmalarını sağladılar. Büyük savaşa girdiğimizde kafkas cephesinin gerisinde bu çeteler yıkıcı faaliyetlerde bulunmakta, köprüleri uçurmakta, yaş ve cinsiyet farkı gözetmeksizin masum müslüman ahaliyi öldürmekte idiler. Bütün bu ermeni çeteleri yerli ermeni ahalisinin desteğine sahiptiler.

Bir ülkedeki iktidarın kararları sonucu gerçekleşen (jenosit(soykırım), politisid(siyasi katliam) ve kitle kıyamları dahil) her türlü ölüm dünyada Demosid olarak adlandırılmaktadır. Devletlerin savaşlarda öldürdükleri, yargılayıp idam ettikleri insanlar ya da, askerlerin bir askeri hedefe karşı yapılan silahlı saldırıyı bastırma doğrultusundaki hareketleri sonucu gerçekleşen her türlü sivil ölümleri demosid sayılmaz.

Politik bilimci R. J. Rummel tarafından hazırlanan rapora göre dünyada sadece 20nci yüzyılda 262 milyon insan bu şekilde kendi devleti tarafından öldürülmüştür. Raporda Talat’ın başvezir olduğu dönemde Osmanlı devletinin kendi halkından öldürdüğü insan sayısı (1909-1918) 1 milyon 883 bin kişi olarak kayda geçmiştir. .Mao’nun sorumlu olduğu Çin Halk Cumhuriyeti (1949-87) döneminde bu sayı 76milyon 702 bin, Stalin’in sorumlu olduğu SSCB döneminde 61milyon911bin, Hitler’in sorumlu olduğu Nazi almanya’sı döneminde 20milyon 946 bin’dir. Raporda 10 milyondan fazla kişinin ölümünden sorumlu olanlar DekaMegaMurderer (onmilyonlar katili), milyondan fazla öldürenler (milyonlar katili) olarak anılmaktadır.

Bu katliamlardan doğrudan ve dolaylı olarak sorumlu olan insanların hepsi iktidarları döneminde büyük devlet büyüğü olarak saltanat ve debdebe içinde yaşamışlar, heykelleri her yere dikilmiş, adlarına kentlerin ismi bile değiştirilmiştir. Hepsi de yaptıkları katliamlar için kendilerini (en az Talat’ınki kadar) iyi şekilde savunabilmişler yaptıklarının hikmet-i hükümet gereği olduğunu söyleye gelmişlerdir. Örneğin “bir insanın ölümü trajedi, bir milyon insanın ölümü ise sadece bir istatistiktir” sözünü söyleyebilen Josef Stalin 62 milyon insanı öldürmekten bizzat sorumlu olduğu halde her tarafa kendi heykellerini diktirebilmiş ve adına kent adı (Stalingrad) yapılmıştı.

Hrant Dink\’in katiline de şereflendirme yapıldı
. ..Mevzubahs vatansa gerisi teferruattır…

Yaptıklarının gerçek mahiyeti anlaşıldıkça Katin katliamı, ve Holodomor gibi olaylarla ilgili asıl gerçekler saklanamaz şekilde ortaya çıktıkça hatırası da yavaş yavaş şerefsizleştirilebilmektedir. (Stalingrad ismi kaldırıldı silindi, Volgograd oldu, heykellerinin hemen hepsi bugün sökülmüş atılmış durumdadır).
Benito Mussolini isminin İtalya’da bir okula verilmesi hiç düşünülmemiştir. Almanya’da bir bulvarın isminin Adolf Hitler bulvarı olmasını hiç kimse aklından bile geçirememiştir. MAO’ya ait simgeler de onun ölümünden sonraki birkaç yıl içinde yavaş yavaş yok edildi.
Yazlık giysilerle gönderildikleri Sarıkamış’da 90 bin askerimizin silah bile atamadan donarak ölmesinin “doğrudan” sorumlusu olan İsmail Enver anıt mezarla nasıl bir Hürriyet Şehidi olarak anılabilir ki?. Bugün bile üstümüze kara bir leke gibi yapışan Ermeni mezalimi lekesinin birinci dereceden sorumlusu “pomak” asıllı Talat nasıl bir Türklükle bağdaştırılabilir, gürcü asıllı Stalin Rus’luğu ne kadar temsil edebilir ki?.

