Vehhab: Necd’de Yeşeren İktidar

Tarihte Neler Oldu | | Mart 10, 2021 at 4:28 pm

Batı gözüyle Ortadoğu, özellikle de Suudi Arabistan, kişisel özgürlüklerin gelenek, din ve despotizmle kısıtlandığı bir yer, özgürlükten mahrum kalmanın simgesi. Bu tam manasıyla denetimsiz despotizmi ve boğucu normlar kafesini açıklayan şey nedir? Hz. Muhammed’in Suudi Arabistan’ın bir kesiminde başlayan ve başarılı devam eden devlet inşası hareketi ve sonraki yüzyıllarda İslami İmparatorlukların yarattığı görkemli imparatorluk düşünüldüğünde bugünkü durum şaşırtıcıdır. Peki, ne oldu? Diğer pek çok devlet inşa örneği kafesin sınırlarını güçlendirmek yerine gevşetirken, neden Ortadoğu’da kafes bu denli hararetli ve boğucu hale geldi?

Taktisyenin hayali

Hz. Muhammed’in devleti Ortadoğu’nun büyük bölümüne ve Kuzey Afrika’ya büyük bir hızla yayıldı. Ama her yere de ulaşamadı. Arabistan birkaç ayrı bölgeye bölünmüştür. Medine ve Mekke Hicaz’da, yarımadanın Kızıl Deniz’e sınır oluşturan batı kıyısı boyunca uzanan Saravat dağlarının arasına sıkışmıştır. Doğuya doğru dağlar sona erer ve içeriye doğru Arap çölünün devasa ıssızlığı, Necd başlar. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların Afrika Birliklerinin komutanı Mareşal Erwin Rommel, çölü “bir taktisyenin hayali ve levazım subayının kâbusu” olarak tanımlamıştı. Necd işte böyle bir yerdir.

Bu lojistik kâbusla uğraşmak yerine Hz. Muhammed’den sonraki İslam imparatorlukları Şam ve Bağdat’a, ardından da batıda Mısır ve Kuzey Afrika’ya doğru yayılarak hâlihazırda merkezileşmiş devletleri fethettiler. Daha sonraları, bazı erken dönem Halifelikler yıkıldıktan ve İslami güç merkezi Konstantinopolis (İstanbul) ve Osmanlı İmparatorluğu’na kaydıktan sonra bile Necd bütünleşmeye direndi. Osmanlılar Hicaz ve Müslümanların kutsal kentlerini, Dicle ve Fırat arasındaki Mezopotamya’yı denetim, eri altına aldılar ama Arabistan’ın iç bölgelerini az çok kendi haline bıraktılar.

Necd Bedevileri İslam’ı kabul etmiş olsalar da siyasi merkezileşmeyi kabullenmediler. Bütün büyük dinler esnektir ve farklı yorumlarla uygulamalara açıktır (başka türlü bu kadar başarıyla nasıl yayılabilirlerdi?). Hz. Muhammed güçlü bir devlet kurma niyetinde olduğu ve Medine Sözleşmesi’nde merkezi otoritenin doğasını ortaya koyduğu halde Kuran bu konuda bariz bir şey söylemiyordu. Bu konuya ayrılmış sadece iki sure vardı. Bunlardan binde otoriteye itaat vurgulanıyordu. Diğeri ise aynı zamanda çöldeki Bedevi kabileler arasında da bir norm olan istişare çağrısıydı. Arapların merkezi otoriteye karşı şüpheciliklerini rahatlatmak açısından geniş bir hareket alanı bırakılmıştı. Belki de en önemlisi İslam’da rahiplere, piskopos ve papalara dayalı karmaşık bir kilise hiyerarşisine benzer bir yapının olmamasıydı. Bunun yerine Müslümanlar aracılar olmadan doğrudan Allah’la bağ kurabileceklerdi (pek çok Protestan yorumda olduğu gibi). Bu herhangi bir merkezi otoritenin kendi isteğini yerel topluluklara dayatmasını güçleştirdi ve yeni dini Bedevi kabileleri açısından daha kabul edilebilir kıldı. Bunun bir başka anlamı Necd gibi birçok yerdeki aşiret yapısının varlığını koruması ve İslam’ın öğretileriyle iç içe geçmesi ihtimalinin artmasıydı.

