Hürriyet Kavramı Size Ne İfade Ediyor ?

Sözlük | | Temmuz 12, 2022 at 5:35 pm

Batı dillerinde kökeni “”kul/köle olmamak”” anlamından kaynaklanan Hürriyet (freedom / liberty /özgürlük) sözcüğünün gerçek biçimde kullanıma girmesi aslında dünyada da aydınlanma hareketinin hızlandığı büyük Fransız Devrimi sonrasına rastlar.

Osmanlı’da ise henüz aydınlanma gerçekleşmediği için bu kavram içi boş bir küme idi. Herkes hikmetinden sual olunamayan külli iradenin bir cüz’ü, millet/ümmet denilen bir sürünün etkisiz elemanıydı. Yani önce Allahın, sonra da padişahın naçiz kullarıydı ama ilki ortada hiç görünmediği ve daima ikincisi ve onun adamları tarafından temsil edildiğinden adalet mülkün temeli de değildi. Yurttaş yok, birey yok, mülkiyet yoktu, ve hiçkimse omuzları üstündeki başın bile asıl sahibi değildi. O yüzden Osmanlı’daki bu kul sözcüğü aslında kölelikten de daha ileri bir merbutiyet (tabiiyet) durumunu ifade eder ve herkese şamil bir durumdur. O dönemlerde “resmen alınıp satılan ve istendiği gibi cezalandırılabilen bir mal” durumundaki köleler de o yüzden toplum tarafından hiç yadırganmazdı. Aydınlanma sonrasında batıdan gelen ve 18. yüzyıldan itibaren köleliği peyderpey yasaklayan baskılara rağmen Osmanlı da “köleliğin kaldırılması” diye bir şeyin hiç lafı bile olmaması buna bağlanabilir. Saltanat kendi toprakları içinde aydınlanmayı yüzyıllar boyunca engelemeyi ve durdurmayı başarmıştır. Hükümet ancak 20. yüzyılda (Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından da seneler sonra) Batı ile normal ilişkilerin kurulabilmesi amacıyla “Köleliğin ve köle ticaretinin ortadan kaldırılmasını hedef alan (Esaretin Men’i hakkındaki) ilk mukaveleyi 25 Eylül 1926 da Cenevre’de imzalayabilmiştir.

Osmanlı’da bu kavram tabana inemeyip sadece batıyla teması kuvvetli olan pek az sayıdaki aydının diline girebilmiş. Osmanlı topraklarına girmesi yasak olan medyalarda Fransız ihtilalının “Liberté, égalité, fraternité”  sloganı “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” olarak dile getirilir olmuş, ama halk bunların ne demek olduğunu doğal olarak pek anlayamamış. Ülke içinde bu sözcükler haklı olarak “Saltanat (sultanate / mutlakiyet) karşıtlığı” olarak değerlendirildiğinden fazla sesli olarak ulu orta söylenmesi de siyaseten pek mümkün olmamış. Sadece Jeune Turc (Contürk – Jöntürk, daha sonra İttihat ve Terakki) hareketi saltanat karşıtı ilerici aydınlanmacı / özgürlükçü bir hareket olarak ortaya çıkmış iken o dahi daha sonra fırka (siyasi parti) haline gelip saltanatı ele geçirmesiyle bu kavramın tersine biçimde yürütülmeye başlandığı bir siyasi hareket haline dönüşmüştü. Belki de o yüzden aradan geçen yüzyıla rağmen bu gün bile hürriyet (hak ve özgürlükler) kavramı halk tarafından gerçek anlamıyla bilinip anlaşılabilmiş durumda değil gibi görünüyor.

Aslında İttihatçıların siyasi iktidarı tam olarak ele geçirmeleri Ocak 1913’deki Babıali baskınıyla oluyor ama ondan dört yıl önce tarihe 31 Mart Vakası (İsyanı / Ayaklanması  / Hadisesi) diye geçen bir olay var. O zamanki Rumî Takvim’e göre 31 Mart 1325’te (13 Nisan 1909) başlayan ve toplam 13 gün süren bu olayın oluş biçimi de aslında (tıpkı yakın tarihimizdeki 15 Temmuz 2016 darbe girişimi iddiası gibi) çok karışıktır.

