Adâletnameler adaleti sağlar mıydı?

Adalet - Hak, Hukuk, Hakkaniyet | | Şubat 5, 2019 at 6:58 pm
 

Dünyanın eski çağlarında insanların başlıca uğraşları sürülere çobanlık etmekten ibaret iken, bir eşkıya grubunun, bir memleketi istila edip haraca bağlaması işten bile değildi. İktidarlarını böylece kurduktan sonra çetenin reisi, haydut adını kral unvanı içinde kaybettirmenin bir yolunu bulurdu. Daha sonra fetihlerle büyüyerek imparatorluk halini alan tüm devletlerin ve devletlilerin kökeni işte aslında tam buradan başlar. Yerleşik üretici insan topluluklarının esas üretim aracı olan topraklarını cebir ve şiddet kullanarak ele geçirip kendi malı ilan ettikten sonra orada yaşayanları köleleştirerek ürettikleri tüm katma değer üzerinden “kazı ürkütmeden yolmak” denilen şekilde -yani olabildiğince yüklü- bir payı kendine almak. İşte insanlara hükmetmenin temeli buydu ve bunun için de aşırı pahalı ve adaletsiz askercil bir düzen gerekiyordu. Osmanlı pâdişâhları da kendisinden önceki imparatorlukların uyguladığı bu aşırı adaletsiz düzeni olabildiğince geliştirmişti.


Sistemin özü adaletsizliğe dayandığı için bizzat devletin kendi aktörlerinin herhangi biri tarafından da ayrıca istismara açıktı. Onlar da üreticilerden alabildiğini alma peşindeydi. O yüzden tüm alınanlardan sonra köylünün toprağı ne kadar verimli olursa olsun kendisi de ne kadar fazla çalışırsa çalışsın elinde ancak yaşamasına yetecek kadar bir ürün kalır, ölçü kaçıp bunun da kalmadığı durumlarda halk kırılır başka yerlere göçer, ürün yetiştiremez, ertesi sene o topraktan alacak vergi kalmazdı. Bolşevik devrimi sonrasında, 1932 yılında Ukrayna topraklarında yaşayan 5 milyon kadar insanın açlıktan öldüğü Holodomor Olayı’na benzer olaylar Osmanlı topraklarında çok yaşanmış, en verimli ve bereketli topraklar köylünün mültezim’in zulmünden yılıp topraklarını terk etmesi yüzünden ekilememiş ve boş kalmıştır.


Padişahlar kendi hükümdarlığını temsil eden, yetki verdiği devlet insanlarının halka karşı olan zulmünü zaman zaman bazı Kanûnnâmeler ve Adâletnâmelerle engellemeye çalışsalar da etkisinin çok sınırlı kaldığı, imparatorluğun yıkılana kadar aşırı adaletsiz bir düzeni sürdürdüğü ve hatta bu yönde günümüze kadar süren bir miras bıraktığı söylenebilir. Osmanlıyı en iyi tanıyan tarihçimiz Halil İnalcık aşağıda bize bu Adâletnâmelerden verdiği örneklerle dönemi çok daha iyi gözümüzde canlandırabilmemizi sağlamaktadır.

 

***

I. Eflâklara Ait Adâletnâme


Adâletnâme, devlet otoritesini temsil edenlerin, reâyâya (yani Osmanlı padişahının asker olmayan tüm üretici tebaasına) karşı bu otoriteyi kötüye kullanmalarını, kanun, hak ve adâlete aykırı tutumlarını, olağanüstü tedbirlerle yasaklayan beyanname (kanun hükmünde kararname) şeklinde bir Pâdişâh hükmüdür.
  

967 Şevval tarihli adâletnâme (aşağıda No. VI.), Semendere sancağındaki birtakım bid’atlerin kaldırılması için gönderilmiş bir adâletnâmedir. Metinde Adâletnâme-i Hümayûn deyimi kullanılmaktadır. Bu adâletnâmenin özellikleri, belli bir bölgedeki bid’atleri kaldırmayı hedef tutmuş olması ve bidatlerin neden ibaret olduğunu bildirmemesidir. Bu bidatlerin ayrı ayrı tespiti işini ve önlenmesini Semendere kadısına emretmektedir. Bunlar, şerî’at, kanûn ve tahrîr defterine aykırı olarak Sancak-beylerinin ve adamlarının yahut emînlerin ve âmillerin (mültezimlerin) ve diğer hükümet görevlilerinin reâyâdan fazladan aldıkları şeylerdir. Evvelce kaldırılması emredildiği halde bu adâletnâme ile yeniden yasaklamak gerekmiştir.

Semendere, imparatorluk içinde özellik taşıyan bir bölgedir. Burası, Macaristan, Osmanlı İmparatorluğu’na katılıncaya kadar Avrupa’da en mühim serhad bölgesini oluşturuyordu. Rumeli’nin başka yerlerinde uygulanan tipik Osmanlı kanûnları burada ancak 943/1536’de uygulanmıştır. Osmanlı hükümetinin burada reâyâyı ve özellikle bölgenin savunmasında önemli bir ödev yüklenen Eflakları, neden iyi tutmağa ve memnun ermeğe çalıştığını anlamak güç değildir. 1536’ya kadar Semendere kanûnu, klasik Osmanlı kanûnlarından farklı olduğu içindir ki, 1501’den önce II. Bayezid zamanında yazılmış olan, fakat I. Süleyman’a atfolunan Kanûnnâmede her defasında “ammâ Semendere’de… “ cümlesiyle bu bölgedeki farklı durum belirtilmektedir. Semendere Kanûnnâmesi Kanûn-i Osmani’ye özelliğini kazandıran başlıca iki vergi grubunda (raiyyet rüsûmu ve a’şâr) şu ayrılıkları içermekte idi:

Raiyyet rüsumu  yerine biçme vaktinde her baştina sahibi bir araba ot ve bir araba odun verir. Mevsiminde otluk ve odun alınmazsa, ot için 7 akça ve odun için 3 akça ödenir (bkz. yukarıda yedi hizmet).

Hâlbuki biliyoruz ki, Kanûn-i Osmani’de bunlar, çift-resmi veya ispence adı ile anılan raiyyet rüsûmu ile karşılanmakta idi.

Her türlü hububattan öşür ve salâriyye (salarlık) yerine, her baştina (çift) başına harmanda yarım lukna buğday ve yarım lukna arpa alınır (1 lukna = 8 kile = 160 okka = 205 kg). Keza reâyâ baştina başına iki akçe bostan-resmi öder. Hâlbuki Kanûn-i Osmani’de hububattan öşür ve salarlık olarak hepsi sekizde bir alınır ve başka bir şey alınmazdı.