Akıl, mantık dışı bir rejim olan İtithatçılığın 70’lerin ikinci yarısından itibaren ülkemizde yeniden canlanıp ihya olduğu ve sonunda 80’lerde bir daha kolay kolay geri gönderilemeyecek bir biçimde iktidara geldiği rahatlıkla söylenebilir.

Metropollerde suikastler ve gençler arasında sürekli silahlı çatışmaların, doğuda ise silahlı kürtçülüğün tırmanışa geçtiği bu yıllarda ermeniler de “”Hayastani Azatagrut’yan Hay Gaghtni Banak (Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu isimli (bizim ingilizce akronimi olan ASALA adıyla bildiğimiz) bir örgüt kurdular ve yurt dışındaki türk yetkililere karşı 21 ülkenin 38 kentinde, 39’u silahlı, 70’i bombalı, biri de işgal şeklinde olmak üzere toplam 110 terör olayı gerçekleştirdiler. Bu saldırılarda Türkiye’nin 42 diplomatı ile 4 yabancı uyruklu kişi hayatını kaybederken, 15 Türk ve 66 yabancı uyruklu kişi de yaralandı.

Hukukla tek ilişkisi, en temel insan haklarını vahşice çiğnemek olan askeri darbe lideri, diktatör AHMET KENAN EVREN\’e İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Fakülte Kurulu 2 Aralık 1982 tarihinde \‘Fahrî Hukuk Profesörü\’ payesi verilmesi\” kararını ittifakla almış.

Tüm bunların oluş biçimi sanki Türkiye’de 12 Eylül 1980 yönetimini iktidara getirmenin hazırlıkları idi.

Darbe sonrasında 650.000 kişi hemen göz altına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişi için idam cezası istendi, 517 kişiye idam cezası verildi. 71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 400 gazeteciye 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 14 kişi açlık grevinde öldü. 16 kişi -kaçarken- vuruldu. 95 kişi -çatışmada- öldü. 73 kişiye -doğal ölüm raporu- verildi. 43 kişinin -intihar ettiği- bildirildi.

Bu arada anayasa ve yasalar değiştirilerek tüm bürokratik yapılanma faşizmi sürekli kılacak şekilde değiştirildi. Örneğin üniversiter otoriterliğin uygulayıcısı olarak YÖK kuruldu ve tüm üniversiteler ona bağlandı. Hukukla tek ilişkisi, en temel insan haklarını vahşice çiğnemek olan askeri darbe lideri, diktatör AHMET KENAN EVREN’e İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Fakülte Kurulu 2 Aralık 1982 tarihinde ‘Fahrî Hukuk Doktoru’ payesi verilmesi” kararını ittifakla almış ve aynı gün, her fakültenin dekanı, birer öğretim üyesi, yüksekokul müdürleri ve rektör yardımcılarının katıldığı İstanbul Üniversitesi Senatosu, Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e, ‘Fahrî Hukuk Profesörlüğü ve Hukuk Doktorluğu (Honoris Causa)’ verilmesini oybirliğiyle (tek çekimser oy olmaksızın) kararlaştırmıştı. Kararın gerekçesi şöyleydi:

‘Haiz olduğu ahlakî faziletler ve meziyetler yanında vatana hizmet ve yurtta ilmin yayılmasında büyük hizmetler ifasıyla temayüz etmiş olan Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren’e ilmî kıymet ve meziyetlerinin tebcili için ‘fahrî profesörlük’ payesinin tevcihine karar verilmiştir.’

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.