Böylece Necd şeyhler veya emirler tarafından yönetilen rekabet halindeki özerk aşiretler şeklinde 18. yüzyıla kadar bölünmüş olarak kaldı. Rekabet bazen de şiddete dönüştü. Günümüzde Suudi Arabistan’ın başkenti olan Riyad’ın dışındaki Diriye vahasında bir dizi suikast yeni bir emirin, Muhammed ibn Suud’un 1726 veya 1727’ de iktidarı eline alarak ortaya çıkmasına yol açtı. Henüz ortada olmayan Suudi Arabistan krallığına 1932 yılında adını verecek olanlar Suud’un torunlarıydı. Suud hakkında elimize ulaşan en erken bilgi kaynakları 19. yüzyıl başlarındandır. Tüm kaynaklar Suud’un ve krallığının kaderini belirleyen bir olay konusunda hemfikirdirler. Muhammed bin Abdülvehhab’la tanışması.

Abdülvehhab on yaşında Kuran’ı ezberlemişti. Irak, Suriye ve İran’a yaptığı seyahatlerden sonra 1730’un başlarına Necd’e dönerek vaaz vermeye başladı. Dini bir hiyerarşinin olmadığı bir ortamda Kuran ve hadis bilgisi olan herhangi biri Ulema, yani din âlimi olarak tanınabilir ve fetva verebilirdi. Fetvalar, İslami metinlerin genellikle güncel sorun ve tartışmalar ışığında yorumlanmalarına dayanan belirli hükümlerdi, Abdülvehhab seyahatleri sırasında İslâm’ın kendisine göre bir yorumunu geliştirdi ve kendine göre Arabistan’daki eksikliklerin neler olduğunu ortaya koydu. Hanbeli öğretisinden yola çıkarak insanların putlara taparak gerçek dinden uzaklaştıklarını söyledi. Hz. Muhammed’e Mekke’de vahiy gelmesinden önce Kâbe İslam öncesinin farklı tanrılarının mabediydi. Bu tanrılara tapınma hala devam ediyordu ve insanlar Medine’de evliyaları ve Hz. Muhammed’in türbesini kutsallaştırmışlardı. Abdülvehhab’a göre bunların tamamı putperestlikti. Bu türden putperestlere karşı cihat açılması gerektiğini savunuyordu. Bu yorumların keskin zekâlı bir taktisyen olan Suud için çok faydası olacaktı.

Fakat Abdülvehhab önce doktrinini geliştirmek ve takipçiler yaratmak zorundaydı. Görüşlerinin ikisi yöneticiler için özellikle cazipti: insanlar yöneticilere uymalı ve Kuran’ın öngördüğü zorunlu dini vergi olan zekâtı ödemelilerdi. Zekât Necd bedevileri arasında popüler değildi ve bu dönem belli ki nadiren ödeniyordu. Bu verginin hayır işleri ve dini faaliyetler için kullanılması gerekiyordu fakat şeyhlerin ve emirlerin de kendi paylarını alabileceği varsayılıyordu. Zamanla Vehhabilik adını alacak hareketin temel taşı zekâtını ödemeyen kişinin kâfir olduğu görüşüydü.