Bu vergiler dışında sipahiler için hassa yazılan çayırları biçmek ve yığmak reâyânın vazifesidir. Fakat bu otu taşımazlar Müslümanların ve şehir halkının bağlarından yaptıkları şarap şehre getirilirse, fıçı başına bir resim alınır. Müslümanlardan altı, diğer reâyâdan, öşrünü verdikten sonra, iki akça alınır. Bu fıçı-resmi, Süleyman Paşa zamanında (Semendere valiliği 1489 – 1492) konmuş bir bid’at olduğundan, 922/1516 tarihli kanûnnâmede kaldırılmış görünmektedir.

Semendere’de kalabalık bir grup oluşturan ve Osmanlı devletine askeri hizmet gören Eflaklara ait kanûnlara gelince, Osmanlı kanûn koyucusu, Eflaklar kanûnu hususunda daha muhafazakâr  görünmekte ve fetihten önceki adet ve rüsûmu aynen alıkoymuş bulunmaktadır.

Osmanlı defterlerinde bulduğumuz 872/1467 -68 tarihli eski Eflak kanununda bunlar hane başına bir flori (altın para), iki koyun (biri kuzulu biri erkek) verir, katun denilen her yirmi naneden bir çadır, bir baş peynir, üç urgan ve altı ip yular, bir karın yağ ve bir erkek koyun alınır, bunun dışında raiyyet rüsumundan hiçbirini vermezler ve her beş hanede bir adı voynuk askerî hizmette bulunur, denmektedir.

Daha sonraki Eflak kanûnlarında dikkate değer değişiklikler meydana gelmiştir. Evvela, daha Fatih devri sonlarına doğru aynen alınan şeyler paraya çevriliyor. Her hane (burada hane aile değil, ev manasına) bir kuzulu koyun için 12 akça, bir koç için 15 akça, ayrıca Hızır İlyas gününde her bir hane bir kuzulu koyun için 20 akça verir. Her elli evden iki koç için 60 akça, çadır için 100 akça verilir ki, hane başına 3.2 akça düşer. Bunlar ve diğer yükümlülükler karşılığı her Eflak hanesi 83 akça vermektedir. 1527 tarihli Eflak kanûnunda bu resmin 92 akçaya çıkarıldığı görülmektedir. 1536 tarihli Semendere Eflakları kanûnunda 93 akçadır. Eflakiye âdeti veya resm-i flori denilen bu vergi ödendikten sonra Eflaklar, Osmanlı kanûnlarında reâyânın tabi olduğu raiyyet resimlerini ödemezler. Cizye ve öşür vergilerinden ve her türlü avariz-i divaniyye’den muaftırlar. Yalnız cürüm ve cinayet resmi’ne tâbidirler. Cürüm ve cinayet, sancak beyine ödenir. Yalnız, bunun onda biri Eflakların Knez’ lerine aittir. Fakat Fatih devri sonlarına ait kanûnlarda (Süleyman’a atfedilen Kanûnnâmede) şu hizmetler de kayıtlıdır: Akın olduğu zamanda sefere çıkarlar. Bir saldırı halinde, sıra dışı zamanlarda her haneden bir kişi atı ile ve silahıyla sancakbeyi kumandası altında yoldaşlık eder (buna zamaniç denmektedir). Diğer taraftan her beş hanede bir voynuk’un tehlikeli yerlerde nöbet beklemesi eskiden beri devam eden bir hizmettir. Bundan başka her elli hane sancak beyine komor adı altında bir erkek hizmetkâr (uşak) verir. Hizmetkâr altı ay hizmet eder. Fakat Eflaklar, bu hizmetleri yerine getirdikten sonra reâyâya yüklenen birtakım hizmetleri görmezler. Mesela, çıra ve tahta getirmezler, hisar beklemezler, Eflaklar içinde sancak beyi için ev yapmazlar ve otluğunu biçmezler, odun getirmezler.

10 Safer 922 tarihli Eflaklar adâletnâmesi (aşağıda No. I.) bize bu kanûnlara aykırı olarak yapılan yolsuzlukları ve bid’atleri ayrıntılarıyla göstermektedir.

Bu adâletnâme, Semendere sancağındaki Eflakların, voynukların ve diğer reâyânın şikâyetleri üzerine buraya gönderilmiş olan ulemadan Nureddin Sarı Gürez’in yaptığı teftiş sonucunda çıkarılmıştır. Onlar, Padişâh’ın kapısına adam gönderip şunlardan şikâyet etmişlerdir: Konulan kanûna aykırı olarak sancak-beyleri ve voyvodaları salma yapıp arpa, buğday, bal, yağ, koyun ve kebe almaktadırlar. Sancak-beylerinden başka voyvodaları da ayrıca arpa, buğday ve ot salgunu yapmakta ve eskiden beri alınmaktadır diye zorla bunları istemektedirler (Sancak-beylerinin buğday, arpa, bal, yağ salması daha sonraları 943/1536 tarihli kanûnnâmede yerleşmiş bir âdet olarak anılmaktadır). Subaşıları, knezler ve primikurlar da türlü türlü zulümler yapmaktadırlar. Reâyâ bu yolsuzluklardan Pâdişah kapısında aşırı derecede şikâyetlerde bulunup yardım istediği için, Pâdişâh güvendiği yakın adamlarından Mevlana Nureddin Sarı Gürez’i gönderip teftiş ettirmiştir. Mevlana, sancağı dolaşmış, şikâyetleri dinlemiş ve sorunları ayrıntılarıyla yazıp Pâdişah’a arz etmiştir.

Adâletnâmede yasaklanan yolsuzluk ve bid’atler sırasıyla şunlardır:

1. Semendere sancağını yazmış olan emînler tarafından yeni defterde sancak beyi için harman vaktinde her köyden belli miktarda arpa buğday tayin edilmiştir. Bunun dışında hiç kimse reâyâdan fazla bir şey istemeyecektir. Bal, yağ, koyun, kebe gibi şeyler almayacaklar, kadılar bunu önleyeceklerdir. Fakat paralarıyla almak isterlerse reâyâ ve Eflaklar da satmaktan çekinmeyeceklerdir.

2. Kanûna göre elli evden bir kişi olarak alınan komor’a gelince, beyler daha çok hizmetkâr istemekte ve daha uzun zaman hizmette tutmaya çalışmaktadırlar. Yahut sancak-beyi, hizmetkâr yerine bazen para almak istermiş. Bu da yasak edilmiştir. Kanûna göre adam alacak, hizmete göndermedim diye para istemeyecektir.

3. Pâdişah-kapısına mahpus göndermek veya sair devlet hizmetleri için davar ve adam gerekirse, lüzumu kadar alınacak, bu bahane ile fazla davar çıkarmak veya karşılığında para istemek gibi yolsuzluklara sapılmayacaktır. Sancak-beyinin, kendi hizmeti için davar ve adam istemesi yasaktır.

