Doğuda Kadınlar ve Esirler
Anı - Yaşayanların Ağzından Hikayeler | Helmuth von MOLTKE | Mayıs 1, 2017 at 5:38 pmİstanbul, Arnavutköy, 9 Şubat 1836
Seraskerin arzusu üzerine şimdi burada, onun baş tercümanının evinde bulunuyorum. Ev sahibimin adı Mardiraki yani Küçük Martin, kendisi Ermeni ve zengin, hatırı sayılır bir adam. Bize çok çalışmamız tembih edildiği halde, gerçekte tercümeden başka her şeyi yapıyoruz. Küçük Martin’e bir çubuk içelim ya da tavla oynayalım dedim ki hemen hazır; ama tercümeden bahsettim mi o zaman önemli bir mazereti çıkıyor. Burada yazılar aşağı yukarı bizde hanımların nakış işlemeleri gibi yazılıyor. Sedirin üstüne bağdaş kuruluyor ve uzun, perdahlanmış kâğıt şeritler üzerine kamış kalemle, sağdan sola doğru harflerle yazılıyor. Şunu da söyleyeyim ki, burada hiçbir eksiğim yok ve bir Ermeni ailesinin ev hayatına bir göz atış pek meraklı bir şey. Bu Ermenilere aslında Hristiyan Türkler demek mümkün, bu hâkim milletin adetlerinden, hatta lisanından o kadar çok şey almışlar. Hâlbuki Rumlar, kendi özelliklerini çok daha fazla muhafaza etmişler. Hristiyan oldukları için dinleri tabii onların ancak bir kadın almalarına müsaade ediyor. Fakat bu kadın hemen hemen Türk kadınları kadar gözden uzak kalıyor. Ermeni kadınları sokağa çıktıkları zaman onların da ancak gözleriyle burunlarının üst tarafı görülüyor. Bu evde kadın diye bir şey görmeden bir hayli gün geçirdim. Önce, pek de insanı baştan çıkaracak hali olmayan ihtiyar Bayan M. göründü, ondan sonra, ancak hatırlı bir misafir olduğum için, güzel kızlar birbiri ardı sıra meydana çıktı. Yazık ki hiç biri Fransızca bilmiyor. İnsan gerçi bir paşayla tercüman aracılığıyla konuşabilir ama genç bir hanımla bunu yapmak pek acı. Bir Avrupalıya, evin kızları tarafından ağırlanmak bir acayip geliyor. Sana çubuk getiriyorlar, kahve veriyorlar ve sen onları oturmaya davet edinceye kadar karşında divan duruyorlar. Fakat bu hallerinde onları küçük düşüren hiçbir taraf yok. Bu, gerçekte sadece Tevratî, tabiata uygun bir durum. Doğrusunu söylemek lazımsa şunu itiraf etmeliyiz ki bizde bir genç kız nişanlılıktan evliliğe geçtiği zaman bir basamak inmiş olur. Çünkü ona bir ömür boyunca tapmak imkânı yoktur. Doğuda kadının payesi evlilikle yükselir. Kocasının emir kulu olsa da ev idaresinde hizmetçileri, uşakları, kızları ve oğullarının amiridir. Bununla şunu söylemek istiyorum ki, biz belki bir yönde çok ileri gidiyoruz, öbür yönde de, Ermeniler değil ama Türkler daha çok ileri gidiyorlar. Doğuda esaret bahis konusu olunca, bunda daima bir Türk kölesiyle Batı Hint’teki (Amerika’daki) bir zenci esir arasında mevcut, dağlar kadar büyük fark gözden kaçmaktadır. Hatta bizim bu kelimeye verdiğimiz anlamla, esir kelimesi bile yanlıştır. Abd, ‘esir’ değil, ‘hizmetkâr’ demektir. Abdullah, Allah’ın hizmetkârı. Abd-Ül-Mecid, duanın hizmetkârı (Moltke yanılmış, ‘Mecid’ Allah’ın isimlerinden birisi-şan ve celal sahibi demek) vb. dir. Satın alınmış bir Türk hizmetçisi, kiralanmış olandan bin defa daha iyi durumdadır. Efendisinin malı, üstelik pahalı bir malı olduğu için efendi onu korur, hasta olursa bakar ve hadden aşırı yorarak onu işe yaramaz hale getirmekten sakınır. Şekerkamışı çiftliklerinde çalışmak gibi işler hiç de bahis konusu değildir. Türklerin umumiyetle adamlarına karşı itidalli