Bir Yüce Lider Ne Kadar Adil Olabilir ki?

Hikayeler / İnsanlık Halleri | | Şubat 20, 2021 at 6:47 pm

Acaba dünya tarihinde gerçekten adil fikirli herhangi bir yüce lider hiç iktidara gelmiş midir? Yoksa iktidara gelip yüce lider olmakla adil fikirli olmak temelde birbiriyle tamamen çelişen, bir araya gelmesi imkânsız iki özellik midir? Bana ikincisi daha doğru gibi geliyor. Yani sanki lider eğer adilse iktidarını koruması, iktidarını koruyor ve sürdürüyorsa da adaletli olmayı sürdürmesi imkânsız hale geliyor.

R. J. Rummel’in Demosid raporunda resmen kayda geçen 262 milyon sivilin ölümünün doğrudan ve dolaylı olarak 20. yüzyıl ülke liderlerinin sorumluluğunda olduğu görülmektedir. Raporda adları  “Milyonların Katili (Mega Murderer)” olarak geçen “Mao, Stalin, Hitler” gibi yüce liderlerin her birinin gerçekte on milyonların katili oldukları halde arkalarında çok büyük hayran kitleleri de bırakmaları bana çok ironik görünüyor. Eğer yeterince şeffaflık sağlanabilse idi ve işledikleri büyük insanlık suçları daha en baştan açıkça teşhir edilebilseydi, uyguladıkları bu insanlık dışı siyasi yöntemler Stalinizm, Maoizm gibi isimler altında ideolojik kılıflara da büründürülemezdi diye düşünüyorum. Hitler’in henüz Holokost’u işlemediği elleri nispeten temiz döneminde tespit ederek çağırdığı basın temsilcileri vasıtasıyla dünyaya teşhir etmek istediği Stalin’e ait Katin Katliamı’nın delilleri ABD ve İngiltere hükümetlerinin sansürüyle gizlenmiştir. Eğer Stalin’in Holodomor (1933) ve Katin (1940) vahşetleri zamanında yeterince şeffaf biçimde dünya kamuoyuna yansıtılıp halkların tepkisi alınabilmiş olsa idi belki Hitler’in Holokost’u (1941-45) hiç gerçekleşemezdi. Belki Avrupa’daki bu büyük vahşetler zamanında teşhir edilip durdurulabilse idi Çin’de Mao’nun Kültürel Devrim sırasında (1958’den 1962’ye kadar) iddia edilen 45 milyona varan sayıdaki kitlesel cinayeti gerçekleştirmesi hiç mümkün olmayabilirdi.

Günümüz teknolojileri sayesinde bu konuda daha önceleri hiç hayal bile edemeyeceğimiz çeşitli imkânlara sahibiz. Taşın toprağın, fosilin yaşını, DNA’sından da özelliklerini bulabiliyoruz. Çürümüş toprak olmuş cesedin kimliğini tespit edebiliyoruz. Kameralarımız her an her yerde olan biteni tespit edip kayda geçirebiliyor. Forensik bilimi hiç tanığı olmayan bir olayı bize kesin olarak aydınlatabiliyor. Bir lider ne kadar güçlü olursa olsun işlediği insanlık suçlarını hiç ortaya çıkamayacak bir biçimde gizleyemiyor.

Hepsinden daha önemlisi, bugün artık hiçbir ülke hükümeti “”insan hakları”” ve “insanlık suçları” kavramlarını reddedemiyor. “”Bağımsız ülkenin lideri egemendir, halkı üzerindeki hegemonyası sınırsızdır, halkına her ne yaparsa yapsın içişleridir karşılamaz”” fikri dünyada revaç bulmuyor. Artık eğer ortada yeterli delil varsa nerede ne zaman işlenmiş olursa olsun insanlık suçları yargılanabiliyor. Liderin kutsallığı, tanrısallığı, hikmetinden sual olunamaz, hesap vermezliği kabul görmüyor.

Geçtiğimiz haftalarda Tayland Kralı Maha Vajiralongkorn’un ülkesinde koronavirüs salgını ve sosyal yalıtım tüm dehşetiyle sürerken askeri rütbe ve unvanlar taşıyan 20 cariyeden oluşan haremiyle Almanya’ya kaçıp Alpler’deki lüks bir otelin dördüncü katını kapatması dünya basınında çok konuşulmuştu. Kraliçe Suthida ile evli Kral Maha “resmi metresi” Sineenat’ı da 36’ıncı yaş günü kutlamasında doğum günü hediyesi olarak kraliçe mertebesine yükseltmiş.  