4. Eflakların hane başına ödedikleri flori-resmini toplamak için giden floriciler, her yerin kadısı ile birlikte bu resmi toplayacaklar ve kendileri için hane başına yalnız bir akça florici(emîn), bir akça kâtibi alacaktır. Ondan başka Poklon ve başka adlar altında hiçbir şey istenmeyecektir.

5. Eflaklar, sancak beyine ev yapmak zorunda değildirler. Ancak voyvoda için her nahiyede beni bir yerde nahiye halkı bir ev yaparlar ve tamirine bakarlar. Her gelen voyyoda orada oturur.

6. Voyvoda, halktan istediğini parasıyla ala. Para cezası veya siyaset cezaları hususunda kadının izni olmadan kendiliğinden hareket etmeyecek ve reâyâyı tutuklamayacaktır, zorla ot, arpa, saman, tavuk almayacaktır.

7. Eflakların çayırlarına, bahçelerine, tahıllarına ve terekelerine ve otlaklarına sancak-beyi ve adamları at salıverip zarar verdirmeyeceklerdir. At-oğlanlarının reâyâdan yem ve yiyecek almasına izin verilmeyecek.

8. Domuzlar bir kimsenin timarında otlanıyorsa otlak-hakkı alınamaz.

9. Yeni gelen voyvodanın, primikur’lardan birer karın yağ, birer kebe alması da yasaklanmıştır.

10. Muharebe zamanında sancak beyleri, voyvodalar ve subaşı’ları, knez’ler ve primikur’lar, Eflakların zorla atlarını, silahlarını alıyorlarmış. Bu da yasaklanmıştır.

11. Hristiyan köyleri içinde oturan Müslümanlardan Hristiyanlara zarar gelmiyorsa yerlerinde kalabilirler. Aksi halde yerlerinden göçürülecek, Müslümanlar hep bir arada oturacaklardır.

12. Bu adâletnâme ile eski Despot Kanûnu da kaldırılmıştır. Anlaşıldığına göre, Despot Kanûnu, bazı davaları Eflakların kendi aralarında hal ve fasl etmeleridir. Adâletnâme, her türlü anlaşmazlığın kadı ve sancak-beyi aracılığıyla çözümlenmesini emretmektedir.

934 /1527 tarihli Semendere Eflakları Kânûnnâmesi de sancak-beylerinin hala Eflaklardan parasız veya küçük bir ücret karşılığında buğday ve arpa aldıklarını açıklamaktadır. Sancak-beylerinin ihtiyacını da göz önüne alan kanun koyucu, bir orta yol bulmuştur: Buna göre, her köyde on beş haneye bir yük arpa (1 yük = beş kile = 100 okka) veya üç haneye bir kile arpa ve 25 hane ve daha ziyade haneli köylerde ise birer kile buğday verilmesi emredilmektedir. 922/1516 da sancak beylerine her köyden belli miktarda arpa ve buğday tayin edildiğini biliyoruz. Bu yeni hüküm, bilhassa sefere çıkacak adı asker için arpa miktarını artırmakta, fakat sancak beylerinin gelişi-güzel salgun yapmasını önlemektedir. 943/1536 tarihli Semendere defteri kanûnnâmesinde nihayet Eflakların statüsünde esaslı bir değişiklik yapıldığını görmekteyiz: Bu tarihe doğru Pâdişah’ın bir fermanı ile Eflaklara ait eski kanunlar yürürlükten kaldırılmakta, Kanûn-i Osmani uygulanarak, bu zümre de öbür reâyâ gibi klasik Osmanlı vergilerine tabi tutulmaktadır. Biliyoruz ki, Macaristan fethinden sonra bu bölge artık bir serhad olmaktan çıkmış bulunuyordu. Bundan sonra Eflaklar, şerî ve örfî vergileri ödeyeceklerdir. Fakat “hukuk-i şeriyye ve rüsûm-i ‘urfiyye takdir olunup zikr olan petnik ve zamaniç ve sair teklifât ve salgun merfû’ olmak lazım iken’ yalnız petnik ve zamaniç âdetleri kalkmış, diğerleri kalmıştır. Bu yüzden “re’âyâ ziyâde bî-huzur ve müteellimdir”. Mültezimler ve cizye için nevyafte ve mürde yoklayan görevliler, köy köy gezip reâyâdan fazla para almaktadırlar. Kânûnnâme bu hususları tamamıyla kaldırmakta, “sancak-beyi cânibinden ve adamlarından ve voyvodalardan kimesne salgun arpa ve buğday salmaya ve bal ve yağ salınmaya demektedir.

H. 967 tarihli Semendere adâletnâmesi (aşağıda, No. VI.) işte hala bu gibi bid’atlerle ilgilenmekte idi.


II. Angaryalar

Eflaklar kanunundaki gelişim, Kanun-i Osmâni bakımından ilgi çekicidir. Orada evvela, Fatih devri sonlarına doğru eski ayni vergiler nakdi vergilere çevrilmiş, hizmet ve angaryalar sınırlandırılmış, daha sonra da bu eski kanunlar tamamıyla kaldırılarak tipik Osmanlı kanunları ve vergi sistemi uygulanmıştır. Çift-resmi sistemînde olduğu gibi, bu değişikliği yapabilmek için hükümet, reâyânın eline yeter derecede para geçtiğine ve hizmetler yerine para vermeğe hazır olduğuna hükmetmiş olmalıdır. Başka deyimle, para ekonomisi yeter derecede gelişmiş olsa gerektir. Aynı gelişimi biz imparatorluğun başka bölgelerinde, mesela Doğu-Anadolu vilayetlerinde ve Suriye’de de görmekteyiz. Osmanlı raiyyet rüsûmu, a’şâr  ve cizye konulduktan sonra artık salgunlara ve diğer hizmetlere mahal kalmadığı hakkında H. 943 tarihli kanûnnâmedeki kayıt özellikle dikkati çeker. Bid’atlerin kaynağı bakımından buradaki durum önemli bir noktayı açıklamaktadır, o da Kanun-i Osmanî girdikten sonra, sancak beylerinin, timar sahiplerinin ve diğer görevlilerin eski vergileri yerleşmiş adetler olarak devam ettirme eğilimidir. Böylece eski vergiler bid’at olarak yerleşmiş ve bunun üzerine yeni vergiler eklenmiş olmaktadır. Osmanlı İmparatorluğunun başka taraflarında da Osmanlı idaresinin mücadele ettiği birçok bid’atlerin (angarya ve salgunların) kaynağı budur. 17. yüzyılda askeri sınıf mensuplarının yaptıkları salgunlar imparatorluk için bir âfet halini aldığı zaman bunun aslında eski bir geleneğe dayandığını unutmamak gerektir.

