Sermayenin Biçim Değiştirmesi
Para, Devletler ve Biz | Thomas Piketty | Eylül 21, 2017 at 1:54 pmDaha önce verdiğimiz “Gelir ve Sermaye” kısmında gelir ve sermayenin temel kavramlarını açıkladık ve Sanayi Devrimi’nden bugüne üretimde ve gelirlerde yaşanan artışın önemli aşamalarını gösterdik.
Şimdi, “Sermaye/Gelir Oranının Dinamikleri” bölümünde ise sermaye birikiminin evrimine odaklanacağız, bunu yaparken hem sermayenin –sermaye/gelir oranıyla ölçülen- toplam seviyesini, hem de farklı aktif türlerinden meydana gelen ve 18. yüzyıldan bu yana niteliği derinlemesine değişen bileşimini ele alacağız. Farklı zenginlik biçimlerini (araziler, gayrimenkuller, makineler, şirketler, hisse senetleri, tahviller, patentler, canlı hayvanlar, altın, doğal kaynaklar vs.) ve bu zenginliklerin, uzun zamana yayılan en kapsamlı bilgilere sahip olduğumuz İngiltere ve Fransa’dan başlayarak, tarihteki gelişimlerini inceleyeceğiz. Gelin öncelikle kısa bir edebiyat turu yapalım, zira bu iki ülkede edebiyat, servet konusuna çok iyi bir giriş sağlamaktadır.
Zenginliğin Doğası: Edebiyattan Gerçeğe
Honore de Balzac’ın veya Jane Austen’in romanlarını yazdığı 19. yüzyıl başında, servetin doğası tüm okuyucular açısından zaten nispeten bilinen bir olguydu. Servet rant sağlar, yani sahiplerine sağladığı gelir güvenli ve düzenlidir, bu nedenle de özellikle arazi ya da devlet tahvili görünümünü alır. Goriot Baba’nın elinde devlet tahvilleri vardır, Rastignacların küçük toprak mülkiyeti ise tarım arazilerinden oluşmaktadır.
Aynı durum; Sense and Sensibility’de (Akıl ve Tutku) John Dashwood’ a miras kalan muazzam Norland arazisi için de geçerlidir ve Dashwood, çok geçmeden üvey kardeşleri Elinor ve Marianne’ı kapı dışarı edecek” onlar da babalarının bıraktığı devlet tahvilleri biçimindeki küçük sermayenin faizi ile yetinmek zorunda kalacaklardır. 19. yüzyılın klasik romanında serve,t genellikle boyutundan ve sahibinin kimliğinden bağımsız olarak bu iki biçimi almaktadır: Toprak veya devlet tahvili.
21. yüzyıldan bakınca, bu servet çeşitleri bize modası geçmiş gibi görünebilir ve bunları, sermayenin daha “dinamik” olduğu günümüzün ekonomik ve sosyal gerçekleriyle hiçbir ilgisi olmayan, uzak ve silinmiş tarihe göndermek cazip gelebilir. Aslında, 19. yüzyıl romanlarının karakterlerinin çoğunlukla ilk rantiye örneklerini, demokratik ve meritokratik modern çağımızın nefret edilen figürlerini temsil ettiklerini söyleyebiliriz. Yine de sermayenin güvenli ve düzenli bir gelir sağlamasını istemekten daha doğal ne olabilir? Bu aynı zamanda ekonomistlerin deyişiyle “tam rekabetin olduğu” bir sermaye piyasasının da amacıdır. Sermayenin 19 yüzyıldaki durumuna dair yapılacak çalışmaların günümüz dünyasının anlaşılmasına hiçbir katkı sağlamayacağını düşünmek düpedüz yanılgıdır.
Bu döneme biraz daha yakından bakarsak, 21. yüzyılla arasında sanıldığından daha az fark olduğunu görürüz. Öncelikle, bu iki servet biçimi (toprak ve devlet tahvili ) çok farklı sorunları beraberinde getirmektedir ve muhtemelen bu biçimleri 19. yüzyıl romancılarının eserlerinin akıcılığını sağlamak için yaptıkları gibi birbirine eklememek gerekir. Nihayetinde devlet tahvili, vatandaşların bir kısmının (faiz gelirini alanlar) diğerleri (vergileri ödeyen) üzerindeki alacaklarıdır: Bu durumda milli servetten çıkarılıp, özel servete eklenmesi gerekir. Devletlerin borçları ve servetin doğası hakkındaki bu karmaşık sorun, günümüzde de en az 1800’de olduğu kadar önemlidir ve geçmişin araştırılması bizi bugün önemli bir endişe kaynağı olan bu gerçek konusunda aydınlatabilir. Zira günümüzde kamu borçları, en azından İngiltere’de 19. yüzyıl başındaki astronomik seviyelerden uzak olsa da, Fransa ve diğer birçok ülkede tarihsel rekorlara yaklaşmış durumdadır ve kuşkusuz Napoleon döneminde yol açtığından daha fazla kafa karışıklığına yol açmaktadır. Finansal aracılık süreci (para bankaya yatırılır, banka da başka yerlere yatırım yapar) gerçekten de öyle karmaşık bir hale gelmiştir ki kimin neye sahip olduğunu genelde unuturuz. Biz borçluyuz, kesinlikle. Bu nasıl unutulabilir ki? Medya bunu bize her gün hatırlatıyor, ancak tam olarak kime karşı borçluyuz? 19. yüzyılda kamu borçlanmasından rant sağlayanların kim olduğu aşikardı, peki bugün bu kişilerin kim olduğunu biliyor muyuz? Bu gizemi aydınlatmamız gerek, geçmişi incelemek bize bu konuda yardımcı olabilir.
Daha da önemli bir diğer sorun ise şudur: Sermayenin çoğunlukla dinamik” olan birçok farklı biçimi 1800’lerin dünyasında ve klasik romanda önemli bir rol oynamıştır. Çalışma hayatına imalat işçisi olarak atılan Goriot Baba, makarna ve buğday tüccarı olarak servet yapmıştır. Devrim ve Napoleon savaşları süresince, en iyi unu üretmeyi, makarna üretimi tekniklerini mükemmelleştirmeyi, dağıtım ağlarını ve depolamayı organize etmeyi ve bu şekilde en yüksek kalitedeki ürünlerini doğru yere doğru zamanda ulaştırmayı başarmıştır. 21. yüzyılda start-up kurucularının hisse opsiyonlarını kullanıp kazancını cebine atması gibi, o da bir girişimci olarak servet sahibi haline geldikten sonra işlerdeki payını satmış ve parasının tamamını daha sağlam ürünlere, sürekli rant sağlayan devlet tahvillerine yeniden yatırmıştır. Bu sermaye, kızlarının dönemin Paris sosyetesinin gözde şahsiyetleriyle evlilikler yapmasına yarayacaktır. Goriot Baba 1821 yılında, Delphine ve Anastasie tarafından terk edilmiş bir halde ölüm döşeğindeyken bile, Odessa’da makarna işine yapılacak karlı yatırımları hayal etmektedir.
Bir diğer Balzac karakteri César Birotteau ise parfüm işinde servet yapmıştır; Kendisi mucizevî güzellik ürünlerinin –Sultan Macunu, Karminatif Su vs. – mucididir. Balzac’a göre bu ürünler imparatorluğun son döneminde ve Restorasyon döneminde kapış kapış satılmaktadır. Ancak César bununla yetinmez: Emekli olma zamanı geldiğinde, servetini 1820–1830 yıllarında süratle gelişmekte olan Madeleine bölgesindeki cesur bir gayrimenkul piyasası spekülasyonuyla üçe katlamak ister. Eşinin, parfümeriden elde ettikleri paraları Chinon bölgesi yakınlarındaki verimli tarım alanlarına ve birkaç devlet tahviline yatırmak yönündeki bilgece önerilerini dinlemez. César sonunda iflas edecektir. Jane Austen’in kahramanları büyük toprak sahipleridir, ancak Balzac’ın kahramanlarına kıyasla daha taşralıdırlar; görünüşe göre kararları da Balzac’ın kahramanlarının kararlarından daha bilgece değildir. Mansfield Park’ta, Fanny’nin amcası Sir Thomas işlerini ve yatırımlarını düzene koymak amacıyla büyük oğlunu da yanına alarak, Ban Hint Adaları’na bir yılı aşkın bir süre için gitmek zorunda kalır. Mansfield’e geri dönse de bir an önce aylar boyunca kalmak üzere adalara yeniden gitmek zorundadır: Tarım arazilerini binlerce kilometre uzaktan yönetmek 1800-1810 yıllarında hiç de kolay değildir. Burada toprak ve kamunun sağladığı güvenilir ranttan hala uzağız.
Bu durumda güvenilir sermayeyi mi yoksa riskli yatırımları mı seçmeliyiz? Yoksa o dönemden bugüne gerçekte hiçbir şeyin değişmediği sonucuna mı varmalıyız? 18. yüzyıldan bu yana sermayenin yapısı gerçek anlamda ne türden dönüşümler geçirmiştir? Yapılarındaki bariz değişikliklerin ötesinde, Goriot Baba’nın makarnasından Steve Jobs’un tabletlerine, 1800’lerde Batı Hint Adaları’na, 21. yüzyılda ise Çin’e veya Güney Afrika’ya yapılan yatırımlara, sermayenin temel yapısı aynı kalmamış mıdır? Sermaye asla güvenli değildir: Her zaman risk altındadır ve en azından başlarda girişimcidir; aynı zamanda sonsuz bir biçimde biriktikçe ranta dönüşmeye yönelir, bu onun doğal yönelimi, mantıksal kaderidir. Öyleyse günümüzün modern toplumlarındaki eşitsizliklerin, Balzac ve Austen’ın yaşadığı çağı karakterize eden eşitsizliklerden farklı olduğuna dair bu belli belirsiz izlenimin kaynağı nedir? Gerçekle alakası olmayan bir laf kalabalığından mı ibarettir? Yoksa modern büyümenin sermayeyi yapısal olarak daha az “rantçı” ve daha “dinamik” kılmasının ardında yatan nesnel etkenleri saptamak mümkün müdür?
