Absolutizm / Mutlakiyetçilik

Sözlük | | Aralık 20, 2018 at 3:33 pm

Saltçılık veya Otokrasi olarak da ifade edilen bu rejim tüm gücün bir hükümdar veya otoritenin yetkisinde olması durumunu ifade eder. Binlerce yıldır dünyada sayısız örneği görülen bu siyasal sistemde otoritenin gücü mutlaktır, onun emir ve kararları kanun hükmündedir ve hikmetinden sual olunamaz. Monarşi, dikta idaresi ya da despotizm kavramları da zaman zaman ayni şeyi ifade etmek için kullanılsa da bu tam olarak doğru değildir. Çünkü pek çok krallıkta örneğin kralın iradesini sınırlayan bazı kurum ve kurallar bulunur. Mutlakıyette ise otoritenin gücünü sınırlayabilecek herhangi bir hukuk, anayasa, ahlakî yargı, estetik/insanî değer bulunmaz. Bunlar görünüşte var olsalar bile pratikte mutlak iradeye karşı herhangi bir varlık gösteremezler. Monark’ın iradesi mutlaktır ve genellikle (sahte bir biçimde) daha yüksek bir iradenin (tanrı / toplum iradesinin) temsilcisi olarak lanse edilir. Halkın üzerindeki kandırma, korkutma, kışkırtma ve cebir şiddet uygulama güçleri son raddesine kadar kullanılır. Pratik hayatın tanrısal / milli iradenin gereği, kader /alın yazısı olduğu ve değiştirilemeyeceği iddiası vardır. Hayatın gerçeği, ahlaki, etik estetik değerler tektir, mutlaktır, evrenseldir. Bireysel veya sosyal farklılıklara göreceli değildir.


Bu görüş, bu irade biçimi Rönesans’tan başlayarak sorgulanmaya başladı ve sonunda Aydınlanma (Akıl Çağı –1715-1789) döneminde tüm Avrupa’da bu sömürü biçimine karşı ayaklanma ve Mutlakıyet rejimleri ile topyekûn mücadele başladı. Aydınlanma dünyanın hemen tüm ülkelerde yankı bulduysa da sonuç almada her ülkede ayni derecede etkili olamadı.

Osmanlı’nın Aydınlanma konusuna yaklaşımı Reisülküttap Atıf Efendi’nin 1798 nisanında (yani Fransız İhtilalının başlamasından 9 yıl, Voltaire ve Rousseau’nun ölümlerinden 20 yıl sonra) kaleme aldığı “muvazenei siyasiye” isimli raporda şöyle yazılmaktadır;

”Voltaire ile Rousseau denmekle maruf ve meşhur olan zındıkların ve onlar misillû dehrilerin (Âlemin ezelî ve ebedîliğini iddia edip ahrete inanmayan münkir ve imansızların) hâşâ sümme hâşâ Allah’a ve peygamberlere dil uzatmak, her türlü kutsallığı yok etmek, eşitlik ve cumhuriyeti ilan eylemek için karaladıkları eserler çoluk çocuk arasında rağbet bulup dinsizlik ve fesad frengi illeti gibi yayılmıştır” “güya saadet-i kâmile-i dünyeviye’yi ihraz etmek emniyesiyle müsavat ve serbestiyete can attılar”(dünya mutluluğunu kazanmak üzere eşitlik ve özgürlüğe can attılar).

Fransız devrimini bir “fitne kaynağı”, “fisk ü fücur cümbüşü”(Haddini aşma, hak yolundan ayrılma coşkusu) olarak nitelendiren Atıf Efendi şöyle diyor;

“Burada Voltaire, Rousseau adlı zındıklar ve onlardan beter fukaralar peygamberlere sövüp, büyükleri zemmetmek(kötülemek), bütün dinleri kaldırmak, cumhuriyet ve eşitliği ima etmekten ibaret bir takım kışkırtıcı düşünceler yaymışlardır. Aslında fitne fesattan başka bir şey olmayan bu düşünceler frengi hastalığı gibi halkın beyinlerine işlemiştir. İşin garip yanı bu tür düşüncelere halkın da rağbet ettiği görülmektedir. İşte bunların etkisinde kalanlar bir kaç yıl önce bir fitne ve fesat ateşi tutuşturup çevreye yaymışlar, Allah korkusunu kaldırıp ar ve namusu mahvetmişler, her yerde kafadarlar sağlayarak “İNSAN HAKLARI” dedikleri isyan bildirilerini yabancı dillere de çevirtip milletleri, hükümdarların aleyhine kışkırtmışlardır.”

Avrupa’nın “Aydınlanma Çağı”na girmesinde ve mutlakiyetçilikle etkili bir biçimde mücadele edebilmesinde matbaa’nın icadı çok büyük rol oynamıştır. Osmanlı ise kendi topraklarında bu makineleri ve kitap basımını ikiyüz yıldan fazla bir süre etkili bir şekilde yasak tutmasının ardından kısmen serbest bıraktığı dönemde de uyguladığı çok sıkı sansür mekanizması sayesinde en azından müslüman halkın her tür bilgiye erişimini tamamen engellemeyi başarmıştır. Müteferrika ailesinin 1729 yılında ilk defa çalıştırmaya başladığı matbaanın tamamen vazgeçtiği 1797 yılına kadar basabildiği taplam kitap sayısı 20 küsur olup bunların da hemen hepsi dini eser niteliğindedir. 1800 yılına gelindiğinde İngiltere’deki erkeklerin %60 kadınların ise %40’ı okuma yazma bilmektedir. Avrupa’nın okuma yazmada en geri kalan ülkelerinden olan Portekiz’de bile okuma yazma oranı %20 civarındandır. Oysa Osmanlı mülkünde okuma yazma bilme oranı sadece %2-3 civarında olup bunun da çok büyük kısmını gayrimüslimler oluşturmaktaydı.