31 Mart Vakası aslında askerî bir isyan olarak başlamasına rağmen daha sonra isyana katılan softalar nedeniyle bir gericilik (irtica) hareketi olarak lanse edilmiştir. Hükümet isyanın ilk günü hemen istifa etmiş, isyancı askerler de yedi gün süre ile İstanbul’a hâkim olmuşlar. Bir milletvekili, bir bakan ve tespit edilemeyen sayıda asker ve sivil hayatını kaybetmiş, ancak darbe Selanik’te bulunan Üçüncü ve Edirne’de bulunan İkinci Ordu askerlerinin oluşturduğu (içinde Mustafa Kemal’in de bulunduğu) “Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelmesiyle bastırılıyor. Üç gün süren çarpışmaların ardından sıkıyönetim ilan edilerek padişah II. Abdülhamit tahttan indirilip yerine V. Mehmed Reşad çıkarılıyor. İsyana katılan ve destekleyenler diye yakalanan 70 kişi idam edilip, 420 kişi de çeşitli hapis cezalarına çarptırılmış.

Abide-i Hürriyet

31 Mart Vakası’nda (Nisan 1909) ölenlerin anısına hemen İstanbul’da (Şişli) Abide-i Hürriyet adıyla bir ulusal anıt inşa edilmeye başlanıyor. Bir kısım askerler ayaklanmış, bir kısım softalar onları desteklemiş, sonra bir kısım askerler de gelmiş bastırmış. Belki tarihimizdeki Vaka-i Hayriye veya Vaka-i Vakvakiye hadiseleriyle de benzerlik kurulabilir. Ama şimdi bana söyleyebilir misiniz burada “Hürriyet (özgürlük) ne alâka? Kim özgür? Havaya doğru atış yapan top’un bu özgürlük bağlamındaki esas rolü nedir? Bize neyi anlatmak istemektedir?

1911 yılının son aylarında İttihat ve Terakki’nin muhalifi Hürriyet ve İtilaf (uyuşma/anlaşma) Fırkası (Partisi) kurulmuş, İstanbul’da yapılan ara seçimleri de kazanmıştır. İttihat ve Terakki bunun üzerine bir sonraki seçimleri hileyle daha erken bir tarihe aldırmış ve yine hileli bir şekilde seçimleri kazanmıştır. Bunun üzerine Hürriyet ve İtilaf Fırkası yanlısı Halâskâr Zâbitân (kurtarıcı subaylar) dağa çıkmış ve eylemleriyle Mehmet Sait Paşa Hükümeti’nin düşmesine sebep olmuşlar. Ardından Ahmed Muhtar Paşa’nın sadrazamlığında yeni bir hükümet kurulmuş fakat dört ay sonra yine Halâskâr Zâbitân’ın baskıları sonucu Ahmet Muhtar Paşa istifa etmiş, hükümeti de dağılmıştır. Daha sonra 29 Ekim 1912’de V. Mehmet tarafından hükümet kurma görevi verilen Kâmil Paşa, Balkan Savaşları’nda yaşanan başarısızlıklar sonucu Bulgaristan ile masaya oturmuş ve sorunu siyasi yollarla çözmeye çalışmıştır.

Bulgarların Edirne’nin teslim edilmesinin istemesini bir fırsat olarak kullanan İttihat ve Terakki, Kâmil Paşa’nın eski başkent Edirne’yi vereceği propagandasıyla halkı kışkırtmış ve 23 Ocak 1913 günü Bâb-ı Âli Baskını’nı düzenlemiş. Baskına Yarbay Enver ile Telgrafçı Talat başta olmak üzere Yakup Cemil, Mustafa Necip, Filibeli Hilmi, Sapancalı Hakkı ve Mithat Şükrü Bey aktif olarak katılmış, çok sayıda İttihatçı da Bâb-ı Âli’nin çevresine yerleştirilmiş. Hükümet merkezine birkaç kişiyle yapılan bu darbe sırasında Harbiye Nazırı Nâzım Paşa öldürülmüş, Sadrazam Kâmil Paşa’ya zorla istifası imzalattırılmıştır. Kâmil Paşa’nın istifası V. Mehmet tarafından aynı gün onaylanmış ve İttihat ve Terakki’nin baskısıyla ve yine tumturaklı uzun bir yazıyla sadrazamlığa Mahmut Şevket Paşa getirilmiştir. 