Osmanlı devrinde aynî vergilerin ve hizmetlerin, Sırbistanda , Trakya ve Makedonyada olduğundan daha uzun ömürlü olması tarihi bir nedene atfolunabilir: Duşan Kanunu’na ‘göre Sırp pronoia sistemînde para vergileri ikinci derecede olup, esas köylünün yerine getirmek zorunda olduğu hizmetlerde idi. Bizans’a tâbi Trakya’da ise, para ekonomisinin gelişmesi sonucu olarak esas rol nakdî vergilerde idi. Bizans topraklarında angaryalar karşılığında belli miktarda nakdi resim konulduğu halde, Sırbistan’da hizmetler devam etmekte idi. Mesela, Duşan Kanunu’nda bütün meropsiler için şu madde vardır: Onlar “pronoia (timar) sahibi için haftada iki gün çalışalar, kendisine yılda bir kırala ait hyperpre’i (altın para) vereler, hep birlikte bir gün ot biçeler ve bir gün bağda çalışalar, bağ yoksa onlar için başka işlerde bir gün çalışalar; merof, verdiği ürünü anbara koya, ondan kanuna aykırı başka hiçbir şey istenmeye”.

Kanun-i Osmanî, reâyânın sipahi için birtakım zorunlu angarya hizmetleri yerine getirmesini adet olarak kabul etmekte, fakat bunları kesin bir şekilde sınırlandırmaktadır: Reâyâ kendi köyünde sipahi için anbar yapar, fakat ev yapmaya zorlanamaz. Ev yapma hizmeti bazı hallerde ve bazı bölgelerde nadiren kabul edilmektedir.

Reâyâ, sipahiler üzerine hâssa kaydolunan çayırları biçer ve yerinde yığarlar, fakat sipahilerin evine kadar arabalarıyla taşımazlar. Senede üç gün sipahinin toprağında angarya çalıştırılamaz, ekin ekmeğe mecbur edilemezler.

Sipahinin a’şâr ürününü köydeki anbarına kadar taşırlar; fakat başka bir köye taşımaya mecbur değildirler. Ancak hisar-erlerinin ürününü hisara, uzaklığı bir günden fazla değilse, taşırlar. Keza sipahiye ait a’şâr ürününü satılmak üzere en yakın hububat pazarına kadar arabalarıyla götürürler. Fakat en yakın pazar bir günden uzak mesafede ise, buna mecbur değillerdir.

Bulgaristan sancaklarında fetihten önceye ait bir âdet-i kadime olarak, harman vaktinde ve mart başında ispence resmi toplanırken sipahiye birer tavuk ve birer boğaça (bir ekmek somunu) verilmesi kabul edilmiştir.

Bunlar, Kanun-i Osmanî’ye girmiş ve yerleşmiş angarya ve âdetlerdir. Fakat bazı bölgelerde ayrıca sipahi için ev yapmak yahut kışın ot ve odun vermek (hane başına bir araba veya bir yük), sipahinin bağında veya tarlasında senede üç gün çalışmak gibi angaryalar devam etmekte bulunmuştur.

Burada, Kıbrıs fethinden sonra eski rejimde yapılan değişiklik hatırlanmağa değer. Venedik idaresinde parikozlar veya parekozlar (toprağa bağlı köylü) hâkim sınıf mensuplarına haftada iki gün angarya çalışmakta idiler. Osmanlı idaresi, reâyâyı devlete ait şekerhanelerde, tarlalarda ve gereken diğer hizmetlerde kullanmak üzere iki günlük angaryayı bir güne indird. Osmanlı devletinin “himâyet-i memleket” için reâyâya avarız-i divaniyye adı altında birçok hizmetler veya karşılığı vergiler yüklediği ve bunların bilhassa 16. yüzyıl ikinci yarısından sonra ağır bir yük halini aldığı bir gerçektir. Biz burada, yalnız vilayetlerde görevlilerin yaptığı yolsuzlukları ve bid’atleri ele almış bulunuyoruz.

Burada yayınladığımız 17. yüzyıl ortalarına ait bir hüküm (aşağıda No. XII.) sipahilere ait hakları garanti altına almaya çalışan bir belgedir. Vesikadan anlaşıldığına göre, o zaman reâyâ vergilerini tam olarak ödedikten sonra herhangi bir suretle sipahiye kolaylık göstermekten ve yardım etmekten kaçınmaktadır. Mesela, onları köylerine konuk almamakta, adet olmuş bazı hizmetleri yerine getirmemektedirler. Anadolu beylerbeylerine ve kadılarına gönderilen bu hükme göre, reâyâ sipahilerini daima kendi üzerlerinde emir sahibi bilecekler, sözlerine karşı gelmeyeceklerdir. Her birini üç gün misafir edip kendilerine ziyafet hazırlayarak ikram edecekler, bu süre içinde hayvanlarını da besleyecekler, sipahiden izin almadan onu bırakıp kendi işlerine girmeyeceklerdir. Eğer sipahi o köyde bir ev ve ahır yapmalarını isterse yapacaklar, onun imece hizmetini görecekler, tohumunu kendi yanından vererek arpa ve buğday ektirmek isterse, ekeceklerdir. Sipahinin istediği hizmeti yapmayan reâyâ ta’zîr’e müstahak olur, yani sipahi onu paylamak ve dövmek hakkına sahiptir.

Reâyâ, köyde hububatı koymak için sipahiye bir anbar yapmalı, bu ürünü satmak için hayvanlarına yükleyerek en yakın pazara götürmeli ve bunun için hayvan kirası istememelidirler. Şayet sipahi, anbarındaki a’şâr ürününü harman zamanına kadar vade ile cari narhtan üç dört akçe ziyade ile reâyâ arasında dağıtırsa, bunu almamakta ısrar etmemelidirler. Sipahiler kendi reâyâlarının hareketlerini kontrol altında tutarlar, namaz kılmayanları ve kötü işlere girişenleri men’ederler. Reâyâ suç işler ve Şeri’ate göre cerîme almak gerekirse, cerîme’nin yarısını alalar (diğer yarısı sancak-beyine veya subaşıya aittir). Buna karşı sipahiler de timar köylerinde üç günden ziyade kalmamalı ve reâyâdan kaldıramayacağı şeyleri istememeli, zorla evlerine inmemelidirler. Sipahi, kendi timarında oturuyorsa, reâyâ için üç gün besleme mecburiyeti yoktur. Keza, reâyânın sipahi dirliği içindeki topraklarını, sipahinin bilgisi ve müsaadesi olmadan başkasını tasarrufuna bırakması, kiraya vermesi, kesimle iltizama vermesi ve bağışlaması caiz değildir. Aksi takdirde, sipahi yapılmış olan işlemi bozabilir ve toprağı sahibine tapu ile verir, istemezse yabancıya verir.