Abdülvehhab doktrinini hayata geçirmeye Uyeyne’de başladı. Kendi elleriyle kutsal bir ağacı kesti. Artık ağaçlara tapılmayacaktı. Sahabeden Zeyd b. el-Hattab’ın sanki bir hac merkezi haline gelmiş olan mezarını yıktı. Türbelere tapınak ve Mekke’ye yıllık hac dışındaki ziyaretler yasaklandı. Uyeyne’de bir kadın zinadan suçlu bulununca Abdülvehhab, Şeriat’ın sert bir uygulamasına yöneldi ve kadının ölene kadar taşlanması (recm) emrini verdi. Fazla ileri gitmişti ve radikal öğretilerinden hoşlanmayan yerel ulemadan gördüğü muhalefet nedeniyle Uyeyne’den Diriye’ye kaçmak zorunda kaldı. Abdülvehhab ve Suud’un fikir birlikleri burada oluşacaktı. Bu belirleyici buluşma hakkında ilk elden tanıklık yoktur fakat Abdülvehhab yeni fikirlerini yaymak amacıyla açmayı planladığı cihat için askeri destek peşindeydi. Suud Vehhabilikteki potansiyeli gördü. Askeri genişleme ve toplumsal denetim için güçlü bir aracı olabilirdi. Suud, Abdülvehhab’dan Diriye’de kalmasını ve Necd’e yapacağı saldırıya destek vermesini istedi. Abdüllvehhab’dan ayrıca yerel hasatlardan düzenli vergi toplamasına onay vermesini talep etti. Abdülvehhab ilk talebi kabul ederken ikinciyi reddetti. Bunun yerine Suud’un cihattan ele edilecek tüm ganimetin beşte birini almasını önerdi ve bunun hasadı vergilendirmekten daha fazla para getireceğine işaret eti. Anlaşma sağlanmıştı. Suud Vehhabiliğe, Vehhabilik de Suud’a yaslandı. Bu birliktelik şaşırtıcı bir başarı elde edecekti. Suudiler küçücük bir vahadan genişlemeye başladılar, önce Necd’i ele geçirdiler ve 1803’ e gelindiğinde Mekke ve Hicaz’ı Osmanlılardan aldılar. Bir tanık Suud’un Necd’in doğusundaki el-Ahsa’yı nasıl ele geçirdiğini anlatıyor:

Sabah olup Suud namazdan sonra yoluna gidince ve onlar (Vehhabiler) develerine ve atlarına binerek silahlarını ateşlemeye başlayınca gökyüzü karardı, yeryüzü ürperdi. Her yanı duman sardı ve birçok hamile kadın düşük yaptı. Ardından el-Ahsa’nın tüm halkı Suud’un yanına geldi, merhamet için ayaklarına kapandılar.

Suud, hepsine huzuruna çıkmalarını söyledi ve onlar da öyle yaptılar. Orada birkaç ay kaldı, dilediğini öldürdü, sürgüne gönderdi, hapse attı, mülklere el koydu, evleri yıktı ve burçlar inşa etti. Erkeklerden 100.000 dirhem talep etti ve aldı da. Bazıları… Pazar yerlerini dolanarak ahlaksız yaşayanları yakaladılar… Bazıları vahada öldürülürken diğerleri kampa götürüldü ve Suud’un çadırının önünde tek tek kelleleri uçuruldu.

Arap yarımadası ilk defa iyi kötü tek bir devlet altında birleşmişti. Sadece güneyde kalan günümüzdeki Yemen ve Umman bağımsız kalmıştı. Bunların hiçbiri İbn Haldun’u şaşırtmazdı. Asabiyet sahibi çöl insanları İslam bayrağı altında kentleri fethediyordu.

1740’lardan sonra Necd’de ve zamanla da Suudi Arabistan’da yayılan siyasi sistem daha öncekinden çok farklıydı. O zamanlar aşiret şeyhleri meclislerde diğer eşraf üyeleriyle istişarede bulunmak zorundaydılar. İngiliz yazar ve kâşif Charles Dougherty 1860 ve 1870’lerde bunun halen geçerli olduğunu yazıyordu. İlke şuydu: “bırakın konuşsun ki sesi en az işitilenlerin sesi olsun; o bir aşiret üyesidir.