İttihatçıların iktidar yürüyüşü işte böyle başlamış, artık partiyi kuran ilerici özgürlükçü ruh tamamen yok olup parti onun yerine parti Yakup Cemil gibi ihtiraslı, serdengeçti, sergüzeştçi sığ insanların eline geçmiştir. Muhaliflere suikastlar sürmüş ama 11 Haziran 1913 günü de sadrazamlığa bizzat kendi seçtirdikleri Mahmut Şevket Paşa’yı  (muhaliflere ılımlı davrandığı savıyla) suikast düzenleyerek öldürürler. Artık muhaliflere ölüm vaat eden ve toplam 5 yıl 268 gün sürecek olan Enver, Talat, Cemal triumvirliği saltanatı tam anlamıyla devralmıştır. 

Bu iktidar meclise ve Sultan’a bile haber vermeden gizlice ve tamamen gereksizce Almanlarla bir anlaşma imzalayıp müttefiklere savaş açmıştır. (Tarih kitaplarımızda nedense Osmanlıyı savaşa hileyle bunların soktuklarından hiç söz edilmez ve düvel-i muazzama’nın niye durup dururken kalkıp bizi işgale geldiği hiç anlatılmaz). Üçlü çete seferberlik ilan edip silâhaltına aldığı 2,6 milyon Osmanlı askerini Alman kurmayının emrine sokmuş, üstelik savaşı da çok acemice ve beceriksizce yönetmiştir. Sadece Sarıkamış’ta yazlık giysilerle soğuktan donarak ölüme gönderdikleri asker sayısı 90 bin olarak hesaplanmaktadır.

Batı cephesinde Doğu cephesinde, halklar telef olmuştur. Ordular tüm cephelerde yenilip ateşkes imzalandığında 2,6 milyondan geriye kalan asker sayısı sadece 323 bindir. Dahası 1909-1918 yılları asında R. J. Rummel ‘in hesabına göre sayıları 1 milyon 883 bin’i bulan bir demosid (Ermeni soykırımı) icraati iddiası da söz konusudur. Büyük kısmı Enver-Talat – Cemal triumvirliği döneminde gerçekleştiği söylenen ve Osmanlı’nın suçlandığı bu durum daha sonraki Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin hiçbiri tarafından da kabul edilmemiştir. Ancak hükümetin tehcir kararı ve bu kararın uygulanış biçimine ilişkin çeşitli bilgiler bizzat Talat’ın hatıra defterinde kayıtlıdır, ayrıca imha edilen onca belgeye rağmen olayın özünü yansıtan çok sayıda kayıt ve şahit ifadesi de bulunmaktadır. 

5 yıllık iktidarlarıyla Osmanlının parçalanıp ülkelerin tamamen yıkılmasına, milyonlarca insanın ölmesine veya türlü şekillerde mağdur olmasına neden olan Enver Talat ve Cemal üçlüsü mütareke sonrası idam edilecekleri korku ve paniği içinde yabancıların gemilerine binip kaçarlar.

Almanya’ya kaçan Talat (Paşa) 15 Mart 1921 günü Berlin’deki evinden çıktığı sırada Erzurum’lu Ermeni Devrim Federasyonu üyesi Sogomon Tehliryan tarafından tek kurşunla başından vurularak infaz edilir. Kendisine infazdan sonra kaçmaması ve cesedin üstüne basarak polis gelene kadar beklemesi tembih edilmişti. Anadolu’daki katliamlar sırasında tüm ailesini kaybetmiş bir Ermeni olan katil ilk sorgusundan itibaren cinayeti taammüden (bilerek ve isteyerek) işlediğini belirtmesine rağmen mahkemesi çok kısa sürer ve duruşmanın daha ikinci gününde “geçici delilik” gerekçesiyle BERAATİNE karar verilir. 