III. Salgunlar

Gördük ki, adâletnâmeler genelde Kanun-i Osmanî gibi, reâyânın yükümlü olduğu vergiler ve hizmetlerle ilgilidir. Osmanlı vergi sistemi ise, raiyyet rüsumu, a’şâr ve bâdihavâ rüsumu gibi üç esas vergi grubuna dayanır. Hizmetlerin ve angaryaların rai’yyet rüsumu ile nasıl sıkı sıkıya ilgili olduğunu ve bu sahada Kanun-i Osmanî’nin tutumunu yukarda göstermeğe çalıştık. Bu konu ile ilgili olarak görevlilerin kanunsuz salgunlar salması, kalabalık bir maiyetle köyleri devre çıkarak kendilerini ve hayvanlarını besletmeleri, adâletnâmelerin ve kanunların şiddetle yasakladığı en yaygın yolsuzluk şekilleridir. Salgun veya salma reâyâdan istenen olağanüstü nakdi veya aynî vergilerdir. Genellikle, hane başına belli miktarda arpa ve buğday ve başka yiyecek şeyler toplamaktan ibarettir.

Kanun-i Osmanî, ancak olağanüstü durumlarda, memleket yararı için ve Padişah’ın özel emriyle bu gibi salgunlara müsaade etmiştir. Bu prensip, şu kanun maddesinde özetlenmiştir: “Vilayete ‘avariz tahmil olunmak himâyet-i memleket için benüm emri şerifimle olandan gayrı caiz değildir”. Görevlilerin reâyâdan kendileri için aidat veya hizmet istemeleri, salgun salmaları, Osmanlı padişahının mutlak hukukuna bir tecavüz sayılır. Kanuna göre, “toprak ve reâyâ padişahındır”, Toprak ve reâyâ üzerinde onun iradesi dışında kimse bir tasarrufta bulunamaz.

Kanûnnâmelerde beylerin yaptığı bazı salmalara, bilhassa arpa ve buğday salmalarına ancak bazı seyrek durumlarda müsaade olunmuş, bununla birlikte salmaların miktarı dikkatle sınırlandırılmış, reâyânın gelişigüzel soyulması önlenmek istenmiştir. Mesela 991/1583 tarihli Trabzon Kanûnnâmesi’ne göre, burada beylerbeyi ve sancak-beyi için ot, arpa, saman, odun salgunlarına müsaade olunmuştur. Bu bid’ate nıüsaade olunması, oradaki olağanüstü şartların bir sonucudur. Burada beyler kendi kapı-halkını ve hayvanlarını beslemek için büyük sıkıntı çekmekte idiler. 1510’da burada vali olan Şehzade Selim (I. Selim) şöyle yazıyordu: “Bu vilayette gaile cinsinden nesne bitmeyüp kılleti ve zarûreti ‘ale’d-devâm olduğu sebepten sancak beyi olanlar ‘âciz ve firûmânde kakırlar imiş, tereke taşradan gelür imiş…”

Başka taraflarda, Osmanlı hükümeti, fetihten önceki bu gibi salmaların devamına yine özel şartlar dolayısıyla müsaade etmiştir. Mesela, Semendere serhad sancağında, sancak-beyinin her on beş hanede 100 okka arpa ve 25 haneden büyük köylerde 20 okka buğday toplamasına izin verildiğini gördük.

Sipahilerin de zaruri bazı durumlarda, miktarı iyice sınırlanmak koşuluyla, köylüden bu gibi bazı isteklerde bulunmaları kabul edilmiştir. Mesela, Musul’da köylü, üründen vergi almak için köye gelen sipahiye ölçme işi bitinceye kadar atı için yem ve bir adamı için yiyecek verirdi.

Fakat, H. 947 [arihli adâletnâmeye (aşağıda No. V.) göre, eyaletlerde beylerbeyiler, sancak-beyleri, kadılar ve nâbleri, beylerin voyvodaları, zeamet ve timar sahipleri, evkaf ve emlak sahipleri reâyâya “kendüler içün her yılda odun ve yağ ve bal ve sair bunun emsali nesneler salub” günlük narh fiyatlarından aşağı fiyatla zorla erzak almaktadırlar. Sancak-beylerinin voyvodaları, timar ve zeamet sahiplerinin adamları, timar veya hâs köylerine ilk defa vardıklarında nal-baba adı altında her köylü ailesinden bir miktar para toplamaktadırlar. Bunu yasaklayan adâletnâme ileride bundan doğrudan doğruya hâs ve timar sahiplerini sorumlu tutacağını ilan etmektedir.

H. 1005 Rebî’ülâhir tarihiyle Revan kadısına gönderilen adâletnâme, (aşağıda No. IX.) özellikle askeri sınıfın salgınlarına karşı çıkarılmış bir belgedir. Adâletnâmenin suçladığı kimseler, Kapıkulu ocakları mensupları (sipahi-oğlanları, silâhdâr, yeniçeri, cebeci, topçu, kapucu) ve beylerbeyilerin ve sancak-beylerinin subaşıları yahut o adı takınan kimselerdir. Bunlar silahlarıyla dolaşıp köylere kendi başlarına salgun (salma) yapmaktadırlar. Başvurdukları yöntemler şunlardır: Köye bir bozdoğan veya bir bıçak gönderip para toplamakta, harman zamanında hediye diye harman başına bir kalıp sabun veya bir akçalık bir takke (arakiyye) veya bıçak bırakıp zorla bir kile buğday ve bir kalıp sabun karşılığı bir baş koyun almaktadırlar (bir koyun o zaman 125 akça ediyormuş). Soyguna meşru bir görünüş veren bu usul, Anadolu’da ve Rumeli’de ehli örfün başvurduğu genel bir adet olduğu, 1018 tarihli adâletnâmeden anlaşılmaktadır. Bu adâletnâmeye göre, askerler reâyâya istesin istemesin bir bıçak, bir arakiyye (takke) veya bunun gibi bir şey bırakmakta karşılığında damızlık diye birer koyun, birer kovan bal yahut ikişer üçer kile hububat toplamakta, vermeyenlere dayak atmaktadırlar. Bundan başka reâyânın tarla, bağ ve evlerini benimseyip imece diye zorla çalıştırıyorlar, odunlarını imece ile taşıtıyorlar ve hizmete gitmeyenlerin parasını alıyor ve dövüyorlarmış. Kalabalık atlı gruplar halinde köy köy dolaşıp kervansaraya veya menzil-evine inmeyerek, reâyânın ailesiyle oturduğu evlere iniyorlar, zorla yiyecek ve yem alıyorlar ve ücretini ödemiyorlarmış. Hizmet için reâyânın kız erkek çocuklarını meclislerine çağırıyorlar ve kötülük ediyorlarmış. Sancak-beyi ve subaşıları da selâmlık, aylık, cerîme adı altında aydan aya her köyde çok çok salgun salıp para toplamakta imişler. Bütün bunlar pâdişâha duyurulduğunda çıkarılan bu adâletnâmede, pâdişâh bu suiistimalleri yasaklıyor ve bu işleri yapanları âsî ve zalim sıfatıyla kulluktan çıkarıyor ve idamlarına hükmediyor. Her köyde ahaliden bir yiğitbaşı seçilmesini ve bu gibileri tutuklamalarını ve kadı mahkemesine getirmelerini emrediyor. Bekir Kütükoğlu’nun habilitasyon tezinde 1590-1612 tarihleri arasında Azerbaycan’da Osmanlı idaresi altına geçmiş bölgelerde reâyânın bu gibi yolsuzluklara katlanamayarak yerlerini yurtlarını bırakıp Şah’a ait bölgelere kaçtıkları arşiv vesikalarına göre çok iyi belirtilmiştir. Bir ara Revan’da zengin köy ve mezraalar pâdişâh hâslarına katılmış, ahalisi kaçmış geliri az yerler ise, ulûfeleri hazineye kalmak şartıyla, Revan ve Nahcivan kalelerindeki kullara zeamet ve timar olarak verilmiştir (H. 1000 tarihlerinde). Fakat sonra, bütün zeamet ve timarlar padişah hâsları yapılmıştır. Bu sefer de, hâs gelirini toplayan emîn ve mültezimlerin zulmü yüzünden bu köylerdeki halk kaçmakta ve gelir mütemadiyen düşmektedir; Nihayet, kulların başvurusu üzerine hâslar tekrar timar ve zeamet olarak dağıtılmıştır.