İngiltere ve Fransa’da Sermayenin Geçirdiği Dönüşümler
Bu sorgulamada ilerleyebilmek için, sermayenin İngiltere ve Fransa’da 18. yüzyıldan bu yana geçirdiği dönüşümleri incelemekle işe başlayalım. Bu iki ülke, haklarında en zengin tarihsel kaynaklara sahip olduğumuz ve böylece en homojen ve eksiksiz uzun vadeli tahminleri yapabildiğimiz ülkelerdir Vardığımız ana sonuçlar, kapitalizmin üç yüz yıllık tarihindeki önemli yönelimlerin bir sentezini yansıtmayı amaçlayan Grafik 3.1 ve Grafik 3.2’de sunulmaktadır. Ortaya iki belirgin sonuç çıkmaktadır:
Öncelikle, sermaye/gelir oranının iki ülkede benzer eğrileri izlediğini; 18. ve 19. yüzyıllarda nispeten sabit kaldığını, bunu 20. yüzyıldaki büyük bir şokun takip ettiğini, sonra 21. yüzyıl başında Birinci Dünya Savaşı arifesindeki seviyelere geri döndüğünü görüyoruz. Ulusal sermaye, 18. ve 19. yüzyıllar boyunca ve 1914’e dek, Fransa”da olduğu gibi İngiltere’de de yaklaşık altı-yedi yıllık milli gelire tekabül etmektedir. Ardından, sermaye/gelir oranı Birinci Dünya Savaşı sonrasında sert şekilde düşmüş, Büyük Buhran ve İkinci Dünya Savaşı boyunca gerilemiştir; öyle ki 19S0’lerde ancak iki yıllık milli gelirden biraz daha yüksek bir seviyeye karşılık geldiğini görüyoruz. Sonra sermaye/gelir oranı tekrar yükselmeye başlamış ve artışı kesilmemiştir. Bu iki ülkede, 2010 yılında ulusal sermayenin toplam değeri beş-altı yıllık milli gelir civarındadır. Fransa’da bu oranın biraz üzerindedir ancak 1980’lerde milli gelirin dört katının altında, 1950’lerde ise iki katının biraz üzerinde seyretmiştir, Ölçümler tam isabetli olmayabilir. Ancak gelişimin izlediği eğriyi açıkça görebiliyoruz.
Geçtiğimiz yüzyıl etkileyici bir U eğrisine sahiptir. Sermaye/gelir oranı 1914-1945 döneminde yaklaşık üçte bir oranında düşmüş, yüzyılın devamında, yani 1945-2012 döneminde ise iki katından fazla yükselmiştir.
20. yüzyıla damgasını vuran şiddetli askeri, politik ve ekonomik mücadelelerle orantılı olarak, özellikle sermaye, özel mülkiyet ve zenginliğin küresel dağılımında ciddi dalgalanmalar olduğu görülmektedir. 20. yüzyılla karşılaştırıldığında 18. ve 19. yüzyıllar oldukça sakin görünmektedir.
Sonuçta, sermaye/gelir oranı 2010’lu yılların başlarında Birinci Dünya Savaşı öncesi seviyesine geri dönmüştür –hatta sermaye birikimini milli gelir yerine kullanılabilir hanehalkı gelirine bölersek geride bırakmıştır bile diyebiliriz {payda olarak milli gelirin seçilmesi yönündeki metodolojik tercihin hiç de yerinde olmadığını göreceğiz).
Ne olursa olsun, mevcut ölçümlerdeki hatalar ve belirsizliklere rağmen, 1950’li yıllarda başlayan sürecin ardından, 1990-2000 yıllarında Belle Epoque’tan beri görülmemiş bir maddi refah seviyesine ulaşıldığına şüphe yoktur. Sermaye 20. yüzyılın ortasında büyük ölçüde yok olmuştu; 21. yüzyılın başında ise 18. ve 19. yüzyıllardaki seviyelere dönmeye başlamıştır. Servet, kaybettiklerini geri kazanmıştır. Daha geniş bir perspektiften bakarsak, geçmişin yerle bir olduğu ve kapitalizmin yapısal olarak değiştiği yanılsamasına neden olan şeyin 20. yüzyıldaki savaşlar olduğunu görürüz.
Ne denli önemli olursa olsun, sermaye/gelir oranının dünya genelinde geçirdiği değişime bakıp, 1700 yılından bu yana sermayenin bileşiminde yaşanan ciddi dönüşümleri gözden kaçırmamalıyız. Grafik 3.1 ve Grafik 3.2’den iki bariz sonuca ulaşıyoruz; aktiflerin türleri açısından 21. yüzyıldaki sermaye ile 18. yüzyıldaki sermaye arasında pek fazla ortak nokta yoktur. İngiltere ve Fransa’daki değişimler de gözlemlediğimiz kadarıyla oldukça benzerdir. Basitleştirirsek, tarımsal arazilerin uzun vadede ve kademeli olarak binalar, iş sermayesi ve şirketlerle devlet kurumlarına yapılan finansal yatırımlarla yer değiştirdiğini söyleyebiliriz. Yine de sermayenin milli gelir cinsinden hesaplanan –kaç yıllık milli gelire denk geldiği – toplam değeri gerçekte değişmemiştir.
Ulusal sermayenin –Grafik 3.1 ve 3.2’de evrimini gösterdiğimiz özel sermaye ve kamu sermayesinin toplamı olarak tanımlandığını hatırlatalım. Kamu borçları özel sektör tarafından varlıklar, kamu sektörü tarafından ise yükümlülükler altında gösterildiği için, bu ikisinin birbirini götürdüğü ve bakiyenin sıfır olduğu kabul edilir (ülkenin yalnızca iç borçlanma yaptığı hallerde). Analizimizin ilerleyen bölümlerinde bu konuya tekrar değineceğiz. Daha önce belirttiğimiz gibi, ulusal sermaye, yurtiçi sermaye ve net yabancı sermaye olarak ikiye ayrılabilir. Yurtiçi sermaye; bahsi geçen ülkede yerleşik toplam sermayenin (gayrimenkuller, şirketler- vs.) değerini ölçer. Net yabancı sermaye –veya net yabancı varlıklar- bahsi geçen ülkenin dünyanın geri kalanına göre zenginliğini, yani ülkenin vatandaşlarının dünyanın geri kalanında sahip oldukları varlıklar ile dünyanın geri kalanının bahsi geçen ülkede (devlet tahvili cinsinden varlıklar dâhil) sahip olduğu varlıklar arasındaki farkı ölçmektedir.
İlk analizde, yurtiçi sermayeyi üç kategoriye ayırabiliriz: Tarım arazisi, konut (ev ve yaşam amaçlı gayrimenkul, arazi değerleri dahil) ve özellikle şirketlerin yönetimleri tarafından kullanılan sermayeyi (mesleki amaçlarla kullanılan gayrimenkul, binalar –arazi değerleri dahili– teçhizat, makine, bilgisayar, patent vs.) içeren diğer yurtiçi sermaye. Bu varlıklar diğer tüm varlıklar gibi, piyasa fiyatları ile değerlenmektedir. Örneğin hisse senedi arz eden bir şirket için değer, pay değerinin fiyatına bağlıdır. Bu durumda Grafik 3.1-3.2’yi çizerken de kullandığımız aşağıdaki ulusal sermaye dağılımını elde ediyoruz:
Ulusal Sermaye = Tarım Arazileri + Konutlar + Diğer Yurtiçi Sermaye + Net Yabancı Sermaye
Görünüşe bakılırsa, 18. yüzyılın başında tarım arazileri, dört-beş yıllık milli gelire karşılık gelen bir değere veya milli gelirin üçte ikisine tekabül etmekteydi. Üç yüzyıl sonra, tarım arazileri Fransa ve İngiltere’de milli gelirin %10’undan daha azına karşılık gelmektedir ve Toplam varlıkların %2‘sinden azını temsil etmektedir. Bu etkileyici değişim çok da şaşırtıcı değildir: Tarım 18. yüzyılda tüm ekonomik faaliyetlerin ve istihdamın yaklaşık dörtte üçünü oluşturmaktaydı, bugün ise sadece birkaç puanlık bir yeri işgal etmektedir. Bu nedenle tarım arazisinin sermayede işgal ettiği yerin de benzer bir evrim geçirmesi oldukça doğaldır.