70 milyar dolara varan servetiyle halen dünyadaki resmi kralların en zengini kabul edilen Maha’yı eleştirmek Tayland’da “devlete karşı” suç sayılıyor. Batıda benzeri olmayan ve “ lèse majesté ” denilen “hükümdarı koruma” yasalarının bir benzeri ile biz ilk olarak 1951 yılında 5816 no’lu Atatürk’ü Koruma Kanunu vasıtasıyla tanışmıştık. Gerçi o yasa hayatta olmayan bir kişiyi kast ettiği için daha farklıydı. Ama daha sonra (2005) iktidardaki başkanı ayrıcalıklı “”majeste”” haline getiren TCK 299 yasa yürürlüğe girdi.

Alman medyasının servis ettiği fotoğraflarda, çiftin başkent Bangkok’ta düzenlenen bir Budist töreninde balıkları ve kuşları serbest bıraktığı ve ikisinin de mavi renkte aynı örnek giyindikleri görülüyor.

Es gibt noch Richter in Berlin! (Berlin’de hâlâ hâkimler var !)

Alman atasözü olmuş bu rivayete göre Alman (Prusya) Kralı II. Frederick 1750 yılında Potsdam’da dolaşırken bir yeri çok beğeniyor ve “Bana şuraya bir saray yapın” diyor. Ertesi gün adamları gidip bakıyorlar, Kral’ın beğendiği yerde bir değirmen. Değirmenciye “burayı sat, kaç para?” diyorlar. “Ben satmıyorum, kimse alamaz ki” diyor. Muhteşem Frederik kendisiyle görüşüyor, “unutma ki ben kralım” diyor. O da “asıl sen unutma ki Berlin’de hâkimler var! Hiçbir güç, hiçbir siyaset, hiçbir iktidar kral bile olsa adaletten üstün değildir, hiç kimse adaletin üstüne çıkamaz, orada oturamaz” diyor. Bunun üzerine kral sarayını değirmenin bitişiğine yaptırıyor ve mecburen değirmenciyle komşu oluyor. Bugün turistik bir mekan olan Potsdam’daki Sanssouci Sarayı’ın böyle bir hikayesi var (Peki, size inandırıcı geldi mi?)

Bugün turistik bir mekan olan Potsdam’daki Sanssouci Sarayı’ın böyle bir hikayesi var

Hikâyenin kısmen daha inandırıcı olan öbür versiyonuna göre değirmeni yıktırılınca sefalete düşen adam ve ailesinin konusu bir şekilde mahkemeye düşer. Mahkeme de oraya yeni bir değirmen yapmaya ve değirmenciye de tazminat ödenmesine karar verir. (Tabii gerçekte II. Frederick zamanında kendi atadığı bir mahkemenin onun gıyabında ve onayı olmadan böyle bir kararı verip uygulamasının asla mümkün olmadığını hepimiz biliyoruz). Ama hikâye nedense hep böyle sanki ortada çok adil bir “hukuk“ varmış gibi hep uydurulmuş biçimleriyle anlatılır.

Aslında dünyanın hemen her ülkesinde hükümdarların -aslında meğer ne kadar da- adil olabildiklerine dair uydurulmuş böyle sayısız efsaneler bulunuyor.

Hz. Ömer’in adaleti

Bu konuda anlatılan efsaneler bana pek ilginç geliyor. Çünkü İslam tarihi ile ilgili çoğu konunun büyük bir karartma, bulanıklaştırma etkisi altında olduğunu biliyoruz. Mesela dört halifenin kimler olduğu, Hz. Ebu Bekir’den sonra sırasıyla Ali, Ömer, Osman mi geçti, yoksa Ömer, Osman, Ali mi ? sorusu bile muvazaa / mugalata konusu. Oysa Hz. Ömer efsaneleri her zaman çok geniş ayrıntılar içermektedir. “Cübbesinde 8 tane yaması varmış, oğluna bir bayramlık bile alamamış, vb”. Öte yandan o zamanın hak ve adalet anlayışının bugünkünden çok farklı olduğunu da biliyoruz. Örneğin cihad edilip zafer kazanıldığında karşı tarafın malları ganimettir, oğulları köle, kızları cariye yapılır. Bizim bugünkü anlayışımız böyle bir adaleti asla kabul etmiyor ama “Hz. Ömer adaleti ululamasında, o şartlardaki uygulamaların bugünkü devletlilerinin adaletine “”örnek emsal olarak”” gösterilmekte olduğunu görüyoruz. Bu dehşet verici birşey.

Bir efsaneye göre Halife Ömer’in oğulları Abdullah ve Ubeydullah, bir ordu ile Irak seferi dönüşünde Basra’ya uğrar ve vali Ebû Musa el-Eş’arî’nin ganimet mallarından kendilerine verdiği parayla ticaret yapıp kâr ettikten sonra, ana parayı da devlet hazinesine geri ödemek isterler. Bunu duyan halife çok kızar ve onlardan kârlarının yarısını da alıp hazineye koymasını ister ve akabinde ailesine şu uyarıyı yapar: “İnsanlar sizi, yırtıcı kuşun eti gözetlediği gibi gözetlerler. Allah’a yemin ederim ki, sizden birinizin bu yasakları yaptığını görürsem, onun cezasını kat kat veririm.”