hareketten, adaletten ve hayırhahlıktan yoksun oldukları da söylenemez. Esasen Kur’an, «köleler ve cariyelerin altı kırbaç vuruşundan daha fazlasıyla cezalandırılmamalarını» emretmektedir. Bir Türk esirinin hürriyetten yoksunluğu bir gIebae adscripti’(toprağa bağlı, miras olarak intikal eden köylü) ninkinden, birkaç yıl önceye kadar bizde de görülen ve kültürün belirli bir kademesinde daima mevcut olan bu durumdaki bir insandan, daha fazla değildir. Buna karşılık, esirin bütün geri kalan durumu, tarlaya bağlı köylününkiyle kıyaslanamayacak kadar sıkıntısızdır. Herhangi bir Avrupa devleti, doğudaki bütün esirlerin azat edilmesini sağlasa, buna esirler pek az müteşekkir kalacaklardır. Daha çocukken velinimetinin evine giren esirler ailenin bir üyesi haline gelir. Yemeklerini, tıpkı ev işlerini onlarla birlikte yaptığı gibi, evin oğullarıyla beraber yer. Bu işler de çok defa bir ata bakmak ya da efendisine refakat etmek, hamama gittiği zaman elbiselerini götürmek yahut atla dışarı çıktığı zaman çubuğunu taşımaktan ibarettir. Binlerce esirin, kahveciler ve tütüncülerin kahve pişirmek ve çubuk doldurup ateş vermekten başka bir iş yaptığı yoktur. Esirlik, hemen hemen hiçbir zaman sadece azat edilmekle son bulmaz Esirin bütün ömrü boyunca geçimi de sağlanır. Çoğu zaman köle evin kızıyla evlenir, eğer evin oğlu yoksa efendisi onu kendine mirasçı yapar. Padişahın damatları bile satın alınmış esirlerdir, imparatorluğun büyük makam sahiplerinin çoğunun pazar fiyatını tahkik etmek de mümkündür. Başka garip bir farka da burada işaret etmek zorundayım. Amerika’da Hristiyan çiftlik sahipleri en kesin yasaklar ve en zalimce vasıtalarla Hristiyanlığın esirler arasına yayılmasını önlemeye çalışırlar, hâlbuki doğuda satın alınmış hizmetkârın efendisinin dininde yetiştirilmesi kaidedir. Esir olarak alınan çocuklara hemen bir Türk adı verilir, bu adların çoğu Tevrat’taki isimlerdendir. İbrahim Abraham’ın aynıdır, Süleyman (ya da biz Avrupalıların dediğimiz gibi Soliman) Salomon’la, Davut David’le, Musa Moses’le, Zekeriya Zacharias’la, Eyüp Hiob’la, Yusuf Joseph’le vb. birdir. Müslüman dininden bir harp esiri ise öldürülebilir, fakat satılamaz. Buna karşılık, Doğudaki esirlik aleyhine, çok haklı olarak, söylenecek şey, onun, biraz para karşılığında bir Çerkez babanın çocuğundan ebedi olarak ayrılmasına, Nil kenarındaki büyük tüccarın (Mehmet Ali) her sene Sennar’da insan avı tertiplemesine ve bunun gibi iğrenç hallerdeki acılığa doğrudan doğruya sebep oluşudur. Bana, doğuda esirlerin kaderinden çok daha acısı, Türklerin zayıf cins üzerindeki maddi hâkimiyetlerinin büyüklüğü yüzünden, kadınların durumu görünüyor. Doğuda evlenme sırf cinsi niteliktedir ve Türkler âşık olmak, kur yapmak, ahü vay etmek, mutluluğun en yüksek derecesine ermek filan gibi dırıltılara kulak asmadan yahut faux frais (umulmadık küçük masraflara) uğramadan dosdoğru meselenin aslına giderler. Evlenme işi akrabalar tarafından kararlaştırılır. Gelinin babası da, kızına drahoma verecek yerde, hemen daima, evinin bir hizmetçisini elden çıkardığı için, tazminat alır. Yeni gelinin peçeli olarak kocasının evine girdiği gün kocasının onu ilk defa, en yakın erkek akrabalarının, hatta erkek kardeşlerinin de son defa gördüğü gündür. Yalnız baba onun bulunduğu harem tarafına girebilir ve düğünden sonra