Tarım arazilerinin değerindeki –milli gelire ve ulusal sermayeye oranla– bu düşüşü telafi eden kısmen konutların değerindeki yükseliş –konutların toplam değeri 18. yüzyılda yaklaşık olarak bir yıllık milli gelire karşılık gelirken, bugün üç yıllık milli gelirden daha fazlasına karşılık gelmektedir– ve diğer yurtiçi sermayelerin değerlerindeki artıştır. Bu konuda da büyük bir değişim yaşanmıştır (aslında nispeten daha az: 18. yüzyılda 1,5 yıllık milli gelire karşılık gelirken, bugün 3 yıllık milli gelirden daha azına karşılık gelmektedir). Bu çok uzun vadeli yapısal dönüşüm, bir taraftan konutun ekonomik gelişim sürecindeki artan önemini (sadece büyüklük açısından değil, aynı zamanda kalite ve değer açısından da) yansıtırken, diğer taraftan da Sanayi Devrimi’nden bu yana şirketler ve kamu idareleri tarafından tüm tarım dışı mal ve hizmetlerin üretiminde kullanılmış olan işyeri binalarının, teçhizatın, makinelerin, depoların, büroların, araçların, maddi ve maddi olmayan sermaye biçimlerinde yaşanan benzer şiddetteki bir gelişimi yansıtmaktadır. Sermayenin tabiatı değişmiş (eskiden sadece araziydi, artık gayrimenkule, endüstriyel ve finansal sermayeye dönüşmüştür), ancak öneminden hiçbir şey kaybetmemiştir.
Yabancı Sermayenin Yükselişi ve Düşüşü
Son üç yüz yılın en büyük iki sömürgeci gücü olmuş İngiltere ve Fransa’nın sömürgecilik tarihi bağlamında, yabancı sermayenin tamamen kendine özgü bir seyir izlediğini söyleyebiliriz. 18. ve 19. yüzyıllar boyunca bu iki ülkenin dünya geri kalanında sahip olduğu aktifler sürekli artmış ve Birinci Dünya Savaşı öncesinde son derece yüksek bir seviyeye ulaşmış, sonrasında ise, yani 1914-1945 arasında tam manasıyla çökmüş ve Grafik 3.1-3.2’de görebileceğimiz üzere, o günden bugüne de nispeten daha düşük bir seviyede dengeye kavuşmuştur.
Jane Austen’ın Mansfield Park romanında Sir Thomas’ın Batı Hint Adaları’ndaki yatırımlarının örneklediği gibi, yabancı varlıklar 1750–1800 döneminde önem kazanmaya başlamıştır. Ancak yine de çok fazla önem kazandığını söyleyemeyiz: Mevcut kaynaklardan öğrendiğimize göre, 1812 yılında, yani romanın yazıldığı sırada yabancı aktifler İngiltere’de milli gelirin ancak %10’una ve tarımsal arazilerin toplam değerinin yalnızca otuzda birine karşılık gelmektedir (tarımsal araziler üç yıllık milli gelirin üzerindeki bir seviyeye karşılık gelmekteydi). Jane Austen’in karakterlerinin çoğunlukla kırsal bölgelerdeki mal varlıklarının gelirleriyle yaşamaları bu nedenle şaşırtıcı değildir.
İngilizlerin dünyanın geri kalanındaki aktif birikiminin kayda değer, hatta tarihte daha önce görülmemiş ve bugün dahi ulaşılamayan bir seviyeye çıkması 19. yüzyılda gerçekleşmiştir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde İngiltere dünyanın en büyük sömürgeci imparatorluğuydu ve yaklaşık 2 yıllık milli geliri ya da kendi tarım arazilerinin değerinin 6 misli kadar yabancı aktife sahipti (o sırada İngiltere’nin tarım arazilerinin değeri, milli gelirin %30’undan fazla değildi). Mansfield Park döneminden beri servetin yapısının hangi noktada tamamen değiştiğini görebiliyoruz –ve sanıyoruz ki Jane Austen’in kahramanları ve kendilerinden sonra gelenler zamanın gereklerine uyum sağlamayı başarmış ve Sir Thomas gibi araziden elde ettikleri rantın bir kısmını yurtdışında yeniden yatırıma dönüştürmeyi akıl etmişlerdir. Belle Epoque’ta yurtdışında yatırıma dönüştürülmüş olan sermaye kar, kar payı, faiz, kira biçiminde yıllık ortalama %5 getiri sağlamış” bu sayede milli gelir de İngiltere’de her yıl yurtiçi üretimden % 10 daha yüksek olmuştur ve bu artış halkın refah içinde yaşamasını sağlamıştır. Fransa’nın, dünyanın ikinci büyük sömürgeci imparatorluğunun durumu da biraz daha geride, ama buna yakındır: Dünyanın geri kalanından topladığı yabancı aktifler, bir yıllık milli gelirinden biraz fazladır, öyle ki Fransa’nın milli geliri 1900-1910 arasında her yıl yurtiçi üretiminin yüzde %5 kadar üzerindedir. Fransa’nın dünyanın geri kalanında sahip olduğu kar payı, faiz, gayrimaddi hak ödemeleri, kira ve yurtdışından elde edilen diğer tüm gelirlerin toplamı ülkenin kuzey ve doğu bölgelerindeki endüstriyel üretimlerinin toplamına eşittir.
19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında net yabancı varlıkların durumunun, İngiltere ve Fransa’da yapısal bir dış ticaret açığına izin verdiğini anlamamız önem taşıyor. 1880-1914 arasında bu iki ülke değer olarak ihraç ettiklerinden daha fazla mal ve hizmet ithal etmiştir (bu dönemdeki ticaret açıkları milli gelirin %1-2’sine karşılık gelmekteydi). Bu durum onlara hiçbir sorun çıkartmamıştır, zira dünyanın geri kalanından sağladıkları yurtdışı sermaye gelirleri milli gelirlerinin %5’ini geçmekteydi. Bu ülkelerde ödemeler dengesi de ciddi oranda fazla vermekte, bu da yabancı aktiflerin her yıl artmasını sağlamaktaydı. Diğer bir ifadeyle, dünyanın geri kalanı, sömürgeci güçlerin tüketimi artsın diye çalışıyor; bu arada da dünyanın geri kalanı sömürgeci güçlere giderek daha borçlu hale geliyordu. Bu bize şaşırtıcı gelebilir. Ancak ticari kârlarla veya sömürgeler ele geçirerek yabancı aktif birikimi yapmanın amacı zaten daha sonra ticari açık verebilmektir. Sonsuza dek ticari fazla vermenin kimseye faydası olmaz. Mal sahibi olmak, insana tüketmeyi sürdürme ve çalışmadan biriktirebilme ya da en azından sadece çalışarak elde ettiğinden daha fazlasını tüketme ya da biriktirme imkânı sağlar. Sömürgecilik döneminde bu durum uluslararası ölçekte yaşanmıştır. İki dünya savaşının, 1930’lu kriz yıllarının ve sömürgeciliğin sona ermesinin yarattığı sarsıntıların ardından bu yabancı varlık birikimi de tamamen yok olacaktır.
1950’li yıllarda Fransa ve İngiltere’nin dünyanın geri kalanında sahip olduğu varlıklar nette sıfıra yakındı. Demek ki iki eski sömürgeci kuvvetin yurtdışında sahip oldukları varlıklar, kendi ülkelerinde yabancıların sahip oldukları varlıklarla eşitlenmişti. İlk bakışta bu durumun yarım yüzyıl boyunca değişmediğini söyleyebiliriz. 1950’li yıllardan 2010’lu yıllara kadar Fransa ve İngiltere’nin sahip olduğu net yabancı varlıklar bazen hafif artıda, bazen de bariz biçimde ekside, ancak her durumda, en azından daha önce gözlemlenmiş olan seviyelerle karşılaştırıldığında, sıfıra çok yakın olmuştur.
Son olarak, 18. yüzyıldaki ulusal sermaye yapısını bugünkü yapıyla karşılaştırdığımızda, net yurtdışı varlıkların iki dönemde de ihmal edilebilir bir rol oynamakta olduğunu görüyoruz. Toplam sermaye birikimi milli gelire kıyasla pek değişmemiş gibi görünürken, uzun bir zamana yayılan gerçek yapısal dönüşüm tarım arazilerinin yerini aşamalı olarak gayrimenkul ve iş sermayesinin alması olmuştur.
Gelirler ve Servetler: Büyüklük Seviyeleri
Bu dönüşümleri özetlemek için, bugünün dünyasının büyüklük seviyelerini kullanabiliriz.
Şu anda Fransa ve İngiltere’de kişi başına milli gelir 30.000 avro düzeyindedir, iki ülkede de altı yıllık milli gelire karşılık gelen ulusal sermayeden kişi başına pay da 180.000 avro civarındadır. Bu iki ülkede tarım arazileri artık pek bir değer taşımamaktadır (kişi başına en fazla birkaç bin avro) ve ulusal sermaye neredeyse eşit iki parçaya bölünmüştür. Her vatandaş ortalama 90.000 avro değerinde konuta (kendi kullanımı veya başkalarına kiraya vermek için) ve ortalama 90.000 avro değerinde diğer yurtiçi sermayeye (çoğunlukla finansal araçlar ile şirketlere yatırılmış sermaye) sahiptir.
Üç yüzyıl geriye gittiğimizi ve 1700’lerde geçerli olan sermaye yapısına şu anda geçerli olan ortalama rakamları –30.000 avro gelir ve 180.000 avro servet– uyguladığımızı düşünelim. Temsili Fransız veya İngiliz vatandaşımız böyle bir durumda 120.000 avro değerinde tarım arazisi, 30.000 avro değerinde konut ve 30.000 avro değerinde farklı biçimlerdeki bir sermayeye sahip olacaktır. Elbette bazı Fransız veya İngilizler, örneğin Jane Austen romanlarının kahramanları (John Dashwood Norland arazisiyle, Charles Darcy Pemberley arazisiyle) onlarca ya da yüzlerce milyon avroluk mal varlığına eşdeğer yüzlerce hektar araziye sahipti, lakin diğer birçok kişi hiçbir şeye sahip değildi. Ancak bu ortalama değerler, ulusal sermayenin yapısının, yıllık gelir akışı bazında hemen hemen aynı seviyeyi korurken, 18. yüzyıldan bu yana nasıl tamamen değiştiği hakkında somut bir fikir edinmemize yardımcı olmaktadır.