Hz. Ömerle ilgili olarak verilen tasvirî resimde gösterilen şeylerden hemen hiçbirisi o dönemde mevcut değil. İlk yazılı Kur’an metni daha sonraki halife Osman döneminde hazırlatılıyor. Rahle ve terazi de yüzyıllar sonrasının eşyalarıdır.

Bir başka efsaneye göre Hz. Ömer’in kendisi ile özel bir görüşmeye giden konuğunu (işiyle meşgul görünerek epey beklettikten sonra) önünde yanan mumu söndürüp ikinci bir mumu yakması bekleyeni meraklandırmıştır. Niye böyle yaptığını sorar, aldığı yanıt şöyledir;
“”Evvelki mum devletin hazinesinden alınmıştı. O yanarken özel işlerimle meşgul olsaydım Allah indinde mesul olurdum. Seninle devlet işi konuşmayacağımız için, kendi cebimden almış olduğum mumu yaktım, ondan sonra senine konuşmaya başladım””.

Gözümüzün önüne hemen bürosunda bilgisayar başında ve önemli metinler üzerinde uğraşmakta olan bir devlet adamı canlanıyor. Ancak o devirlerde Resulullah hazretleri ve dört halifenin hepsinin ümmi olduğuna (hiçbirinin okuma yazması olmadığına) dair tarihî bilgiye sahibiz. Bu durumda okuma yazması olmayan birinin mum ışığıyla çadırda kendi başına uğraştığı devlet işinin ne olabileceğini ben şahsen çok merak etmekteyim.

Bir de Birmingham Üniversitesi arşivlerinde bulunan ve radyo karbon testiyle en az 1370 yıllık olduğu belirlenen el yazmasının Hz Osman döneminde yazdırılan “”ilk”” Kuran el yazması olduğu düşünülüyor. Merak ettiğim şey, bu metinde de “şeytan ayetlerinin” mevcut olup olmadığı. Eğer varsa hem “putları kırın” diyen bugünkü asıl ayetin sahte olduğu belirlenecek, hem de yazar Salman Ruşdi hakkında verilen “katli vacip” fermanının haksızlığı ortaya çıkacak. Ayrıca, o metinlerin yayınlanmasıyla, bugün geçerli “asıl belge” sayılan metinlerle arasında “”uzlaştırılamaz”” farklar olup olmadığı da kolayca belirlenebilir ve böylelikle bin yıllık iddia ve tartışmalar da bilim yoluyla sarahate kavuşturulabilir. Hem de böylelikle, İslam Âlimi olarak tarihe geçmiş ünlü şahsiyetlerin ve bugünkü ulemanın asaleti de ortaya çıkar.

Eğer 1370 yıllık el yazmasının metinleri bugünün teknolojisiyle (yapay zeka marifetiyle asıl doğru kabul edilen diğer Kur’an metinleriyle birlikte) karşılaştırmalı olarak analiz edilecek olursa hangilerinin hangi tarihlerde eklenen sahte metinler olduğu kolayca bulunabilir. Aslında en azından sadece 1370 yıllık el yazmasının boyu ile şimdiki metnin boyu karşılaştırldığında bile aşikar bazı gerçekler ortaya çıkacaktır. Ama biz bunu sahiden istiyor muyuz?

Sanırım bugünkü parçalanmış İslam coğrafyasındaki her konuda birbirinden farklı davranan şeriatçı ulu’l emr’lerden hiçbirisi müşterek kullanılabilecek ortak bir şeriat mevzuatına (sure, ayet, cüz ya da hadis külliyatına) tabi olmak istemeyeceklerdir. Diyanet Vakfı tarafından yeni hazırlanan 44 ciltlik İslam Ansiklopedisi’nde yer alan bilgilerin acaba ne kadarı kanıtlanabilir asıl kaynaklara dayanarak hazırlanmıştır ve hangilerinin sahihliği bilimsel verilerle kanıtlanabilir ki? Acaba farklı İslam ülkeleri ulemasının (din alimlerinin) kendi aralarında ve seküler hukukla uzlaştırılabilecek bir ortak adalet bilinci mevcut mudur? İstenirse yapay zekâ bize “bunun mümkün olmadığını” da kanıtlayabilir. O zaman bu asıl iki şeyin daha ispatı olacaktır. Hem “adil ulusal liderlik” diye bir antitenin ve hem de “adil ulusal düzen” diye bir adalet sağlama yönteminin gerçek hayatla uyumlu olamayacağının ispatı.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.