Şeyhler seçimle geliyordu ve her ne kadar genelde eşraf ailelerinin tekelinde olsa da herhangi bir bedevi bu konuma yükselebilirdi. İsviçreli seyyah Johann Ludwig Burckhardt’ın aynı yüzyılın başında gözlemlediği gibi:

Şeyhlerin aşiret mensupları üzerinde fiili bir otoritesi yoktu.

Muhammed bin Suud 1765’te öldüğünde yerine oğlu Abdülaziz bin Muhammed geçti ama halen meşruiyet kazanmak için Diriye halkı tarafından seçilmesi gerekiyordu. Fakat devlet ve toplum arasındaki bu denge kısa süre sonra ortadan kalktı. Abdülaziz babasının fetihlerini sürdürdü ve Vehhabiliği kabul etmeyi askeri büyüme ve toprak elde etme bahanesi olarak kullandı. Fethedilmek üzere olanlara okunan bir mektup şunu söylüyordu:

Abdülaziz’den *** aşiretinin Araplarına, Selamün aleyküm! Vazifeniz size gönderdiğim kitaba iman etmektir. Allah’la arasına beniâdem koyan putperest Türkler gibi olmayın. Gerçek iman sahipleriyseniz kurtulacaksınız. Öyle değilseniz sizinle ölene kadar savaşacağım.

Bir vaha fethedildiğinde Vehhabi uleması vaaz için gönderilirdi. Suud mahalli emirler ve şeyhleri kendi seçtiği adamlarla değiştirdi. Katı Şeriat anlayışlarını uygulamaları için Vehhabi kadılar seçti. Ayrıca muhtesib adı verilen bir memur da atadı. Muhtesibin birçok idari görevi vardı. Sorumlulukları arasında ticareti, ağırlıkları ve ölçüleri denetlemek ve namaz gibi temel İslami ibadetlerin yerine getirilip getirilmediğini izlemek bulunuyordu. Bin Suud ayrıca zekât toplamak için ayrıntılı bir vergi tahsildarlığı bürokrasisi de oluşturmuştu. Her yıl her biri yedi tahsildardan oluşan yetmiş takım, vergi toplamaya gönderiliyordu. Aşiret ihtilaflarını çözmeye de başlamıştı. 1788’ de Abdülvehhab emirliğin Suudi soyunda olduğunu ve babadan oğla geçeceğini ilan eden bir fetva yayınladı. Bütün Vehhabiler hükümran olan Suud’a itaat yemini etmek zorundaydılar. Suudilerin despotizmi Vehhabi normlar kafesiyle iç içe geçiyordu.

Suudilerin ve Vehhabilerin Osmanlılar karşısındaki ilk zaferleri uzun sürmedi. Osmanlı Sultanı, kendisini Mısır’ın fiilen bağımsız yöneticisi yapmış olan Arnavut kökenli Mehmed Ali Paşa’ya, Vehhabi tehdidinin üstüne gitmesi görevini verdi. Mehmed Ali ve daha sonra oğlu İbrahim Paşa Hicaz’ı işgal etti ve 1818’de yükselişteki Suudi devletini yıktı. Ama Necd’i yönetmek zordu. 1824’te ikinci Suudi devleti kuruldu. Ancak Hicaz’da daha sağlam yerleşmiş olan Osmanlılar ilk devletin gücüne ve büyüklüğüne hiçbir zamanı ulaşmalarına izin vermedi. Rakip bir Necd ailesi tarafından yenilen Suudi devleti 1891’de yıkıldı. Suudiler Kuveyt’e sürgüne gönderildiler. Ama sürgün uzun sürmeyecekti.