Şimdi 30.000 avroluk ortalama gelire ve 180.000 avroluk servete sahip temsili İngiliz veya Fransız vatandaşımızın Belle Epoque’taki, 1900–1910 civarındaki durumunu hayal edelim. İngiltere’de tarım arazilerinin artık fazla bir payı kalmamıştı, her bir İngiliz vatandaşına 10.000 avrodan daha az değerde bir tarım arazisi düşüyordu. Buna karşılık kişi başına düşen tutarlar konut için 50.000 avro, diğer yurtiçi varlıklar için 60.000 avro ve yurtdışı yatırımlar için yaklaşık 60.000 avro idi. Tarım arazilerinin halen kişi başı 30.000–40.000 avro aralığında bir değeri ifade etmesi ve kabaca aynı miktarın yabancı yatırımlar için de geçerli olması dışında, Fransa’da da durum benzer idi. İki ülkede de yabancı aktifler hatırı sayılır bir önem kazanmıştı. Bir kez daha belirtelim, herkes Süveyş Kanalı’nın hisse senetlerine veya Rus tahvillerine sahip değildi. Hiçbir yurtdışı varlığı olmayan çoğunluk ile yüklü bir portföye sahip azınlığı toplayarak, tüm nüfus için hesapladığımız bu ortalamalar, Fransa ve İngiltere’nin dünyanın geri kalanında biriktirdiği muazzam zenginliği ölçmemize izin vermektedir.
Kamu Serveti, Özel Servet
20. yüzyılda sermayenin maruz kaldığı şokları ve İkinci Dünya Savaşı’ndan beri yeniden canlanmasının ardındaki sebepleri daha detaylı bir şekilde incelemeden önce, bu noktada kamu borcuna ve daha genel olarak ulusal sermayenin kamu sermayesi ve özel sermaye arasındaki bölüşümüne dair sorunları analiz etmemiz gerekiyor. Zira zengin devletlerin özellikle borç biriktirme eğiliminde oldukları şu 21. yüzyıl başında, kamu sektörünün bilançosunda aynı zamanda aktifler de olduğunu çoğunlukla unuturuz. Tanım itibarıyla, kamu sermayesi ile özel sermaye arasındaki dağılım, az önce evrimini izlediğimiz ulusal sermayenin ne toplam miktarında ne de bileşiminde bir değişiklik yaratır. Yine de mülkiyet haklarının, kamu gücü ile özel şahıslar arasındaki bu bölüşümü politik, ekonomik ve toplumsal açıdan önem taşımaktadır.
1. Bölüm’deki tanımları hatırlatmakla işe başlayalım. Ulusal sermaye veya milli servet, kamu sermayesi ve özel sermayenin toplamıdır. Kamu sermayesi devletin ve çeşidi kamu idarelerinin aktifleri ve pasifleri arasındaki farktır. Aynı şekilde özel sermaye de kişilerin aktifleri ve pasifleri arasındaki farktır. Kamu sektörü ve özel sektör açısından sermaye, her zaman net bir varlık olarak, yani varlıkların (aktiflerin) piyasa değeri ile yükümlülüklerin (pasifler, yani borçlar) arasındaki fark olarak tanımlanmaktadır. Kamu aktiflerinin iki somut biçimi vardır.
Bu sermaye finansal olabileceği gibi, finansal olmayan bir sermaye de (başta kamu binaları, idare, sağlık ve eğitim gibi kamu hizmetleri için kullanılan ilköğretim okulları, liseler, üniversiteler, hastaneler vs.) olabilir. Devletler şirketlerde azınlık veya çoğunluk paylara sahip olabilir. Bu şirketler yurtiçinde veya yurtdışında yerleşik olabilir (örneğin son yıllarda devletlerin sahip olduğu yurtdışı finansal varlıkları yöneten, yüklü portföylere sahip “devlet fonu” denilen fonlar ortaya çıkmıştır).
Pratikte finansal ve finansal olmayan aktifler arasındaki sınır bu denli kesin olmak zorunda değildir. Örneğin, Fransız Devleti France Telecom ile La Poste’u (Posta idaresi) anonim şirket haline dönüştürdüğünde, devletin bu yeni şirketlerdeki iştiraki finansal aktif sayıldı; hâlbuki daha önce Posta ve Telekomünikasyon İdaresi tarafından kullanılan binalar ve teçhizat finansal olmayan aktifler arasında sayılıyorlardı. 2010’lu yılların başında kamu aktiflerinin toplam değerinin (finansal olmayan ve finansal olan), İngiltere’de yaklaşık bir yıllık milli gelire, Fransa’da ise bir buçuk yıllık milli gelirden biraz daha azına karşılık geldiği tahmin edilmektedir. Bu iki ülkedeki kamu borçlarının yaklaşık bir yıllık milli gelire denk geldiğine bakılacak olursa, kamunun net aktiflerinin veya kamu sermayesinin bu iki ülkede de sıfıra çok yakın olduğunu söyleyebiliriz.
Her iki ülkenin istatistik kurumları ve merkez bankaları tarafından yapılan son resmi tahminlere göre, toplam kamu sermayesi İngiltere’de sıfıra yakındır, Fransa’da ise milli gelirin %30’unun biraz altındadır veya tüm ulusal sermayenin yirmide birine karşılık gelmektedir (bkz. Tablo 3.1).
Diğer bir deyişle, eğer bu iki ülkenin devletleri tüm varlıkların satılması ve bununla derhal borçların kapatılması kararını verselerdi, İngiltere’de geriye hiçbir şey kalmayacak, Fransa’da ise geriye çok az varlık kalacaktı. Tahminlere yüzde yüz doğru diye bakmamak gerektiğini bir kez daha hatırlatalım. Her ülke Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgütler tarafından standart hale getirilmiş fikir ve yöntemleri uygulamak için elinden geleni yapsa da, ulusal muhasebe kesin bir bilim değildir ve hiçbir zaman da olmamıştır. Kamu borcu veya kamunun finansal aktiflerinin toplamının hesaplanmasında fazla bir sorun yoktur. Buna karşılık, kamu binalarının (okullar, hastaneler vs.) veya ulaşım altyapılarının (özellikle demiryolu hatları ve otobanlar) piyasa değerlerini doğruluk payı yüksek bir biçimde belirlemek, düzenli bir satışa konu olmadıkları için pek de kolay değildir. Teorik açıdan değer hesaplamaları yakın geçmişte gözlenen benzer satışların fiyatlarına bağlı olmalıdır, ancak piyasa fiyatları sıklıkla, kimi zaman sert şekilde oynadığından, bu karşılaştırmalara her zaman güvenilemez. Bu nedenle, yapılan tahminler matematiksel kesinlikler olarak değil, büyüklük seviyeleri olarak düşünülmelidir.
Her durumda, kamunun net varlıklarının bu iki ülkede çok düşük seviyelerde olduğu, özel kesimin varlıklarına kıyasla oldukça önemsiz kaldığı konusunda şüphe yoktur. Net kamu sermayesi İngiltere’de milli servetin % 1’ini, Fransa’da yaklaşık %5’ini, hatta kamu aktiflerinin gerçek değerlerinden daha düşük gösterildiklerini varsayarak, % 10’unu temsil etse bile, bu oranlar bizim sözünü etmekte olduğumuz konuda ancak sınırlı bir önem arz eder. Ölçümlerdeki kusurlar ne olursa olsun, bizi burada asıl ilgilendiren olgu şudur; Özel kesimin serveti 2010 yılının başında milli servetin neredeyse tamamını, mevcut son değerlendirmelere göre İngiltere’de % 99’dan fazlasını, Fransa’da neredeyse %95’ini meydana getirmektedir, yani her durumda % 90’ın üzerindedir.
Tarihte Kamu Serveti
Eğer şimdi 18. yüzyıldan bu yana İngiltere ve Fransa’daki kamusal zenginliğin tarihini, ulusal sermayenin kamu ve özel olarak dağılımındaki evrimle birlikte incelersek, az önceki açıklamamızın tarihte hemen her zaman geçerli olduğu sonucuna varırız (bkz. Grafik 3.3-3.6). İlk bakışta, kamu kesiminin aktif ve pasiflerinin ve daha ziyade ikisinin arasındaki farkın, genellikle özel kesimin devasa büyüklükteki servetine kıyasla çok daha küçük rakamlarla ifade edildiğini görüyoruz. Kamunun net varlığı her iki ülkede de üç yüzyıl boyunca bazen artıda, bazen ekside seyretmiştir. Ancak, milli gelirin yaklaşık olarak +%100 ve –%100’ü arasındaki (genelde +%50 ve -%50 arasında) bu salınımlar, özel kesimin zenginliğinin ulaştığı seviyelere kıyasla (milli gelirin %700-800’üne kadar) sınırlı büyüklükte kalmıştır. Diğer bir ifadeyle, ulusal sermaye ile milli gelir ilişkisinin 18. yüzyıldan bu yana gelen, yukarıdaki satırlarda özetlediğimiz tarihi, genelde özel sermaye ile milli gelir ilişkisinin tarihi olmuştur (bkz. Grafik 3.5-3.6).