Kürükoğlu’nun gösterdiği gibi, bu bölgede İranlıların bir saldırısına karşı koruma hizmetinde kalan çok miktardaki kapıkuluna mahalli kaynaklardan ulufe yetiştirmek imkânı yok idi. Timar ve zeamet olarak verilen köyler de harap halde idi. Bu nedenle Diyarbakır hazinesinden Revan kullarına ulûfe yetiştirilmesine çalışılıyordu. Güç durumda olan kapıkulu, itaatsizlik göstermeye başlamış, reâyâ üzerine yürümüştür. İşte, H. 1005 tarihli adâletnâmede söz konusu olan yolsuzluklar bu durumun bir sonucudur. Bu durum, askerin neden reâyâyı tedirgin eden bu hareketlere giriştiğini açıklamaktadır. Özetle, doğu serhaddındaki muhafız kapıkullarının “fesad ve şekâveti” o zaman devleti uğraştıran başlıca sorunlardan olup adâletnâme bu mesele ile ilgilidir.

Bunun gibi birçok hallerde, askeri sınıfın güç koşullar altında bulunduğu, merkezden maaş ve ücret alamadığı bir gerçekti r Kendisini ve hayvanını beslemek zorunda olan asker salgun usûlüne başvurmaktadır. Tabii, çoğu zaman bu durum memleket ölçüsünde soygunlara yol açmaktadır. Onlar sıkıntı zamanlarında salgun’a müsaade eden eski kanun ve adetlerden cesaret almakta ve hareketlerini meşru göstermeye çalışmaktadırlar. Hatta birçok Celalî grubunun vaktiyle devlet hizmetinde veya paşaların kapısında hizmet ederken, dirliği kesilen askerlerden oluştuğu unutulmamalıdır. Nihayet, devletin uyguladığı ‘avarız vergileri de aslında devlet salgunlarından başka bir şey değildir ve 16. yüzyıl ikinci yarısından itibaren reâyâ üzerinde sürekli ağır bir yük haline gelmiştir. Kayda değer ki, Anadolu’da salguncu, tahsildar, vergi toplayan anlamında bugüne kadar yaşamıştır.

H. 1018 tarihli adâletnâmede (aşağıda No. X.) beylerbeyilerin, sancak-beylerinin hâslarını iltizama alan voyvodaların zorla her köyden ayda otuz kırk altın veya kuruş salma topladıkları tespit edilmektedir. Aydan aya alınan bu salma 1005 tarihli adâletnâmede anılan aylık salgunu’ndan başka bir şey değildir. 1018 adâletnâmesi beylerbeyi ve sancak beylerinin hâslarını iltizama vermelerini, onların veya adamlarının salgun salmalarını yasaklamaktadır.

Görevlilerin köylerde devre çıkmaları, köylünün evine inmeleri, kalabalık maiyetleri için ücretsiz yem ve yiyecek almaları, en eski kanunlarda dahi şiddetle yasaklanan bir yolsuzluk olarak görülmektedir.

H. 947 tarihli adâletnâmeye göre (aşağıda No.V.), pâre voyvodaları yirmişer otuzar kişilik atlı gruplar halinde köyden köye konup reâyâdan zorla para, koyun, davar, tavuk ve hayvanları için yem almaktadırlar. Bunların, yanlarına levendleri aldıkları bu adâletnâmede kaydedilmektedir. Bu devirde levend, başıboş delikanlı, işsiz güçsüz serseri manasında kullanılmakta idi.

H. 947 tarihli adâletnâme, gerekli önemli bir iş çıkmadan kalabalık gruplar halinde köylere çıkılmasını ve levend kullanılmasını men etmektedir. Devre çıkma “halleri ve yöntemleri bu adâletnâmede tesbit olunmaktadır: Onlar, kendilerine ait timarların gelirini toplamak, öşür mahsulünü satmak için veya memlekete ait önemli bir iş sebebiyle köylerde dolaşmağa çıkabilirler. Bunun dışında köylere çıkılmasını önleme yetkisi, sancak-beylerine ve kadılara tanınmıştır. Ceza ve cerîme için gitmek gerektiği zaman, fiilen bir hırsızlık, soygunculuk, kati ve bunun gibi ağır bir durum olmalı ve hasımlar gelip davacı olmalıdır.

H. 1018 tarihli adâletnâme, kadıların teftiş görevini kötüye kullanarak gereksiz devre çıkmalarını da yasaklamaktadır. Bilindiği üzere, bir bölgede eşkıyayı meydana çıkarmak için kadılara “umum teftiş hükmü gönderilir, fakat kadılar, voyvodalar ile bir olup sözde teftişe çıkmakta, çeşidi yollarla reâyâyı soymaktadırlar. Bu adâletnâmede, bir köye gelen misafirlerin, bekarlara ayrılmış azabhaneler’de veya boş evlerden birinde kondurulması ve yiyecek ve yemeklerini günlük narha göre paralarıyla ve köylünün gönül rızası ile almaları emredilmektedir. Bu emre karşı gelenler pâdişâh-kapısına bildirilecektir. Bu gibiler süresiz küreğe koyma cezasıyla tehdit edilmektedir.