da onun üzerinde daima bir dereceye kadar hâkimiyete sahiptir. Harem, kelime anlamıyla ‘kutsal yer’ demektir, camilerin iç avluları da aynı adı taşır. Evlenme tarzı da, ayrılmanın kolaylığını kendinde taşır, Ayrılma daha önceden düşünülen bir durumdur. Onun için de nikâh sırasında, ayrılma halinde, eğer varsa çeyizin geri verilmesi ve tazminat olarak bir paranın ödenmesi kararlaştırılır. Bununla birlikte Müslüman, Kuran’ın şu ayetini düşünür: «Bilin ki ey erkekler, kadın kaburgadan, yani eğri kemikten yaratılmıştır. Eğri bir kemiği doğrultmak isterseniz kırılır. Ey müminler kadınlara karşı sabırlı olunuz!» Kanun; müminlerin dört kadın almasına müsaade ettiği halde, bir kadından fazlasını alabilecek kadar zengin olan pek az Türk vardır. Ne kadar karısı varsa o kadar evi olması ve bunların da başlı başına idaresi lazımdır. Çünkü tecrübe iki kadının bir konakta birbirleriyle asla geçinemediklerini göstermiştir. Buna karşılık kanun ve adet Müslümanlara istediği kadar cariye almak hakkını verir. Bir cariyeden doğan çocuğa en küçük bir ayıp gelmez; cariyeler evin asıl kadın veya hanımının emri altındadır. Fakat böyle bir durumun geçimsizlik ve kavga, kıskançlık ve entrikalar için en zengin bir kaynak olacağı kolayca tasavvur edilebilir. Kadınlar gayet sıkı gözaltındadırlar ve kadınlardan başka hiç kimseyle temas edemezler. Bu noktada bütün Müslümanlar aynı fikirdedir ve reform muhakkak ki en son olarak haremlere girebilecektir. Pencereler tahta parmaklıklarla ve bunların arkasında da yukarıdan aşağıya kadar sık bir kamış kafesle örtülüdür, öyle ki içerisinin en küçük bir parçasını bile dışarıdan birinin görmesine imkân yoktur. Genel olarak küçük, yuvarlak bir delik, bu mahpusların dışarıdaki güzel, hür dünyaya bir göz atabilmelerine müsaade eder. Fakat çok defa, kayıkla geçen erkekleri kadınlar görmesinler diye, 20- 30 ayak yüksekliğinde tahta perdelerin Boğaziçi’nin cazip manzarasını örttüğünü de görürsün. Gerçi, birçok insanlar arasında sevilmeye en değeni olacak yerde, karısının görüp göreceği tek erkek olmak daha rahattır. Gezintilerde kadınlar kayığa ya da arabaya daima yalnız kadınlarla birlikte binerler. Koca, karısına sokakta rastlarsa onu selamlaması, hatta sadece tanıdığını göstermesi büyük bir terbiyesizlik sayılır. Bu sebeple kadının evdeki kıyafeti ne kadar mübalağalı bir tarzda açık saçıksa, sokaktaki kıyafeti de o kadar mübalağalı bir şekilde kapalıdır. Beyaz bir peçe saçları ve kaşlara kadar alnı kapatır. İkinci bir peçe de çene, ağız ve burnu örter. Kadınların hayatında en büyük reform, padişahın kadınlarındaki gibi, burun uçlarının ve yanlardan birer tutam saçın görünmesi olmuştur. Vücudun geri kalan kısmını siyah, açık mavi ya da kahverengi hafif bir kumaştan geniş bir ferace örter. Meşin mest ve terliklerden ibaret olan ayakkabıları da böyle çirkindir. Bunlar Türk kadınlarında sarı, Ermenilerde kırmızı, Rumlarda siyah, Yahudilerde mavidir. Böylece ağır ağır, salına salına, hayaletler gibi süzülüp gitmeleri pek sevimsiz bir manzara arz eder. Muhakkak ki Türk kadınlarının hemen hepsinin yüzleri pek güzeldir. Doğuda hemen hemen bütün kadınların mükemmel tenleri, harikulade gözleri, geniş, kemerli kaşları vardır. Eğer kaşlar burun üzerinde birleşirse bu bir güzelliktir ve Türk kadınları bu cazibenin eksikliğini, kaşlarının