Bu durum temel, ama nispeten iyi bilinen bir olguyla bağlantılıdır: Fransa ve İngiltere her zaman özel mülkiyet üzerine kurulu ülkeler olmuşlar ve hiçbir zaman ulusal sermayenin kamu gücünün denetimi altına girdiği Sovyet tarzı bir komünizmi tecrübe etmemişlerdir. Özel servetin hacminin daima kamu servetinin hacminden büyük olması bu nedenle şaşırtıcı değildir. Diğer yandan, bu iki ülkeden hiçbiri özel servetin büyüklüğünü kökten değiştirecek kadar büyük miktarda kamu borcuna sahip olmamıştır.
Bu temel hususla ilgili parantezi kapatıp, analizimizde ilerleyecek olursak, bu iki ülkede de servet konusunda izlenen kamu politikalarının çok aşırı noktalara varmamakla birlikte, özel servet birikiminde yadsınamaz bir etki yarattıklarını, üstelik bunu birçok kez ve zıt yönlerde gerçekleştirdiklerini söylemek gerekir.
Kamu otoritesi kimi zaman özel kesimin servetini büyütmek eğiliminde olmuştur (18. ve 19. yüzyıllarda İngiltere’ de ya da Ancien Regime veya Belle Epoque’ta Fransa’da olduğu gibi, büyük miktarlarda devlet borçlanmasına gitmek). Bazı durumlarda ise tam tersine ağırlıklarını azaltmaya çalışır (Fransa’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kamu borçlarının silinmesi ve büyük bir kamu sektörünün kurulması gibi; aynı şey daha düşük ölçekte İngiltere’de de yapılmıştır). 21. yüzyılın başında, bu iki ülkenin –ve diğer zengin ülkelerin tümünün– birinci türden bir yöneliş içinde olduğunu görüyoruz. Ancak tarihsel tecrübe, bunun oldukça hızlı şekilde değişebileceğini gösteriyor. Buna hazırlıklı olmak için, İngiltere ve Fransa’nın geçmişteki yön değişikliklerini incelemekte fayda olabilir, çünkü her iki ülkenin de bu konuda zengin ve hareketli tarihsel tecrübeleri bulunmaktadır.
İngiltere’de Kamu Borçları ve Özel Sermayenin Güçlendirilmesi
İngiltere’deki durumla başlayalım. İlki, Napoleon savaşlarının, ikincisi de İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda olmak üzere İngiliz kamu borcu iki kez aşırı yüksek seviyelere, GSYH’nin %200’ü civarına, hatta onun da biraz üzerine çıkmıştır. İlginç olan şudur: İngiltere hem uzun süre boyunca hem de çok yüksek seviyelerde borçlanmış, ancak hiçbir zaman temerrüde düşmemiş bir ülkedir. Zaten bu iki husus birbirinin açıklamasını da içermektedir: Zira öyle ya da böyle, dolaylı ya da dolaysız yoldan temerrüde düşülmediyse, borcu tamamen reddetmeden ya da yüksek enflasyon yönetimini kullanmadan, böylesine büyük bir borcun geri ödenmesi çok uzun zaman alır.
19. yüzyıldaki İngiltere’nin kamu borçlanması, bu anlamda bir ders konusudur. Biraz geriye gidelim. 18. yüzyılda, Amerikan Bağımsızlık Savaşı öncesinde de, Fransız Krallığı gibi İngiltere de önemli miktarda kamu borcu biriktirmiş durumdaydı. İki monarşi de çoğunlukla kendi aralarında ve diğer Avrupa ülkeleriyle savaşıyor ve harcamalarını karşılamaya yetecek vergi gelirini elde edemiyorlardı. Bu nedenle kamu borçları da hızla artıyordu. Bu iki ülkenin kamu borcu sırasıyla 1700-1720’lerde milli gelirin %50’sine, 1760-1770’lerde ise %100’ü civarına karşılık gelen bir seviyedeydi.
Fransız monarşisinin vergi sistemini modernize etmek ve asillere sağlanan mali ayrıcalıkları kaldırmaktaki yetersizliği bilinmektedir. Sonunda, 1789’da Etats-Generaux’nun [genel meclis] toplantıya çağrılmasıyla gelen devrimci çözüm, 1790-1791 yıllarında yeni bir vergi sisteminin yaratılması (özellikle toprak sahiplerine emlak vergisi ve servet sahiplerine veraset ve intikal vergisi getirmek suretiyle) ve 1797 yılında yaşanan “banqueroute des deux tiers” [üçte ikinin iflası] (“assignat”ların tedavüle girmesi ve bunun sonucunda oluşan enflasyon en yaygın temerrüdü tetiklemişti) ile Ancien Regime’in borçlarından kurtulunduğu da bilinen gerçeklerdir. Böylece 19. yüzyılın başında Fransa’nın kamu borcu aniden inişe geçmiş ve çok düşük seviyelere gerilemiştir (1815’te milli gelirin %20’sinden düşüktür).
İngiltere’deki gidişat ise tamamen farklıdır. İngiliz Monarşisi, Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nı ve daha önemlisi devrim ve Napoleon dönemlerinde Fransa ile yapılan birçok savaşı finanse etmek için sınırsızca borçlanmayı seçmiştir. Kamu borcu böylece 1770’li yılların başında milli gelirin %100’ü civarına, 1810’lu yıllarda ise yaklaşık %200’üne yükselmiştir. Bu borç, Fransa’nın aynı dönemdeki borcunun on katıdır. Bu borcu sürekli azaltıp 1910’lu yılların başında milli gelirin %30’unun altına indirebilmesi için, İngiltere’nin bir yüzyıl boyunca bütçe fazlası vermesi gerekmiştir (Grafik 3.3).
Bu tarihsel deneyimden hangi dersleri çıkarabiliriz? Öncelikle, bu yüksek kamu borcunun İngiliz toplumunda özel servetin ağırlığını arttırdığına şüphe yoktur. İmkânı olan İngilizler devlete talep ettiği miktardaki borcu vermişler, ama bu durum özel kesim yatırımlarını da kayda değer şekilde azaltmamıştır: 1770-1810 yıllarında kamu borcundaki çok kuvvetli yükseliş, özel kesimin aynı miktardaki tasarruf artışı ile finanse edilmiştir (bu da dönemin İngiliz varlıklı kesiminin refah seviyesinin ne denli yüksek olduğunun ve devlet tahvili faizlerinin de ne denli cazip oranlarda olduğunun kanıtıdır}. Bu dönem süresince ulusal sermaye toplamda yedi yıllık milli gelire karşılık gelen bir seviyede sabit kalmıştır, halbuki özel servet 1810’Iu yıllarda sekiz yıllık milli gelirin de üzerine çıkmış, kamu serveti ise aynı dönemde azalarak eksiye geçmiştir (bkz. Grafik 3.5).
O halde, servet konusunun Jane Austen romanlarının her yerinde bulunması kimseye şaşırtıcı gelmeyecektir: Alışıldık arazi sahiplerine, önceden görülmemiş sayıda devlet tahvili sahibi eklenmiştir (eğer edebi eserlere tarihsel kaynak gibi güvenecek olursak, büyük oranda aynı kişiler söz konusudur), toplam özel servet istisnai biçimde yüksek bir seviyeye çıkmıştır. Devletten sağlanan rantın, topraktan gelen rantlara eklenmesiyle birlikte özel servet tarihte görülmemiş bir tepe noktaya ulaşmıştır. Demek ki bu çok yüksek miktarlı kamu borcu, borcu verenlerin ve kendilerinden sonra gelen nesillerin tümüne –en azından İngiliz monarşisinin, harcamalarını bu kişilere vergi ödetmek suretiyle finanse etmesi gibi bir duruma kıyasla– gayet iyi hizmet etmiştir. İmkân sahibi olanlar açısından, devlete bir miktar borç vermek (sonrasında onlarca yıl boyunca faiz geliri elde etmek) belli ki devlete vergi şeklinde ödeme yapmaktan (bedelsiz şekilde) çok daha çekicidir. Öte yandan devletin verdiği açıkların sermayeye olan talebi artırması, sermaye getirisini de haliyle yukarıya doğru itmekte, bu da sermaye arz eden ve refahı elde ettiği getiriye bağlı olan kişilere çıkar sağlamaktadır. Asıl olay –ve 20. yüzyılla ayrıldığı asıl nokta– 19. yüzyılda kamu borcunun geri ödemesinin yüksek bir bedel üzerinden yapılmış olmasıdır: Enflasyon 1815’ten 1914’e kadar neredeyse sıfır düzeyinde kalmış, devlet tahvillerinin faiz oranı ise oldukça yüksek (genelde %4-5 civarındaydı) ve büyüme oranının açıkça üzerinde seyretmiştir. Bu şartlarda, devlete borç vermek servet sahipleri ve onların varisleri açısından oldukça kazançlı bir iş olabilir.
Somut bir örnek verelim: Yirmi yıl boyunca GSYH’sinin %5’i seviyesinde açık veren bir devlet düşünelim; vergileri aynı miktarda artırmak zorunda kalmadan, bu parayı 1795 den 1815 yılına kadar geçen sürede önemli bir asker nüfusunun maaşlarını ödemekte kullanıyor olsun. Yirmi yılın sonunda biriken ek kamu borcu bu ülkenin GSYH’sinin % 100’üne eşit olacaktır. Hükümetin anaparayı ödemek telaşında olmadığını, her sene faizi ödemekle yerindiğini farz edelim. Böyle bir durumda eğer faiz oranı %5 ise, her yıl GSYH’sinin %5’ini bu ek kamu borcunun faizini ödemek için kullanacak ve bu sonsuza dek sürecektir.