Bütün bunların sonucunda Aydınlanma Dönemi’nin Osmanlı’nın özellikle müslüman halkları üzerinde derinlemesine bir etki bırakması engellenebilmiş ise de bu fikirlerden etkilenen bazı aydınların 1889 yılında kurduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti daha sonraları İttihat ve Terakki Fırkası adını alarak İkinci Meşrutiyet’in ilânına önayak olup 1908-1918 yılları arasında İmparatorluğun tam yıkılışına kadar olan son döneminde devlet yönetimine egemen olmuştu. Osmanlı’nın parçalanmasıyla ortaya çıkan 26 kadar ülkeden birisi olan Türkiye ise 1923 yılında bir Cumhuriyet olarak ortaya çıkmıştır.

Mutlakiyet rejiminden uzaklaşma yönünde hızla ilerleyen Türkiye’de 1946 yılında çok partili hayata geçildi. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 50 ülke tarafından 1945 yılında kurulan Birleşmiş Milletler’in hazırladığı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, 1948’de Genel Kurulca kabul ve ilan edildi. Türkiye bu beyannameyi 6 Nisan 1949 tarihinde onayladı.

5 Mayıs 1949’da İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Danimarka, İrlanda, İtalya, Norveç, İsveç
Londra’da antlaşma imzalayarak Avrupa Konseyini kurmuşlardı. Türkiye bu teşkilata 8 Ağustos 1949’da üye
oldu. Tam adı,”İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Koruma Sözleşmesi” olan sözleşmeyi Türkiye 04.11.1950 tarihinde imzaladı ve 10.03.1954 tarih ve 6366 sayılı Kanun ile onayladı. Sözleşme’nin onay belgesi 18.05.1954 tarihinde Avrupa Konseyi Genel Sekreterliğine depo edilmiştir. Bu tarih Sözleşmenin Türkiye bakımından yürürlüğe girdiği tarih olmaktadır. İç hukukumuza ve anayasamıza da giren bu sözleşmenin maddeleri ile Türkiye’de Mutlakiyet idaresi resmen gayrimeşru hale getirilmiş olmaktadır.

Ancak, artık tarihimizde kalan “”Mutlakiyetçi”” dönemlere geri dönüşü (ricatı) özleyen bazı akım ve siyasetler varlığını hâlâ güçlü bir şekilde sürdürmektedir. İrtica (gericilik) olarak nitelenen ve seküler demokratik düzeni kaldırarak halkı demir yumrukla yönetmeyi amaçlayan Mutlakiyetçi akımların temsilcileri (mürteciler) arzuladıkları düzenin özünü tanımlamadan, kavramların içeriğini değiştirerek, “cumhuriyet istiyoruz, demokrasi istiyoruz” diyorlar. Toplumların kendi tarih ve geleneklerine uygun bir şekilde, adaletli, ahlaklı, erdemli yaşamalarını istiyoruz, diyorlar. Kuşkusuz ki bu ahlaksızca bir sahtekarlıktır.

Cumhuriyet / Demokrasi halkın yönetimde söz sahibi olması demektir. Oysa sözkonusu toplumların tarihinde böyle birşeyin hiç örneği yok. Onların “kendi tarih ve geleneklerine uygun” yönetim biçimleri tipik olarak “sultanlık” rejimleridir. Devletin ve dinin kendi kullarına eğitim yoluyla en küçük yaştan itibaren yaptığı tüm telkinler “”İnsan Hakları”” kavramına düşmandır, ona inanmayı ve savunmayı suç olarak görür. Saltanat babadan oğula geçer, halk Sultan’ın kullarıdır ve kendi hayatına dair hiçbir kararda söz sahibi değildir. Ama 21. yüzyılda artık Sultan’a sultan denmeyip, onun yerine sultanlar için de “”başkan/lider/önder”” gibi demokrasiye has terimler kullanılıyor. Oyüzden günümüzde “Demokratik Cumhuriyet” adı altında sürdürülen böyle yeni icat halk düşmanı rejimler var.

Mesela Azerbaycan’da, Kuzey Kore’de saltanat “cumhuriyet kisvesi altında” babadan oğula geçiyor. İran Cumhuriyetinde seçime gidildiğinde halk Ruhani Lider tarafından birisi ilerici, diğeri muhafazakar olarak lanse edilen iki adaydan birisini seçmek zorunda, yani Cumhurbaşkanı halk tarafından değil aslında Ruhani Lider tarafından seçiliyor. Bu rejimlerde tarih boyunca hep adaletsizlik, ahlaksızlık, erdemsizlik, fukaralık diz boyu olmuştur. Muhalifler vatana ihanetle suçlanırlar. İnsan hakları yoktur. Mesela rejim bir seferde 300 kişiyi “Allaha karşı Savaş Açmak” suçlamasıyla idama gönderebilir. Birey yoktur. Rejime kulluk vardır. Vatandaşın ne yiyip içeceğine, neye inanacağına, nasıl giyinip neyi nasıl yapıp yapamayacağına, herşeye hükümdar karar verir. Kalkınma düşük, fukaralık yüksektir. Tüm ekonomik kurumlar ekstraktif (sömürücü) yapıdadır.

Siyasal bir sistem olarak “Mutlakiyet” idaresi halen 21. yüzyılda dünyanın pek çok coğrafyasında insanlığa karşı en ciddi bir tehdit olarak varlığını sürdürmektedir.

        

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.