Ulemayı Ehlileştirmek

1902’de Muhammed bin Suud’un üç kuşak sonraki torunu Abdülaziz bin Suud’un liderliğinde Suudiler geri döndü. Abdülaziz Kuveyt’ten çölü yürüyerek geçti ve 1818’ de İbrahim Paşa tarafından yıkıma uğratıldıktan sonra terk edilen Riyad, Diriye’yi ele geçirdi, Suud, atalarının gizli dini silahlarının yeni bir çeşidine sahipti: İhvan. “Kardeşler” anlamına gelen İhvan, Vehhab’ın torunlamdan olup eş-Şeyh ailesinden gelen Riyad kadısı tarafından başlatılan dini bir örgütlenmeydi. Çeşitli yerleşimler oluşturuyorlardı. İslam’ın katı bir yorumuna bağlı bu grup yabancılardan uzak duruyor, ahlak kurallarından taviz vermiyor, güçlü dayanışma ve karşılıklı destek normları geliştirerek yaşıyorlardı, Ayrıca Vehhabilerin kendi kurallarına uymayanlara cihat ilan etmek alışkanlığını da miras almışlardı. Muhammed bin Suud, Vehhabiliğin devlet inşa çabalarındaki potansiyelini görmüş ve bunları rakiplerine saldırırken kullanmıştı. Abdülaziz de İhvan’la aynısını yapıyordu.

İlk İhvan yerleşimi Riyad’ın kuzeybatısında Artaviye’de 1913’te kuruldu. Kısa süre sonra Abdülaziz onlara para ve tohum desteği sunmaya, cami ve okul inşasında yardım etmeye başladı. Bu yardımın ardından, kılıç ve benzeri geleneksel silahları tercih eder gibi görünseler de İhvan’a silah ve barut desteği de yapıldı. AbdüIaziz daha fazla yerleşimin kurulmasına destek oldu ve Riyad ulemasını yerleşik hayat  ve tarım lehine bir fetva çıkarmaya teşvik etti. Bu yerleşimlere kadı atama hakkını elde etti. Genellikle eş-Şeyh ailesinden olan bu kadılar Suud- Vehhabi ittifakını destekledi. Ardından İhvan üyeleri askere alındılar ve Abdülaziz’in şok birliklerini oluşturdular. (İhvan’ın günümüze kadar gelen bir fotoğrafını albümde görebilirsiniz). Onlar cihat için, Abdülaziz ise bir krallık için savaştı. Bu zorlu bir dengeydi ama bu hedefler bir süreliğine despotizm-normlar kafesi ekseni etrafında birleşti. Abdülaziz. 1914’e gelindiğinde, İhvan’ın liderliğini üstlenmesini hoş gören bir fetva için bir ulema mensubunu teşvik etmek zorunda kaldı.

Dönüm noktası Hicaz ve kutsal kentlerin denetimini elinde tutan Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya lehine Birinci Dünya Savaşı’na girmesiydi. ArabistanIı Lawrence dâhil Britanyalılar, Mekke Emiri Hüseyin’i 1916’daki meşhur Arap isyanına teşvik ettiler. Osmanlılar yenildiğinde, “Mekke şerifinin önerdiği sınırlar içinde” bir Arap devletinin kurulacağı sözü verildi fakat “Suriye’nin Şam, Humus, Rama ve Halep vilayetlerinin batısında yer alan bölgeler” dışarıda tutuldu. 1918 yılında Osmanlı ordusu çöktü ve Britanya Hüseyin’le anlaşmanın belirsizliklerinden istifade ederek yeni devletini Hicaz’la sınırlandırdı Türkiye’nin bazı bölümleri hariç, Fransa’yla birlikte eski Osmanlı İmparatorluğu’nu aralarında bölüşmüşlerdi. Hüseyin bu ihanete çok öfkelendi ve 1919’da Versailles Antlaşması’nı imzalamayı reddetti. Bu arada Abdillaziz ve İhvan Necd’deki güçlerini tahkim ettiler. İlk başta Osmanlı birliklerine karşı savaşına arzuları yoktu. Ayrıca Hicaz’ı Britanya desteğiyle yöneten Hüseyin’in üzerine gitmeyi de istemiyorlardı. Fakat Hüseyin’in Britanya’nın savaş sonrası planlarına, özellikle de Filistin’le ilgili olanına karşı çıkması üzerine Britanya, 1924’te Abdülaziz’i desteklemeye yöneldi Cesareti artan Abdillaziz Hicaz’ı işgal etti. Mekke o yılın ekim ayında, Medine de Aralık 1925’te ele geçirildi.