19. yüzyıl İngiltere’sinde durum kabaca buydu. Bir asır boyunca, 1815’ten 1914’e dek, İngiliz bütçesi sistematik olarak, çok yüksek tutarlarda bir faiz dışı fazla verdi, bu da toplanan vergilerin, harcamaları sistematik olarak geçtiği anlamına geliyordu. GSYH üzerindeki bu birkaç puanlık fazla, örneğin bu dönemdeki eğitim harcamalarının tamamını geçiyordu. Bu fazla sadece borç tahvillerini elinde tutanlara verilen faizleri finanse etmeye yarıyordu, anaparayı ödemeye yeterli değildi: İngiltere’nin kamu borcu nominal olarak tüm dönem boyunca 1 milyar İngiliz sterlini civarında sabit kalmıştır. Bir yüzyıllık çilenin ardından, İngiltere’nin –milli gelirin yüzdesi cinsinden ifade edilen– kamu borcunun hızla azalmasını, sadece yurtiçi hasıla ve milli gelirdeki büyümenin hız kazanması sağlamıştır (1815-1914 arası %2,5’a yakındır).
Kamu Borcundan Kim Kazanç Sağlar?
Bu tarihsel tecrübe, birçok sebepten dolayı temel mahiyettedir. Öncelikle, Karl Marx başta olmak üzere 19. yüzyıl sosyalistlerinin özel sermaye biriktirmeye hizmet eden bir araç olarak algıladıkları kamu borcuna neden şüpheyle yaklaştıklarını anlamamıza izin vermektedir. Kamu borcu, bu dönemde sadece İngiltere’de değil, birçok farklı ülkede, özellikle de Fransa’da yüksek bir bedelle geri ödeniyordu. 1797 yılındaki devrime bağlı iflas olayı bir daha asla tekrarlanmadı ve Balzac romanlarındaki rantiyeler de sahip oldukları iç borçlanma senetleri konusunda Jane Austen’ın romanlarındakilerden daha endişeli görünmüyorlardı. Gerçekte ise enflasyon 1815-1914 arasında Fransa’da ve İngiltere’de aynı şekilde düşüktü ve kamu borçlarının faizleri her zaman peşin para ile ödeniyordu. Devlet rantı 19. yüzyıl boyunca İngiltere’de olduğu gibi Fransa’da da çok güvenli bir yatırım aracıydı ve özel serveti büyütmeye, refahını artırmaya katkıda bulunmuştu. Fransa’da 1815’te oldukça düşük olan kamu borcu stoku, takip eden otuz yıllık dönem boyunca, özellikle sınırlı oy sistemine sahip monarşiler döneminde (1815 -1848) ise artmaktan geri durmamıştır.
Fransız devleti 1815-1816’dan itibaren işgalci ordulara ödenen tazminatları finanse etmek için borçlanır, sonrasında Fransız Devrimi sırasında sürgüne gönderilen aristokratlara (kendileri yokken –sınırlı bir şekilde– dağıtılan arazilerinin karşılığında) meşhur “göçmenlerin milyarını ödemek için bir kez daha ağır bir borç yükü altına girmiştir, Kamu borcundaki toplam artış milli gelirin %30’undan fazlasına eşittir. İkinci imparatorluk döneminde finansal çıkarlar iyi gözetilmiştir. Marx 1849–1850 dönemine ait Die Klassenkämpfe in Frankreich [Fransa’da Sınıf Savaşı] konulu sert makalelerinde, Louis-Napoleon Bonaparte’ın yeni maliye bakanını, bankacıları ve yüksek finansı temsil eden Achille Fould’u, içkilerden alınan vergilerin oranını rahatça artırıp, bundan elde edilen gelirleri rantiyelere ödemeye karar vermesinden dolayı eleştirir. Daha sonra, 1870-1871’deki Fransa-Prusya Savaşı’nın sonunda, Fransız devleti Almanya’ya milli gelirinin yaklaşık %30’una eşdeğer bir ödemeyi yapmak için halkına tekrardan borçlanmak zorunda kalır. Sonuçta, 1880-1914 dönemi boyunca, kamu borcu Fransa’da İngiltere’dekinden daha yüksek bir seviyeye ulaşır: Kamu borcunun milli gelire oranı İngiltere’de %50’nin altındayken, Fransa’da %70-80 seviyesine ulaşmıştır. Belle Epoque”un Fransız romanlarında, devlet rantı kapsamlı bir biçimde temsil edilmiştir. Devlet her sene milli gelirin %2-3’ünü (veya dönemin ulusal eğitim bütçesi kadarını) faiz olarak dağıtmış ve dağıtılan bu faizler çok önemli bir sosyal zümrenin yaşamını sürdürmesini sağlamıştır.
20. yüzyılda tamamen farklı bir bakış açısı gelişti: Borçlanma, kamu harcamalarına dair bir politikaya ve daha mütevazı koşullarda yaşayanlar yararına toplumsal bir yeniden dağılıma hizmet edecek bir araç olabilirdi. Bu iki görüş arasındaki fark gayet basittir: 19. yüzyılda, borç yüksek bir bedelle geri ödeniyordu, bu borç verenlerin çıkarınaydı ve özel servetin güçlenmesine yarıyordu; 20. yüzyılda borç; enflasyon selinin içinde kaldı ve adeta geri ödenmedi, vergileri artırılmadı, ama açıklar fiilen varlıklarını devlete borç vermiş kişiler tarafından finanse edildi. Uzun süredir 19. yüzyıldakini aratmayacak seviyelere inen enflasyonun paylaşımda ne etki yarattığı belirsizliğini korurken, kamu borcuna yönelik bu “ilerici” bakış 21. yüzyılda halen zihinlerden silinmemiş durumdadır. İlginç bir biçimde, Fransa’da enflasyonun yeniden dağılıma yaptığı katkı, İngiltere’dekinden fazladır. Önceki bölümde gördüğümüz gibi, Fransa 1913-1950 arasında yıllık ortalama %13 enflasyon oranıyla tanışmış, bu da fiyatların yüz katına çıkmasına yol açmıştır. Proust 1913 yılında Du côté de chez Swann’ı [Swann’ların Tarafı] yayımladığında, devlet rantı romancının yazlarını geçirdiği Cabourg Oteli kadar sağlam görünüyordu. 1950’ye gelindiğinde bu rantların satın alma gücü %1’e inmişti, öyle ki 1913’ün rantiyeleri ve onların ardından gelenler neredeyse hiçbir şeye sahip değillerdi. Devlet açısından sonuç şu oldu: Devralınan büyük kamu borcuna (1913’te milli gelirin % 13’üne yakın) ve 1913-1950 dönemindeki –özellikle savaş yılları boyunca– çok yüksek açıklara rağmen, Fransa’nın kamu borcu 1950’de nispeten düşük (milli gelirin %30’u civarında) ve 1815 yılındakiyle aynı seviyedeydi. İkinci Dünya Savaşı’nın devasa açıkları üst üste dört yıl boyunca –1945’ten 1948’e, oldukça yoğun bir siyasi atmosferde– yıllık %50’den yüksek bir seviyede seyreden enflasyon sayesinde neredeyse anında silinmiştir. Bu durum bir anlamda 1797’deki “üçte ikinin iflası”na eşdeğerdir. Ülkeyi düşük bir kamu borcuyla yeniden inşa edebilmek için geçmişe ait hesaplar kapatılmıştır (bkz. Grafik 3.4).
İngiltere’de işler farklı, daha yavaş ve bu kadar heyecana kapılmadan yapılıyordu. 1913 ve 1950 arasında, ortalama enflasyon yıllık %3 seviyesinin biraz üstündedir, yani fiyatlar üçe katlanmıştır (Fransa’daki bunun otuz katıdır}. Bu, İngiliz rantiyeleri açısından ihmal edilemez derecede büyük bir gasp anlamına gelmektedir; böyle bir şeyin olacağı 19. yüzyılda ve Birinci Dünya Savaşı’na dek düşünülemezdi bile. Ancak bu bile iki dünya savaşı boyunca biriken devasa kamu borçlarını karşılamaya asla yetmemişti: İngiltere savaş harcamalarını aşırı para basımına başvurmadan finanse etmek konusunda seferber olmuştu, bu nedenle ülke kendisini 1950 yılında GSYH’nin %200’ünden fazla, 1815’dekinden daha yüksek, devasa bir kamu borcunun içinde buldu. İngiliz borcunun yeniden GSYH’nin %50’si civarındaki bir seviyeye gerilemesi için 1950-1960 dönemindeki (yıllık %4’ten fazla) ve özellikle 1970’li yıllardaki enflasyonu (yaklaşık yıllık % 15) beklemek gerekecekti (bkz. Grafik 3.3).
Enflasyonla yeniden dağılım mekanizması son derece etkilidir ve 21. yüzyıl süresince bu iki ülkede önemli bir tarihsel rol oynamıştır. Ancak bu mekanizma iki önemli sorunu da beraberinde getirmektedir. Bir kere enflasyonun hedefi kesin değil, belli derecede servet sahibi insanlar arasında, parasını –banka hesapları aracılığıyla doğrudan ya da dolaylı olarak– iç borçlanma senetlerine yatıranların en zengin kesimi teşkil ettiği söylenemez, hatta bunun aksi doğrudur.