arasına siyah boya ile bir yıldız yahut bir hilal yapmak suretiyle telafi ederler. Boyalı bir sicim parçasını göz kapakları arasından çekmek suretiyle kirpiklerin siyahlığına da yardım edilir. Tırnaklar, hatta avuç içi, çok defa ayak tabanları kına ile kırmızıya boyanır. Fakat daima oturmayı icap ettiren hayat tarzı Türk kadınların hareket zarafetinden, mahpus hayatı ruh canlılığından mahrum etmiştir. Tahsil bakımından erkeklerinden de bir kademe daha aşağıdadırlar. Kim «Binbir Gece»ye aldanıp da aşk maceraları diyarını Türkiye’de aramaya kalkarsa şartları hiç bilmiyor demektir. Belki Araplarda başkadır ama Türklerde bu meselede en kuru bir şiirsizlik hâkimdir. Zannedersem, yukarıda yazdıklarımdan, kadınlarda aşk maceraları için ateşli bir mizacın, erkeklerde ise imkânın bulunmadığı anlaşılır. Eğer bir Türk kadını Müslüman bir erkekle ihanette bulunursa kocası onu hakaretle boşar, yok eğer bunu reayadan, yani devletin Hristiyan uyruklarından biriyle yaparsa bugün de (1836’da da), hiç acımadan suda boğulur, reaya da asılır. Bu barbarlığa bizzat ben şahit oldum. Bundan az önce, Asya sahilindeki bir gezinti sırasında bir sürü zenci cariyeye rastladım. Bunlar, sanırım ki Yukarı Mısır’dandılar. Habeşistan kadınları ne kadar güzelse bunlar da o kadar iğrençtir. Bu kadınların insana benzer tarafları yoktu; alınları basıktı; burunlarıyla üst dudakları hemen hemen bir hizada idi; kocaman ağızları burunlarının ucundan daha ileri çıkıyordu; çeneleri geri kaçıktı. Bu, hayvan fizyonomisine geçiş halidir. Bu hanımların bütün elbiseleri çuval parçalarından ibaretti, ama süsleri eksik değildi. Mavi camdan bilezikler ayak ve el bileklerini sarıyordu, yüzleri de derilerine açılmış derin kesiklerle süslüydü. Etrafıma yığıldılar ve gırtlaktan gelen sesleriyle ve büyük bir heyecanla anlaşılmaz söyler söylemeye başladılar. Başları olan ihtiyar bir Türk bana, kendilerini satın almak isteyip istemediğimi sorduklarını söyledi. Böyle bir cariye ortalama 100 Gulden’e, yani bir katırdan biraz daha ucuza satılır. İstanbul’daki esir pazarında beyaz cariyeleri görmeme müsaade etmediler, siyahlardan birçoğu avluda oturuyordu. Onlara dağıttığımız çörekleri hırsla kapıştılar. Hepsi de satın alınmak istiyordu. Fakat doğuda kadınların durumunu hiçbir şey, bizzat Peygamber’in onlara bu hayattan sonrası için bir yer vaat etmemiş olması kadar açıkça ifade edemez. Cennetteki huriler yeniden dirilip oraya giden dünya kadınları değildir. Kadınların ölümden sonra ne olacaklarını da kimse bilmiyor. Bu bakımdan, benim güzel Ermeni kadınlarım daha talihli. Ermeni Aile Hayatı – Boğaziçinde GezintiArnavutköy, 12 Şubat 1836 Benim burada oturduğum ev pek büyük ve geniş. Eteğini Boğaz’ın dalgaları yıkıyor, arka tarafı da yüksek yamaca tırmanıyor. Bu yüzden, üçüncü kattan bahçenin setine doğrudan doğruya çıkılabiliyor. Ev; burada çok defa görüldüğü gibi, sokağın üstünü de kaplıyor; sokak bunun altındaki bir sıra büyük kapılardan geçiyor. Ev sahibim her ne kadar evini bura usulünce gayet iyi düzenlemişse de, bütün evde tek bir soba bile yok, olsa olsa odalara mangal konuyor. Ev halkı sırtlarında üç dört kürk, mangalın etrafına sıralanıp bağdaş kuruyor ve kapılarla pencerelerin açık olup olmadığına aldırış bile etmiyor. Zavallı alafranga elbisemle ben bu işte zararlı çıkıyorum, ama toplantı