Yine H. 1018 tarihli adâletnâmede, beylerbeyi ve sancak-beyi hâslarını iltizama alan voyvodaların, kalabalık adı gruplar halinde “vilayet üzerine çıkıp devr eyleyip” halkın yalnız yiyeceklerini değil; at, katır, deve, köle ve mallarını da zorla ele geçirdiklerinden ve her türlü vergiyi kanunda ve defterde yazıldığından fazla aldıklarından şikâyet olunmaktadır. Beylerbeyiler ve sancak-beyleri kendileri de cerîme toplamak için pek çok adı ile devre çıkmakta, bir köye “varub nice günler oturub’ cerîmeleri fazlasıyla ve zulümle aldıktan başka, reâyânın bedava hayvanlarını ve yiyeceklerini zapt etmekte, solgunlar salmaktadırlar. Devir’le salgun, bu adâletnâmede tekrar yasaklanmaktadır. Şayet bir şikâyet ve suç sebebiyle çağrılırlarsa, voyvodalarını olay yerine yalnız üç dört atlı ile göndermeleri emredilmektedir.

H. 1058 tarihli bir hükümden (aşağıda No. XII.) öğreniyoruz ki, timar sipahilerinin de kendi dirliklerine dahil köylere on onbeş atlı ile gitmeleri ve üç günden ziyade kalmaları yasaklanmaktadır. Müşterek timarlarda bu gibi yolsuzlukların daha ağır bir hal aldığı anlaşılmaktadır. Bir adâletnâmede (aşağıda No. XVI.) bİr köyü ortaklaşa elinde tutan üç sipahiden her biri ayrı birçok adı ile o köye gelmekte, reâyânın aileleriyle oturdukları evlere inmekte, bedava kendilerini ve hayvanlarını besletmekte, ayrıca nal-bahâ, selâmlık, hizmetkâr akçesi, resîd akçası adıyla paralarını almakta, onları kişisel hizmetlerinde kullanmakta ve bunun gibi birtakım zulümler yapmaktadırlar.


IV. A’şar’da Yolsuzluklar

H. 1004 tarihli adâletnâmede (aşağıda No. III.) söz konusu olan önemli şikâyetlerden biri şudur: Hububat öşrü mahsul üzerinden aynen alınmayarak harmanda fazlasıyla bir ücret takdir olunarak alınmaktadır.

Reâyâdan öşür mahsulünün aynen değil, para olarak alınması, kanunların eskiden beri sık sık yasakladığı yaygın kötü adetlerden biridir.

1540 tarihine doğru Diyarbakır vilayetinde timar sahipleri tarafından tereke (hububat) öşrü yerine fazla fiyatla karşılığının para olarak alınması üzerine birçok kimseler topraklarını bırakıp kaçmışlardır. Sipahiler ve diğer dirlik sahipleri, öşür mahsülünü paraya çevirme güçlüğünden kendilerini kurtardığı ve mahsüİün ucuzladığı zamanlarda kendilerini kayıptan koruduğu için bu yöntemi yeğlemekte idiler. Hâlbuki özellikle bazı bölgelerde ürünün paraya çevrilmesi köylü için çok güçtür. Çoğu zaman mahsulü ucuzca elinden çıkarmasına sebep olur. Köylü için büsbütün güç olan bir durum, öşür gelirini kesime bağlamaktır. Kesim, öşür mahsulü karşılığı her yıl belli miktarda bir para ödemeyi kabul etmektir. Bu takdirde timar sahibi hububat üretiminde ve fiyatlardaki dalgalanmalardan etkilenmez. Kanûn-i Osmani’de, yalnız bağ ve bahçe mahsullerinde öşür karşılığı kesim alınmasına müsaade olunmuş ve bu metod şeri’ate uygun bulunmuştur. Dirlik sahipleri bazan anbarları olmadığı için ürünü aynen almaz, yerine para isterler. Buna karşı Kanun-i Osmanî reâyânın sipahiye köyde bir anbar yapması bid’atini kabul etmiştir.

H. 1004 tarihli adâletnâme, mahsûlün “vaktiyle ta’şir” edilmesini de emretmektedir. Yeniçerilere verilen bir adâletnâmeye göre (aşağıda No. XI), harmanda vaktiyle alınmayan a’şâr mahsûlünü dirlik sahipleri sonra ziyadesiyle isterlermiş. Buna karşı “öşürlerin harman üzerinde” aldırılması emredilmektedir. Dirlik sahibi hazır değilse timardaki adamına aldıracaktır. Yahut öşür mahsulü o köyün imamı veya köy halkı marifetiyle bir yerde emanet konacaktır. Böylece, harman yerinde ürünün zarara uğraması tehlikesi bertaraf edilmiş oluyordu.

Sipahiler genellikle köylerde oturduklarından, a’şârı aynen tahsil etmek onlar için güç değildir. Fakat uzakta bulunan büyük dirlik sahipleri, yani hâs ve zeametler için a’şâr mahsulünün değerlendirilmesi, paraya çevrilmesi ciddi bir sorun olarak ortaya çıkar. Bu hususta hâs sahipleri, devletin verdiği misâli izlemişlerdir. Osmanlı ülkesinde dirliklerin yaklaşık yüzde ellisini kaplayan ve merkezi devlet hazinesine ait olan pâdişâh hâslarındaki a’şâr geliri için devlet de aynı sorun karşısındadır. Aynî mahsul gelirini paraya çevirmek ve zamanında devlet masraflarını karşılamak Osmanlı maliyesinin en önemli meselesidir. Devlet, bunu iki şekilde çözümlemiştir: Ya havâss-i hümâyûn üzerine ulufe ile memurlar (emînler) tayin etmiş yahut âmillere (mültezimlere) iltizamla bu hâsların gelirini peşin bir taksit karşılığı satmıştır. Vezirler, beylerbeyiler, sancak beyleri arpalık ve paşmaklık olarak zengin dirlikler alan Sultan kadınlar ve devlet büyükleri, hâslarının gelirini kendi kâhyaları. voyvodaları ve subaşılarına ısmarlamakta yahut daha çok mültezimlere vermektedirler. Padişah hâslarını veya büyüklerin hâslarını iltizamla alan âmiller ve voyvodaların a’şâr toplamada başlıca yolsuzlukları sipahilerin yaptıklarının aynıdır. Yani, onlar da öşrü ayırmak için vaktinde harman yerine gelmezler veya a’şârı yaş iken hesaplayıp kurudukta o miktar üzerinden alırlar. Müşterek timarlarda a’şâr yolsuzlukları köylü için daha sıkıntılı bir hal almaktadır. Bir köyü ortaklaşa tasarruf eden üç timarlı sipahinin verdiği misâl (aşağıda No. XIII.) dikkate değer: Bu sipahiler a’şâr mahsulünü harman zamanında gelip almıyor ve köylü üzerinde bırakıyorlar, sonra biri gelip iki hisse benimdir diye alıyor, öteki gelip o da hissesini istiyor. Aynı zamanda a’şârın para olarak karşılığını narhtan ziyade hesaplayarak fazlasıyla reâyâdan alıyorlar.