Ayni şekilde 25 Temmuz, 1922 günü triumvir üç paşadan bir diğeri olan Ahmed Cemal (Paşa) Tiflis’de, sonuncu paşa, Osmanlının nihai olarak yenilip parçalandığı savaşların başkomutan vekili ve Harbiye Nazırı olan İsmail Enver (Paşa) da 4 Ağustos 1922 günü Tacikistan’da Belçivan yakınlarında Agop Melkovyan komutasındaki Bolşevik Ruslara karşı gerilla harbi yaparken havan topu ile öldürülür.

Sonuç olarak tehcir ve soykırımdan suçlu tutulan son Osmanlı iktidarının 3 paşasının üçü de ayrıca tüm bu operasyonlarla ilgili ve yetkili olarak rol ve görev alan (Teşkilat-ı Mahsusa ve diğer) yapıların yetkililerinden pek çoğu da Ermeni suikastçılar tarafından öldürülmüştür.

Ermeniler tarafından öldürülen veya 5 Temmuz 1919’da Divan-ı Harp kararıyla idama mahkûm edilen İttihatçıların yakınları için 1926 yılındaki İnönü hükümeti tarafından bir yasa çıkartılmıştır. 27 Haziran tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 882 numaralı kanunun başlığı “Ermeni Suikast Komiteleri Tarafından Şehit Edilen veya Bu Uğurda Suveri Muhtelife ile Duçarı Gadrolan Ricalin Ailelerine Verilecek Emlak ve Arazi Hakkında Kanun”dur. Kanunun birinci maddesi şöyledir;
“Ermeniler tarafından siyasi maksatlarla şehit edilen Türk siyasi reislerinin eş yahut çocuklarına Ermeni mallarından ve terk edilmiş emlakinden bir mesken mülk olarak verilir.”

Okullarda gençlere Talat Paşa’nın tarihimizin çok önemli bir şahsiyeti olduğu öğretilmektedir. Talat Paşa’nın kemikleri 1943’te, Enver Paşa’nın ise 1996’da ülkeye getirilerek yapılan devlet törenleriyle yeniden onurlandırılarak Abide-i Hürriyet Parkı’ndaki mezara yerleştirildiler. Ülkenin en büyük caddelerine, bulvarlarına, okullarına onların adları verildi.

Tarihe 31 Mart Vakası olarak geçen) 13 Nisan 1909 tarihli ve içinde Mustafa Kemal’in de bulunduğu Hareket Ordusu tarafından bastırılan ayaklanmada ölenlerin anısına yaptırılıp 23 Temmuz 1911’de İstanbul’un en mutena bir köşesinde törenle açılan bu anıtta halen en önemli İttihatçı paşalardan Mahmut Şevket, Mehmet Talat ve İsmail Enver Paşa’nın mezarları bulunmaktadır. Mahmut Şevket Paşa’nın bizzat ittihatçıların kendi siyasi suikastıyla öldürüldüğünü, diğer ikisinin (Talat ve Enver) ise soykırım mağduru oldukları iddia edilen Ermeniler tarafından öldürüldüğünü biliyoruz. Şehit sözcüğünün “İslam için ölen” anlamına geldiğini de biliyoruz. “Abide” sözcüğü de “anıt” anlamındadır. Peki, bu siyasi ölme ve öldürmelerin “hürriyet ve İslâm” ile acaba hangi bağlamda ne gibi bir ilişkisi bulunmaktadır? Söz konusu üç paşa acaba hangi icraatleri dolayısıyla müslüman ahaliye hangi özgürlükleri sağladıkları için suikaste uğrayarak öldürüldüler? Bizden bu özgürlük anıtında hangi özgürlük adına hürmet etmemiz beklenmektedir?