Abdülaziz İhvan sayesinde Necd ve Hicaz kralı oldu. Onun istediği olmuştu ama İhvan’ınki değil. İhvan’ın dinden dönenlere (mürted) karşı yürüttüğü cihat sadece Arap yarımadasıyla sınırlı değildi. Britanya’nın koruyuculuğundaki Mavera-i Ürdün’ e saldırı başlattılar. Saldırılar Britanya donanması yanıt verene kadar sürdü. Abdülaziz bunun üzerine İhvan’ın görevini yaptığına ve artık faydadan çok zarar getirdiğine karar verdi. Onları karşısına aldı ve Sabilla Muharebesi’nde yenilgiye uğratarak etraflarını sardığı liderlerini öldürdü. 1932’ de Hicaz ve Necd’i Suudi Arabistan Krallığı altında birleştirdi.

İhvan’ın yenilmesi. Suudi ve Vehhabilik ittifakında kontrolün kimde olduğu hakkında güçlü bir mesajdı. Fakat Suudi krallarının bunu modern şekliyle kurumlaştırması epey zaman aldı. Abdülaziz’in 1953’teki ölümü önemli bir kırılma noktası oldu. Yerine oğlu Suud geçti. Ancak kardeşleriyle aralarında, özellikle de yarı kardeşi Faysal’la yoğun bir taht kavgası başladı. Faysal siyasi bakımdan çok daha dirayetli çıkmıştı. Suud sağlık sorunlarıyla mücadele ederken Faysal pek çok siyaset alanını adım-adım denetimine aldı ve kraliyet ailesi içindeki destekçileriyle bir koalisyon kurdu. Nihayet gücünden emin olunca Suud’un devlet işlerinden uzaklaştırılması meselesini ele almaları için ulemayı topladı. Ulema mensupları 29 Mart 1969’da itaatkâr bir şekilde iki önemli noktayı vurgulayan bir fetva yayınladılar: Birincisi “Suud ülkenin hükümdarıydı ve herkes tarafından saygı görüp yüceltilmeliydi.” İkincisi “Prens Faysal başbakan olarak krallığın iç ve dış işlerini, krala danışmadan özgürce yönetebilirdi.” Bu aslında dinî otorite tarafından tasdik edilen fiilî bir darbeydi. Fakat bu kararın Kuran’da veya ilgili hiçbir metinde bir öncülü yoktu. Ulema iktidarın kimde olduğunu anlamıştı. Fakat bu bile Faysal ve destekçileri için yeterli değildi. Suud’dan tamamen kurtulmaları gerektiğine karar verdiler. Faysal Ekim 1964’te, Kral Suud’u görevden almayı meşrulaştıracak bir yol bulmaları için ulemayı tekrar topladı. Bu müzakerelere katılanlardan biri, Faysal grubuna dair şunları hatırlıyordu:

Kral Suud’un görevden alınmasına dair bir fetva çıkarmaya ikna etmek için birkaç kez Şeyh Muhammed bin İbrahim’le bağlantı kurulmuştu… İslam devleti ve toplumunun birliğini korumak için bir eylem gerekliydi. Ulema kraliyet ailesinin kararını desteklemek zorundaydı. Bu nedenle Şeyh Muhammed ulemayı evinde toplantıya çağırmaya karar verdi. Ülkenin durumuna dair kısa bir tartışmanın ardından kraliyet ailesinin tercihini onaylamak gerektiği kararına ulaşıldı.