salonundaki tandırlarla teselli buluyorum. Tandır, üzerine kocaman bir yorgan örtülü bir masadır. Yorgan her yandan yere sarkar. Masanın altına bir mangal konur, etrafında da alçak bir sedir vardır. Bacaklarını masanın altına sokup yorganı burnuna kadar çektin mi, artık değme keyfine! Bütün aile burada birbirine sokulur; çene çalınır, ekarte, domino veya tavla oynanır; bazıları çubuk içer, bazıları uyur, çoğu da hiçbir şey yapmaz, herkes canının istediği gibi davranır. Biz, bazen sabahın saat 2’sine kadar böyle bir arada oturuyoruz. Bu tam teklifsizlik içinde bile Ermeni ailesi arasında büyük bir resmilik hüküm sürer. Baba içeri girince, kendileri de ellisine varmış olan oğulları ayağa kalkıyor. Aynı şeyi annelerine de yapıyorlar. Küçük kardeş, büyüğü kendisine teklif etmeden çubuk içmiyor, kadınlar da her erkeğe ayağa kalkıyor. Her yeni misafirin gelişinde kahve içiliyor, bu da muhakkak günde yirmi defayı buluyor. Ara sıra reçel ikram ediliyor. Herkes bundan bir kaşık alıyor ve arkasından bir bardak su içiyor. Bu sırada, her su içene «Afiyet olsun» demek ve elini önce göğsüne, sonra alnına götürmek adet. Günde iki yemek yeniyor, bunlardan biri yazın havanın henüz serin olduğu saat 9 yahut 10’da, ikincisi de gün batarken ki bu sırada hava yine serinliyor. Yemekler tamamıyla Türk tarzında; koyun eti ve pilav yemeğin temelini teşkil ediyor, gelen birçok yemeklerin ikisinden biri mutlaka tatlı. Şarap içmek Ermeniler için tabii yasak değil. Benim en çok öveceklerim, yemek arasında herkesin istediği gibi el sunduğu, küçük tabaklar içindeki soğuk yemekler: İstiridye, midye, ıstakoz, havyar, peynir, zeytin, kaymak, soğan, kırmızıbiber, zencefil, salatalar, sardalye, karides, balık yumurtası, pavurya, taze sarımsak ve her çeşit yemiş. Arnavutköy, Boğaziçi’nin en dar yerlerinden birindedir. Çok güzel bir mevkii var. Köyün, burada iskele (scala, echelle) denen, kayık yanaşma yeri penceremin tam altında. Burada büyük bir canlılık ve gürültülü bir kaynaşma hüküm sürer, çünkü köy halkının çoğunluğunu teşkil eden Rumlar günümüzde de geveze bir millettir. Bir sürü kayık burada müşteri bekler. Türkler İstanbul’a, Rumlarsa İstanpoli (şehre) diye bağırırlar. Muazzam gemiler burada kıyayı o kadar yakın geçerler ki fırtınalı havalarda sık sık yelken serenlerinin pencere camlarını kırdığı olur. Ara sıra bir buharlı gemi gürüldeyerek geçer, koyu renkli, sıçrayan dalgaları, Arnavutköy Burnu’nu dolaşan akıntıyla uzun zaman savaşır. Küçük mavnalar burada aşağı yukarı 200 adımlık yeri yedek çektirerek geçerler. Birçok yoksul insanlar gelen kayıklara ip atmak için rıhtımda bekler durur. Buradan kıyı boyunca yürüyerek sevimli Bebek Koyu’nu dolaşmak pek zevkli bir gezinti oluyor. Orada muazzam çınarların altında zarif bir cami ile padişahın bir köşkü vardır. Birçok ileri gelen Türkler, Bebek’te oturur. Bunların arasında dostum hekimbaşı yani «protomedico»da vardır. Bu zat, her ne kadar imparatorluğun bütün tıp teşkilatının başında bulunmaktaysa da ömründe tıp tahsili görmemiştir. Buna karşılık, içinde nadide güller bulunan muhteşem bir bahçesi vardır. Bahçe setler halinde yüksek yamaca tırmanır, Buradan sonra yol güzel servili bir mezarlık boyunca giderek eski bir hisara varır. Burası çoğu zaman gezintimin son noktasıdır. Çünkü burada yol artık, bütün manzarayı