**************

1955 yılında “Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve bomba atıldı” şeklindeki yalan haberle başlayan olaylar. Olayları düzenleyenlerin, kimsenin öldürülmemesi yönündeki telkinlerine rağmen, 6 Eylül akşamı başlayan ve yaklaşık 9 saat süren olaylar boyunca ve sonrasında (aralarında iki ortodoks papaz da olmak üzere) 13 ile 16 arası Rum ve en az 1 Ermeni vatandaşı hayatını kaybetmiş, 32 Rum da ağır yaralanmıştır. Fiziksel zarar, 4.348 Rum’a ait işyeri, 110 otel, 27 eczane, 23 okul, 21 fabrika ve 73 kilise ve mezarlıklar ile Rumlara ait 1000’in üzerinde evin tahrip edilmesi ya da yakılması şeklinde ortaya çıkmıştır.

Ekonomik zarar, Türk hükümetine göre 69,5 milyon Türk lirası, İngiliz diplomatik kaynaklarına göre 100 milyon İngiliz Sterlini, Dünya Kiliseler Birliği’ne göre 150 milyon ABD doları, Yunan hükümeti’ne göre ise 500 milyon Amerikan doları olarak hesaplanmıştır. Demokrat Parti Hükümeti zarara uğrayıp, zararını tescil ettirenlere toplam 60 milyon TL civarında bir tazminat ödemiştir.

DP hükümeti suçu (Aziz Nesin, Kemal Tahir gibi) solcu bilinen aydınlara atarak işin içinden çıkmak istemiş, 27 Mayıs ihtilalından sonra kurulan Yassıada Mahkemelerinde ise olayın DP hükümetinin başbakanı Adnan Menderes’in provokasyonu sonucu olduğu iddiası ortaya atılmış, ancak o dava beraatle sonuçlanmıştır. Nihayet, olaydan 37 yıl sonra emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun itirafıyla olayın TSK Özel Harp Dairesi’nin organize ettiği bir icraat olduğu ortaya çıkmıştı. Bu olaylar sonucunda oluşan göç dalgası ile Türkiye’de yaşayan Rum azınlığın neredeyse tümü ülkemizi terk etmiştir.. 1924 yılında 200.000’i bulan İstanbul’daki Rum nüfus, 2005 yılında sadece 1500 kişiye düşmüştür.

Beyoğlu İstiklâl Caddesinde Türk bayrağı asarak önlem almış olanların dışında ve daha önce tertipçiler tarafından işaretlenmiş tüm dükkânlar yerle bir edilmişti. Ellerinde Atatürk posterleri ve ayni boyda özel üretilmiş sopalar taşıyan örgütlendirilmiş ve kışkırtılmış çapulcu kalabalıklar tarafından Taksim, Arnavutköy, Ortaköy, Karaköy, Eminönü, Sirkeci, Gedikpaşa, Çarşıkapı, Kumkapı ve Bakırköy de aralarında olmak üzere 52 yerde birden aynı anda çıkarılan yangınlarla tarihi, ulusal, kültürel ve sanat varlıkları bir gecede yakılıp kül edildi; yıkıldı, yağmalandı. İstiklal caddesi baştan ayağı tek bir dükkân kalmamacasına yağmalanmıştı. Yollar boydan boya kırılıp dökülmüş, parça parça edilmiş eşyalarla doluydu. Ellerine kazma, kürek, balyoz ne bulmuşsa kırılıp dökülecek Rum, Ermeni evi, işyeri arayan grupları şehrin dört bir yanında sabaha kadar terör estirdi. Tünel’deki Embros, Apoyevmatini, Tahidromos gibi Rumca yayın yapan gazetelerin idarehaneleri; Patrik’in Tarabya’daki evi ateşe verildi. Rum ve Ermeni hastanelerine bile saldırılarak yangınlar çıkarılmış, gayrimüslim mezarlıkları açılarak cesetler sokaklarda sürünür olmuştu.