Diğer taraftan, bu mekanizma uzun bir süre boyunca işletilemez: Enflasyonun kalıcı hale gelmesiyle, borç verenler daha yüksek bir nominal faiz talep ederler ve fiyatların yükselmesi de beklenen etkileri göstermez. Üstelik yükselen bir enflasyon durmaksızın hızlanma eğilimindedir (süreç bir defa başladığında, onu durdurmak çoğunlukla zordur) ve kontrol edilmesi zor sonuçlar üretebilir (kimi toplumsal kesimler gelirlerinin gözle görülür biçimde değer kazandığını görür, diğerleri ise daha azına mahkûm olur). 1970’li yıllara gelindiğinde –zengin ülkeler tarafından yüksek enflasyon, yüksek işsizlik ve nispi ekonomik durgunluk karışımı (“stagflasyon”) ile yaftalanmış on yıllık dönemde– düşük enflasyon lehine yeni bir hakim konsensüs geliştiğini görüyoruz. Bu konuya daha sonra geri döneceğiz.
Ricardo’cu Denkliğin İniş Çıkışları
Kamu borçlarının, 18. yüzyıl ve 19. yüzyılın huzurlu rantiyelerinden 20. yüzyılın enflasyonla yapılan kamulaştırmalarına uzanan bu uzun ve parıltılı hikâyesi kolektif hafızada ve kolektif temsillerde silinmeyecek izler bırakmıştır. Bu tarihsel deneyimler eşit şekilde ekonomistleri de etkilemiştir. Örneğin David Ricardo, 1817’de bugün “Ricardo’cu Denklik” ismiyle bilinen, bazı durumlarda kamu borcunun ulusal sermaye birikimi üzerinde hiçbir etkisi olmadığını ileri süren hipotezini formüle ettiğinde, belli ki kendi etrafında gördüklerinden oldukça etkilenmişti. Ricardo’nun bu konuda yazdığı sırada, İngiliz kamu borcu GSYH’nin %200’ü seviyesine yaklaşmaktaydı ve bu durum henüz özel kesimin yatırımlarını ve sermaye birikimini tüketmiş gibi görünmüyordu. Korkulan olmadı, crowding out [dışlama] etkisiyle karşılaşılmadı ve görünüşe bakılırsa kamu borcundaki büyüme özel sermayedeki artışla finanse edildi. Ancak, bu yaşanan söz konusu kuralın her zaman ve her yerde geçerli, evrensel bir kural olduğu anlamına gelmemektedir. Şüphesiz her şey ilgili toplumsal kesimin refahına (bu özel durumda, azınlıktaki bir grup İngiliz gereken ilave sermayeyi yaratmaya yetecek imkânlara sahipti), teklif edilen faiz oranına ve elbette ki hükümete duyulan güvene bağlıdır. Geçmişe ait serilere veya Grafik 3.3’te gösterilen türdeki ölçümlere sahip olmayan, ancak döneminin İngiliz kapitalizmini yakından tanıyan Ricardo, devasa kamu borcunun milli servet üzerinde hiçbir etki yaratmadığını ve yalnızca ülkenin bir kısmını diğerinin alacaklısı durumuna getirdiğini oldukça net bir biçimde görebilmişti.
Benzer şekilde, Keynes de 1936 yılında “Rantiyenin Ötenazisi” hakkında yazarken, kendi etrafında gördüklerinden derinlemesine etkilenmiş durumdaydı: Birinci Dünya Savaşı öncesine ait rantiyeler dünyası çöküyordu, dönemin ekonomik ve bütçesel krizinden çıkılmasının politik açıdan kabul edilebilir başka bir yolu da yoktu” Keynes özellikle, İngilizlerin 1914 öncesi altın standardına duydukları muhafazakâr bağ yüzünden kabullenmekte tereddüt ettikleri enflasyonun, kamu borcunun yükünü ve birikmiş servetin etkisini azaltmanın (en adili olmasa da) en basit yolu olduğunu açıkça hissetmiştir.
1970-1980 döneminden bu yana, kamu borcu analizleri, ekonomistlerin analizlerini kuşkusuz aşırı bir biçimde “temsili birey” modellerine, yani her bir ekonomik birimin aynı gelire ve servete (ve böylece özellikle aynı miktarda kamu borcuna) sahip olduğunu farz eden modellere dayandırmasından zarar görmektedir.
Reel dünyayı bu şekilde basitleştirmek, daha karmaşık modellerdeki çözülmesi zor mantıksal ilişkileri öne çıkarabilmek bakımından bazen faydalı olabilir.
Ancak, bu modeller sıklıkla aşırı ve pek gerçekçi olmayan sonuçlar verir ve anlaşılır olmak yerine kafa karıştırırlar, bunun sebebi de gelir ve servet paylaşımındaki eşitsizlik meselesini tamamen dışlamalarıdır.
Kamu borçlarına gelince, bu temsili birim modelleri bizi kamu borçlarının yalnızca toplam ulusal sermayenin seviyesi değil, vergi yükünün paylaşımı bakımından da tamamen etkisiz oldukları, nötr oldukları neticesine yönlendirebilirler.
Amerikalı ekonomist Robert Barro tarafından öne sürülen “Ricardo’cu Denklik”in radikal yeniden yorumu, kamu borcunun büyük kısmının pratikte nüfusun azınlık denebilecek bir kesiminin elinde olduğunu– örneğin 19. yüzyılda İngiltere, ama başka örnekler de var– ve borcun geri ödenmesinin veya ödenmemesinin yurtiçinde önemli yeniden bölüşümlere yol açtığı gerçeğini dikkate almamaktadır. Servet paylaşımının daima –daha sonra değişimini analiz edeceğimiz– çok yüksek bir yoğunlaşmaya sahip olduğu göz önünde bulundurulursa, bu sorular üzerinde toplumsal kesimler arasındaki eşitsizlikleri görmezden gelerek çalışmak, hem araştırma konusunun önemli bir kısmını, hem de mevcut gerçekleri de facto sessizce geçiştirmek anlamına gelir.
Fransa: Savaş Sonrasında Kapitalistsiz Kapitalizm
Kamu zenginliğinin tarihine geri dönelim ve devletin elindeki aktiflere bakalım.
Varlıkların tarihi, borçların tarihine kıyasla, çok daha gürültüsüz patırtısız bir tarihtir.
Sadeleştirirsek, kamu aktiflerinin toplam değerinin Fransa ve İngiltere’de uzun vadede artış gösterdiğini, 18. ve 19. yüzyıllarda milli gelirin %50’sine karşılık gelirken, 20. yüzyılın sonunda ve 21. yüzyılın başında milli gelirin % 100’ü seviyesine karşılık gelecek kadar yükseldiğini söyleyebiliriz (bkz. Grafik 3.3-3.4).
Bu yükselişin ilk bakışta, devletin ekonomideki giderek artan rolünü yansıttığını söyleyebiliriz; bu gelişim 20. yüzyılda daha yaygın hale gelen (önemli kamu binalarına ve donanımlarına ihtiyaç duyan) eğitim ve sağlık alanlarındaki kamu hizmetleriyle, ulaşım ve iletişim hizmetleri için yapılan kamusal ya da yarı-kamusal altyapı yatırımlarını da kapsamaktadır. Bu kamu hizmetleri ve altyapı yatırımları Fransa’da, İngiltere’de olduğundan çok daha kapsamlıdır. 2010’lu yılların başında Manş’ın öte yakasında milli gelirin % 100~üne karşılık gelen bu giderler, Fransa’da milli gelirin % 150’sine yaklaşıyordu.
Kamu aktiflerinin uzun vadedeki birikiminin bu basitleştirilmiş ve sakin görüntüsü yine de geçtiğimiz yüzyılın önemli bir bölümünü adamaktadır: 1950’li yıllardan 1970’li yıllara finans ve endüstri sektörlerinde dikkate değer bir kamu aktifi birikimi oluşmuş, 1980-1990’ lı yıllardan itibaren ise aynı aktifler büyük özelleştirme dalgalarına maruz kalmıştır.
Bu iki durum, başta Avrupa olmak kaydıyla gelişmiş ülkelerin çoğunda ve çok sayıdaki gelişmekte olan ülkede farklı derecelerde de olsa yaşanmıştır.
Fransa’nın durumu simgeseldir. Bunun ne demek olduğunu anlamak için biraz geriye gitmemiz gerekiyor. Tüm ülkelerde olduğu gibi Fransa’da da, özel mülkiyete dayalı kapitalizme duyulan inanç, 1930’lu yıllardaki ekonomik kriz ve onu izleyen karışıklıklar sebebiyle, derinden sarsılmıştı. Ekim 1929’da Wall Street’teki borsa çöküşünün tetiklediği “Büyük Buhran”, zengin ülkeleri bugüne kadar benzeri görülmemiş şekilde vurdu: 1932’lerde işsizlik Amerika’da, Almanya’da, İngiltere’de ve Fransa’da aktif nüfusun dörtte birine ulaştı. 19. yüzyılda ülkelerin tamamında hüküm süren ve büyük ölçüde 1930’lu yılların başına dek de hükmünü sürdüren, geleneksel ‘laissez-iaire (bırakınız, yapsınlar)’ mantığı ve devletin ekonomik hayata müdahale etmemesi gerektiğini savunan doktrin kalıcı olarak gözden düştü. Hemen her yerde, devletin ekonomik hayata daha fazla müdahale etmesini talep eden bir eğilim hâkim olmaya başladı. Tabii ki hükümetler ve kamuoyu, dünyayı uçurumun eşiğine götürürken zenginleşmeye devam eden finans ve ekonomi dünyasının elitlerini sorgulamaya başladılar. Özel mülkiyetin geleneksel biçimleri yanında belli bir derecede kamu mülkiyetini öngören ya da en azından daha genel anlamda finansal sistemin ve özel kapitalizmin sıkı bir biçimde düzenlenmesi ve tamamının kamu tarafından denetlenmesini sağlayacak formülleri de kapsayan “karma” ekonomi biçimleri üzerinde düşünülmeye başlandı.