kapayan yüksek evlerin arasına girer. Rumelihisarı (Avrupa Şatosu) daha İstanbul’un zaptından önce Türkler tarafından yapılmıştır. Mazgalları ve burçlarıyla beyaz surlar dik yamaçta yukarı aşağı öyle garip bir tarzda uzanır ki, insan bu kaleyi yaptıranın kendi tuğrasını, yani imzasını yapı planı olarak verdiği hakkındaki hikâyenin sebebini anlar. Sayısız sütun parçalarıyla mezar taşları da, tuğlalar ve kaya bloklarıyla birlikte, üç muazzam kulenin duvarlarına örülmüştür. İslamlığın Asya’dan karşıya geçtiği zaman Avrupa Yakası’na bastığı bu ayak izinden, aradaki üç yüz yıl hemen hemen hiçbir şey silememiştir. Karşıda Anadoluhisarı (Asya Şatosu), yükselir. Boğaziçi’nin iki mil kadar daha yukarı tarafında da tıpkı bunlar gibi iki eski Ceneviz kalesi vardır. Bunlar ihtiyar Bizans İmparatorluğu’nun boğazına takılan ilmiklerdi. İstanbul’da kışlar genellikle çok serttir. Karadeniz’i yalayıp gelen kuzey rüzgârı (poyraz) Trakya Khersohes’irıi kalın bir kar tabakasıyla örter. Limanın iç tarafı, hemen hemen her yıl, Cydaris’in (Kağıthane Deresi) tatlı sularının vardığı yere kadar donar. Fakat kış ile yaz bu memlekette, bizde olduğundan fazla, birbirine benzer. Fıstık çamları, serviler, defneler ve zakkumlar yapraklarını dökmez, sarmaşıklar kayalıkları sarar, güller bütün yıl boyunca açar. Güney rüzgârının ılık nefesinin karları yok ettiği yerlerde, dağları şimdiden taze yeşillikler örtüyor. Boğaziçi’nin şakırdayan dalgaları, koyu mavi renkleriyle gözü okşuyor ve sıcak güneş bulutsuz gökte parlıyor. Burada hiç kimse sokağın ortasında ya da en hoşuna giden neresiyse orada oturup bir çubuk tüttürmekten yahut bir kahve içmekten çekinmez. Bunun için Boğaziçi’nde pek şirin köşecikler vardır. Dev gibi çınarların altları bir setle çevrilir. Bunun yanında da muhakkak bir çeşmeyle çok defa damından muazzam bir ağaç gövdesi çıkan küçük bir kahve bulunur. Eğer uzanacaksan senin için hemen bir hasırla bir kilim sererler, eğer oturmak istiyorsan alçak, arkalıksız bir iskemle getirirler. Çubuk ya da nargile hemen hazırdır, kahveyi söylemeye bile lüzum yoktur. Asya Yakası o kadar yakındır ki orada dolaşan insanlar tanınabilir. Yunus sürüleri aşağı yukarı giden gemilerin etrafında oynaşır. Senin tam önünden de hanımlar, kibar efendiler, mollalar yahut ecnebilerle dolu kayıklar geçer. Dün böyle bir yerde otururken padişahın büyük kayığı hızla yaklaştı. Üzerinde alamet olarak bir martı bulunan uzun, gayet zengin bir tarzda süslenmiş burnu bir ok gibi dalgaları yarıyor, on dört çift kürek, koyu mavi sular üzerine kar gibi beyaz bir şeritle, saltanat kayığının geçtiği yolu izliyordu. Kayığın arka tarafında bir sayeban bulunuyor, bunun altında da müminlerin hükümdarı kırmızı kadifeden minderler üstünde oturuyordu. Önünde hassa hademeleri diz üstü duruyor, arkasında reis dümen tutuyordu. Gene böyle bir kayık, boş olarak az uzaktan onun arkasından geliyordu; çünkü gelenek, padişahın geldiği taşıtı dönüşte asla kullanmamasını emrediyor. Hünkârın (kelime anlamı boğucu, cellât, padişahın şeref unvanlarından biri) kayığını gören herkes yerinden fırladı; çeşmenin ve ağaçların arkasına saklandılar, bana da öyle yapmamı işaret ettiler. Sultan Mahmut bu şekilde saygı göstermeyi yasak etmiştir. Fakat yüzyıllarca süren korku hala reayanın iliklerine kadar işlemiş olarak duruyor. |