****************

Hürriyet Bayramı ve Şehitleri

6-7 Eylül pogromunu düzenleyen askerler gibi derin devletçi ve “Özel Harp”ci olan Alparslan Türkeş, 27 Mayıs 1960 günü Demokrat Parti iktidarına karşı gerçekleştirilen askerî darbenin öncesinde, 1958 yılında[20] Elâzığ’da albay rütbesiyle görev yaptığı birliğinden Ankara’ya atandı. Albay Talat Aydemir’in önerisiyle Millî Birlik Komitesi’ne (MBK) alınarak, darbeyi planlayıp yürütecek olan 38 kişilik MBK içinde yer aldı. Kendi beyanına göre, 27 Mayıs Darbesi’nin fiili lideri kendisidir. Türkeş, darbe hakkında yaptığı açıklamada “27 Mayıs ihtilalının fiilen lideri benim. General olmamama rağmen fiilen liderliğini ben yaptım” demiştir.

Darbe bildirisini 27 Mayıs 1960 sabahı radyodan okuyan kişi oldu ve bundan sonra adı sıkça duyulmaya başlandı. Darbe sonrasında kurulan askeri yönetimde Başbakanlık Müsteşarlığı yaptı. Kendisine komutan değil “”Sn. Başbuğ””(başkomutan) denilmesini seven Alparslan Türkeş 1960 darbesi sırasında başvekâleti (başbakanlığı) işgal eden subaylardan biridir. Albay rütbesinde olduğu halde ihtilalı organize eden ordu içindeki gizli örgütlenmenin mühim makamlarından birini işgal eden bu kişi 27 veya 29 Mayıs 1960 günü (MİT başkanlığı da yapmış olan o zamanki başvekâlet müsteşarı) Ahmet Salih Korur’u tokatlayarak başvekâlet kasasının şifresini alır. Sarı zarf içinde 270 bin dolar ile 250 bin Türk lirası ($=9tl) bulunan kasa daha sonra (haziran ayında) heyet huzurunda kırılarak açıldığında içinde bu paranın olmadığı görülür.

Aynı kişi hemen darbeden sonra Dışişleri Bakanlığına da gelmiş ve kasanın şifresini bilen dışişleri bakanı özel kalem müdürü Aleattin Talu’ya dışişleri bakanının kasasını açtırmış… Kasada bulunan 160 bin dolar ve bir adet altın tabakayı alarak bakanlıktan ayrılmış. Bu miktarın 80 bin doları harcırah parası olduğu için (daha sonra idam edilen) bakan Fatin Rüştü Zorlu’ya zimmetli. O yüzden idam sonrasında Zorlu ailesi bu parayı da devlete ödemek zorunda kalmış.

Daha sonraki hayatında Başbuğ, Hükümet Ortağı, Parti Başkanı v.b. ünvanlarıyla çeşitli yüksek devlet kademelerinde yer aldı. Kurduğu parti %10’u pek geçmeyen seçmen tabanıyla bugün bile hala iktidar ortağı konumundadır. Sağlığında gizlediği ve mal beyanlarında göstermediği yüklü miktarda bir paranın ölümünün birinci ayında İngiliz ve Alman bankalarından 575 bin Alman markı, 846 bin USD ve 549 bin İngiliz sterlini olarak sahte evraklarla kızı Ayzıt Türkeş ve Umay Türkeş tarafından çekildiği, öbür kızı Ayyüce Türkeş’in duruma itirazıyla ortaya çıkar. Ayyüce’nin kardeşlerine karşı açtığı sahtecilik davası 7,5 yıl içinde bitirilemediğinden zaman aşımına uğrayıp kapanmıştı. (Prof Dr. Emine Gürsoy Naskali’nin “Yassıada Zabıtları-1” isimli kitabında tüm bunlar ayrıntılı olarak anlatılmaktadır…)

27 Mayıs 1960’ta Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk askerî darbesini gerçekleşmişti. 37 düşük rütbeli subayın planları ile icra edilen bu darbe emir komuta zinciri içinde yapılmamıştır. Kritik mevziler bu subayların ellerindeki asker ve silahlarla önce ordudaki komuta kademesinin etkisiz hale getirilmesi ile ele geçirilmiş. Daha sonra cumhurbaşkanı ve hükümet üyeleri tutuklanarak, 235 general ve 3500 civarında subay (daha çok albay, yarbay, binbaşı) emekliye sevk edilerek, 1402 üniversite öğretim görevlisi görevden alınarak ve bazı üniversiteler kapatılıp el konularak, 520 hâkim ve yargıç görevden alınarak gerçekleştirilmiştir.