Şeyh Muhammed ülkedeki en önemli ulema görevi olan Büyük Müftülüğü üstlenmişti. Buradaki dil çarpıcıdır. Gerçi tarihsel olarak Vehhab ve torunları Suudi ailesinden ciddi ölçüde bağımsızken, 1964’te ulema mensupları, Suudilerin en güçlü hizbinin kendilerine söylediklerini yerine getiriyor ve “kısa bir tartışmanın” ardından kralı görevden almayı kabul ediyordu. Suud’u görevden alan fetva beklendiği gibi 1 Kasım’da yayınlandı.

Faysal kral oldu. Onun tahta çıkmasından önce kraliyet ailesiyle ulema arasında resmi bir ilişki yoktu. Faysal bunu değiştirdi ve daha doğrudan denetleyebileceği kurumsal bir yapı oluşturdu. Aralarında “önde gelen fıkıhçılardan ve âlimlerden seçilecek yirmi iki kişilik bir danışma konseyi” oluşturulmasının da bulunduğu bir dizi reform başlattı. Bu konsey “Müslüman cemaati ilgilendiren meselelerde hüküm vermek ve tavsiyede bulunmakla” görevlendirildi.

Bunlara Büyük Müftü Şeyh Muhammed’in muhalefet gösterdiği anlaşılıyor. Şeyh Muhammed 1969’da öldükten sonra Faysal Büyük Müftülük görevini ortadan kaldırdı (bu görev daha sonra yeniden tesis edilecekti) ve 1971’ de Büyük Âlimler Heyeti oluşturuldu. Büyük Âlimler Heyeti’nin farklı meseleleri ele alacak ve İslam hukukunun farklı alanlarıyla ilgili fetva yayınlayabilecek alt komiteleri vardı. Fakat Heyet mensupları sadece Kraliyet Kabinesi’nin izin verdikleri konulan ele alabiliyorlardı. Kraliyet Kabinesi ajandayı kendi belirliyordu. Bu nedenle Heyet ulemanın yerelleştirilmesinin bir aracı haline geldi.

Bu yazının tamamı ilgi eserin 12. bölümünden alınmıştır

Belki de bunun en çarpıcı kanıtı 1990’da yaşandı. Saddam Hüseyin’in ordusu Kuveyt’i istila edince Suudiler bir sonraki hedef olabileceklerinden ürktüler ve ABD’yi Kuveyt’i korumak için asker göndermeye davet ettiler. 1982’de tahta çıkan Faysal’ın kardeşi Fahd, bunun Suudilerin Mekke ve Medine kentlerinin kendi kendilerine üstlendikleri- koruyuculuk rolüyle çeliştiği şeklinde yorumlanabileceğinden endişeleniyordu. Fakat Büyük Âlimler Suudileri rahatlatmak için hızla bir fetva yayınladı. Buna göre ulusu savunmak için:

Büyük Âlimler Heyeti yöneticinin kararını her şekilde destekliyor. Allah onu, bu ülkeye saldırmak isteyeni korkutma ve dehşete düşürme kabiliyetine sahip araçlarla donatılmış kuvvetlerin buraya getirilmesinde muzaffer kılsın. Bu mevcut koşullarda zaruretin dayattığı bir vazifedir ve acı gerçek tarafından kaçınılmaz kılınmıştır. Hukuki temel ve kanıtlar, Müslümanların işlerinin başındaki kişinin, niyetlenen hedefi gerçekleştirme gücü olanlardan yardım istemesini zorunlu kılar. Kuran ve peygamberin sünneti çok geç kalınmadan gereken önlemleri almaya hazır olunması gereğine işaret eder.

Sünnet, İslam cemaatinin Kuran ve hadislerden çıkardığı pratikler, normlar ve inançlardır. Suudi vatandaşların, daha sonra Usame Bin Ladin’in de kullanacağı ifadeyle, “Haçlıların” Suudi topraklarındaki varlığının sünnete mükemmelen uyduğunu öğrendiklerinde rahatladıklarına şüphe yok.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.