Ayrıca; Sovyetler Birliği’nin, Müttefiklere katılarak 1945 yılında zafere yaptığı katkının da Bolşevikler tarafından uygulanan devletçi ekonomik sistemin saygınlığını artırdığını belirtelim. Bu sistem, 1917 yılında serflikten daha yeni çıkmış, geri bir ülkeyi süratle sanayileştirmeye yaramamış mıydı? 1942’de Joseph Schumpeter, sosyalizmin kapitalizme eninde sonunda üstün geleceğine inanıyordu.
1970 yılına geldiğimizde Paul Samuelson, o meşhur ders kitabının sekizinci baskısında, hala 1990-2000 döneminde Sovyet GSYH’sinin, Amerikan GSYH’sini geride bırakma olasılığı olduğuna dair tahminler yapıyordu.
Fransa’da özel şahıs kapitalizmine duyulan güvensizlik 1945 yılında aniden artmıştı, bunun sebebi ekonomi dünyasının seçkinlerinin büyük kısmının, işgalci Almanlarla işbirliği yaptığından duyulan şüphe ve 1940-1944 dönemindeki gayri ahlaki zenginleşmelerdi. Kurtuluşun ardından gelen büyük devletleştirme dalgaları işte böylesine gergin bir atmosferde başlamış, bu dalgalar bankacılık sektörünü, kömür madenlerini, otomotiv sanayisini ve Renault’nun aldığı meşhur devletleştirme cezasını kapsamıştı. Renault’nun sahibi Louis Renault Eylül 1944’de işbirlikçilik suçlamasıyla tutuklanmış, fabrikalarına geçici hükümet tarafından el konulmuş, fabrikalar Ocak 1945’te devletleştirilmişti.
1950’de, mevcut hesaplamalara göre Fransa’daki kamu aktiflerinin toplam değeri bir yıllık milli geliri geçmektedir. Kamu borçlarının değerinin enflasyon kullanılarak büyük ölçüde düşük gösterildiğini hesaba katarsak, toplam özel servetin ancak iki yıllık milli gelir karşılığı olduğu bir dönemde, net kamu servetinin de bir yıllık milli gelire yakın olduğunu söyleyebiliriz (bkz. Grafik 3.6).
Yine burada, tahminlere yüzde yüz güvenmemek gerektiğini hatırlatalım: Aktiflerin değerlerinin tarihsel açıdan düşük olduğu bu dönemde, sermayenin değerini hesaplamak zordur ve kamu aktifleri özel aktiflere kıyasla biraz düşük değerlenmiş olabilir. Ancak büyüklük seviyeleri önemli tutarlara işaret etmektedir: 1950’de Fransa’daki kamu gücü milli servetin %25-30 kadarını, belki biraz daha fazlasını elinde bulundurmaktadır. Kamu mülkiyetinin küçük ve orta boy işletmelere veya tarımsal işletmelere hiç dokunmadığını ve konut biçimindeki gayrimenkullerdeki payının daima net bir biçimde azınlıkta kaldığını (%20’den az) hesaba katacak olursak, bu dikkate değer bir paydır. Devletleştirmeye doğrudan konu olan finans ve endüstri sektörlerinde devletin payı ise, 1950’li yıllardan 1970’li yıllara gelindiğinde milli servetin %50’sini geçiyordu. Bu tarihsel deneyim nispeten kısa sürmüştür, ancak Fransız kamuoyunun özel kapitalizm ile bugün halen devam ettirdiği karmaşık ilişkiyi anlamak açısından önemlidir. Otuz Altın Yıl (1945-1975) boyunca ülke yeniden inşa edilmekteydi ve büyüme çok hızlıydı (ulusal tarihimizdeki en hızlı büyüme), Fransa karma bir ekonomik sistemi, bir tür kapitalistsiz kapitalizmi, en azından büyük şirketlerin kontrolünün devlette olduğu bir devlet kapitalizmini yaşamıştı.
Bu devletleştirme dalgaları, elbette İngiltere’nin de aralarında bulunduğu, diğer birçok ülkeyi de vurmuştu. 1950 yılında İngiltere’de kamu aktiflerinin toplam değeri bir yıllık milli geliri geçiyordu, yani Fransa ile hemen hemen aynı seviyedeydi. Aradaki fark, İngiltere’nin kamu borcunun iki yıllık milli gelirden daha fazlasına tekabül etmesiydi, bu yüzden de net kamu serveti 1950’li yıllarda hayli eksideydi ve özel servet de aynı oranda yüksekti. İngiltere’de net kamu serveti 1960-1970 yıllarında nihayet artı olacak, yine de milli servetin %20’si seviyesini geçmeyecektir (bu da zaten yeterince büyüktür).
Fransa’daki gidişatı kendine özgü kılan şey, kamu mülkiyetinin parlak geçen 1950-1970 döneminden sonra, 1980-1990 döneminden itibaren çok sığ sulara geri dönerken, özel servetin –gayrimenkuller ve finansal varlıklar– İngiltere’dekinden bile daha yüksek olmasıdır. 2010’lu yılların başında yaklaşık altı yıllık milli gelire karşılık geliyordu ki bu kamu servetinin yirmi katından fazladır. 1950’li yıllarda devlet kapitalizmini yaşayan Fransa, 21. yüzyılda yeni özel servet kapitalizminin vaat edilmiş topraklarına dönüşmüştür.
Bu değişimi daha da çarpıcı kılan ise, kimsenin olan biteni olduğu gibi kabullenmemesidir. Özelleştirme hareketi, ekonominin serbestleşmesi, finansal piyasaların denetiminin en aza indirilmesi ve sermaye akışları 1980’li yıllardan beri dünyayı bir bütün olarak etkilemiştir ve bunun çok sayıda karmaşık sebebi vardır.
1930’lu yılların buhran hatıraları ve onu izleyen felaketler unutulmuştur. 1970’li yıllardaki stagflasyon, savaş sonrasının Keynes’çi uzlaşmasının sınırlarını göstermiştir. Yeniden inşanın ve Otuz Altın Yıldaki yüksek büyüme rakamlarının son bulmasıyla birlikte, devlet rolünün sınırsız şekilde genişleme süreci ve 1950-1970 yıllarının eseri olan zorunlu vergiler doğal olarak sorgulanmaya başlamıştır. Denetimin en aza indirilmesi hareketi 1979-1980’de diğer ülkelerin arayı kapatmasından (bu arayı kapatma büyük oranda kaçınılmaz olduğu halde) çok rahatsız olan Amerika ve İngiltere’deki “muhafazakâr devrimler” ile başlar. Aynı anda, Sovyetler’in ve Çin’in devletçi modellerinin 1970’li yıllarda daha da belirginleşen başarısızlığı, bu iki dev komünist ülkeyi 1980’li yılların başında ekonomik sistemlerini şirketlerin özel mülkiyetine yeni biçimler getirerek kademeli olarak serbestleştirmeye sevk etmiştir.
Ülkelerin birbirine yaklaştığı bu uluslararası manzaranın aksine Fransız seçmenler, 1981 yılında akışın tam tersine yol almaya karar vermiş (her ülkenin kendi tarihi, kendi politik takvimi olduğu gerçektir), sonuç olarak da 1945 yılında başlayan bankacılık ve sanayi sektörlerinin devletleştirilmesi sürecini genişletmeyi amaçlayan yeni bir sosyalist-komünist koalisyonunu iktidara taşımıştır. Verilen bu ara yine de kısa sürmüş, çünkü 1986’dan itibaren liberal çoğunluk tüm sektörlerde çok önemli bir özelleştirme hareketi başlatmış, ondan sonra gelen yeni sosyalist iktidar da 1988-1993 döneminde bu programı sürdürmüş ve genişletmiştir. Devlete ait olan Renault 1990’da anonim şirkete, telekomünikasyon idaresi de France Telecom’a dönüşmüş ve 1997–1998’de halka arz edilmiştir.
Büyümenin yavaşladığı, işsizliğin arttığı ve yüksek bütçe açıklarının verildiği bir ortamda, 1990-2000 döneminde kamunun paylarının hızla elden çıkarılması hükümetlere ek bir gelir sağlamaya yaramış, ancak kamu borçlarındaki kesintisiz artışın önüne geçememiştir. Net kamu serveti çok düşük seviyelere inmiştir. Özel servet ise bu süre zarfında, 20. yüzyılın şoklarından önceki seviyelerine yavaş yavaş geri dönmüştür. Böylece ülke, sebebini gerçekten anlamadan, geçen yüzyılda ulusal varlıklarının yapısını iki sefer, birbirine taban tabana zıt iki ayrı yönde ilerlemek suretiyle, tamamen değiştirmiştir.