Başvekil Menderes ile iki bakanı, Polatkan ve Zorlu idam edildiler

Darbeden sonra darbeyi planlayan ve icra eden 37 düşük rütbeli subay ve Emekli Orgeneral, Cemal Gürsel’in oluşturduğu Millî Birlik Komitesi marifeti ile ülke yönetimini üstlendiler. Başbakan Menderes ve iki bakanı, Polatkan ve Zorlu’yu idam edecek olan bu idare 3 Nisan 1963 tarihinde bu darbenin anısına 27 Mayıs gününü “”Hürriyet ve Anayasa Bayramı“”, olay sırasındaki karambolda kazaya kurban giden 5 genci de “Özgürlük Şehitleri” olarak ilan etmiştir. Askerlere sivil rejime sürekli vesayet etme gücü veren yeni Anayasave Hürriyet Bayramı askerlerin 12 Eylül 1980’de yeniden darbe yaparak anayasayı yeniden değiştirtmeleri ve Kenan Evren tarafından yürürlükten kaldırılmasına kadar 20 yıldan fazla süreyle resmi bayram olarak kutlanmıştır. Resmi törenlerle her yıl 27 Mayıs günü Hürriyet ve Anayasa Bayramı Anayasa Mahkemesi’nde kutlanır, devlet erkânı, Anayasa Mahkemesi başkanının makam odası önünde sıraya dizilerek başkana tebriklerini sunarlardı. 1960’tan 1989’a kadar geçen 30 yıl boyunca Cumhurbaşkanları hep emekliye ayrılan genelkurmay başkanlarından seçildi, askerler derin devlet üzerinden hep sivil iktidarlara vesayet ettiler. İlk defa 1989’da genelkurmay kökenli olmayan sivil bir cumhurbaşkanı (T. Özal 1989) seçildi.

İktidarın halkın üstüne kapkara bir İslam şemsiyesi örterek küresel dünyanın özgürlükçü değerlerinden uzak tutma gayreti içine girdiği değerlendirilmektedir.

Bu dönemde Avrasyacı derin devletçi askercil yapılanma ile liberal görünümlü Siyasal İslamcı yapılanmalar arasında önce bir tür siyasi menfaat çatışması yaşandığı görünümü ortaya çıksa da sonunda 2014 yılından itibaren kesin bir uzlaşmaya gidildi ve Siyasal İslamcı ,Saltanatçı yapı ile Avrasyacı, Ulusalcı, Milliyetçi gruplar arasında iktidar menfaatlerine dayalı ortaklık gelişti ve rejimin mutlakiyetçi yapısı güçlendi. Batı türü küresel liberal demokrasi karşıtlığına dayalı Avrasyacı, mutlakiyetçi, askercil, otokrasi zemininde ittifak edildi. Bu yapının ülkenin rekabetçi endüstriyel katma değer üretimi potensiyelini daha da zayıflatması üzerine son on yıldan bu yana onca nüfus artışına karşın milli hasıla üretimi her yıl isikrarlı biçimde %5 kadar düşmekte, azalmaktadır. Şimdiden G20’den düşülmüş, refah yarı yarıyadan fazla geri çekilmiştir. İşçilik ücretleri Çin’in dahi çok altına inmesine rağmen küresel endüstriyel üretim pazarlardan rekabetçi paylar almak giderek zorlaşmakta, gerileme dibi bulamadan her yıl artarak sürmektedir.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.