Burada yeniçerilerin vereceği a’şâr dolayısıyla ortaya çıkan bir anlaşmazlık hakkında bir adâletnâme (aşağıda No, XI.) yayınlıyoruz. Emre göre, eskiden beri el ile toplanan nohut, mercimek, keten, susam, burçak ve benzerlerinden sadece öşür alınır. Biçilmesi âdet olan buğday, arpa, çavdar ve darı gibi hububat iyi yetişmeyip ancak tohumu alınmışsa, bundan öşür alınmaz. Keza kendi yiyeceği için yetiştirilen bağ, bahçe ve bostandan ve kovanlardan öşür alınmaz. Şayet balını satıyorlarsa öşür alınabilir. Toprağı dinlendirmek için gelenbe bırakıldığında yetişen ottan da öşür alınamaz. Yeniçeriler evlerinde iken veya seferde iken dirlik sahipleri öşür bahanesiyle evleri içine girerlermiş. Padişah emirde diyor ki: “Yeniçeri kullarımın evlerine girdiklerine rıza-yı şerifim yoktur men’ ve def eyliyesiz”. Yeniçerilere, a’şârı pazara götürme teklifi yapılamaz. Şayet yeniçerilerin elindeki topraklar eskiden reâyâya ait ise, köydeki anbara kadar ileteler.

Osmanlı İmparatorluğu’nda Kanuni Süleyman devrine kadar genellikle öşür onda bir alınırdı. Hububatta salarlık ile birlikte bu nispet sekizde bire yükselirdi, Anadolu’da ve Rumeli’de Müslüman ve Hristiyan reâyâya aynı nispet uygulanırdı. Kanuni Süleyman devrinde Ebussu’ud, Abbasiler devri fukahâsının arazi ve vergi esaslarını ortaya atıp Osmanlı hukukunu şerîleştirmeye ve bu esaslara uydurmağa çalıştığından, harâc-ı mukâseme yöntemi geniş bir uygulama alanı bulmuştur. Buna göre, fetih sırasında gayrimüslimlerin ellerinde bırakılan arazinin a’şârı onda birden yarıya kadar alınabilir. Buna harac-ı mukâseme denir. Bu çeşit araziyi Müslümanlar satın alsa dahi bu vergi nispeti değişmez.

Ebussu’ûd’ a göre, mirî toprakların aslı harâciyedir, yani harac-ı mukâsemeye tabidir. Beşte bir alınır. Bu yeni a’şâr oranının kabulünü, Doğu Anadolu ve Irak’ın fethinden sonra meydana çıkan bazı pratik amaçlarda aramalıdır. Bu bölgelerde Osmanlılardan önce a’şâr beşte bir alınıyordu. Osmanlılar bu oranı değiştirerek büyük bir fedakârlığa girmek istemediler.

Dikkate değer olan nokta, Osmanlılar Irak ve Doğu Anadolu’da beşte bir oranını devam ettirdikleri gibi, Rumeli’de de bazı bölgelerde (mesela İskenderiye) ve yeni fethettikleri bölgelerde (1570’te Gürcistan ve Kıbrıs’a) uyguladılar. Bu yüksek nisbetin reâyâ arasında nasıl bir tepki doğurduğunu bilmiyorum.

17. yüzyıl kanûnnâmelerinde artık şu gibi formüller tekrarlanır: Arz-ı mîrîde nabit olan eşyanın tahammülüne göre öşür alınır ve hums ve sülüs gibi nesneleri şer’an caiz görmüşlerdir”,  veya “Öşür adına alınan öşür değildir, arzın harâc-i mukâsemesidir.

Harâc elbette onda bir olmaz, arzın tahammülüne göre alınır, nısfına değin alınmak (yarısına kadar alınması) meşrû’dur”.

Terekede, yani buğday, yulaf, çavdar ve darıda, aşâr genellikle şu şekillerde alınırdı: Reâyâ mahsulünü tam olarak harman yerine yığar, harman eder ve çıkan taneden belli nisbette bir kısmını ayırarak hak sahibine teslim eder. Yahut harman yerine getirilen mahsul harman olmadan önce vereceği a’şâr nisbeti ne ise o sayıda yığınlara ayrılır. Mesela, onda bir veriyorsa on yığın halinde yığar, Hak sahibi bu yığınlardan birini seçer. Köy halkı ilkin bu yığını, döğüp harman eder ve teslim eder. Timar sahibi veya başka hak sahibi bu suretle öşür mahsulünü teslim aldıktan sonra uğrayacağı zarar ve ziyandan reâyâ sorumlu değildir. A’şârı ölçmede kalbur kullanılmasından reâyâ şikâyetçi olduğundan 1519 tarihli İmroz kanununda bu usul kaldırılmış ve kile ile ölçülmesi emredilmiştir. Fatih Kanûnnâmesinden beri bazı üründen (pamuk, keten gibi) tarlada demet üzerinden öşür almak yöntemi vardı. Demet üzerinden verdikten sonra reâyâ harman yerinde dövmekten kaçınamaz.

Macaristan’da sipahiler reâyâdan pişkeş(hibe) almadıkça ölçme işine başlamazlarmış. Kanun koyucu, kasten geciktirenleri timarından azille tehdit etmektedir. A’şarın para olarak alınması burada da menedilmiştir. Yalnız sipahi timarlarında değil, beylerin ve padişah’ın hâslarında da mahsul daima aynen(ürün olarak) alınacaktır.

Korunması güç olduğundan sipahi şıra almak istemezse, reâyâ on beşte bir olarak pekmez vermelidir. Reâya fazladan masraf yaptığı için öşrü on beşte birdir. Bahçe ürünleri a’şâr yerine birçok yerlerde kesim veya maktu’ veya mukataa usulüne tabi idi, yani a’şâr yerine anlaşma ile belli miktarda bir para alınırdı. Buna neden olarak meyve mahsulünü birden toplamak ve ayırmak güçlüğü gösterilmektedir.

Bazı bölgelerde ise, meyve ve bostan mahsullerinden öşür aynen ürün olarak alınmaktadır (Musul). Karaman’da bağdan dönüm başına, bölgesine göre, belli miktarda bir resim alınırdı. Bazı yerlerde resim, öşür miktarına göre hesaplanırdı (Aydın). Emîn, güvenilir kimselerle ağacın yanına gider ve ürün için değer biçilir, ona göre onda biri hesaplanırdı. Aynı yöntemîn kovan öşüründe de uygulandığını görüyoruz. Ot satılırsa kıymetinden on akçada bir akça alınırdı. Trablus-Şam vilayetinde hububat öşrü kesim usulüne tabidir. Biri harman diğeri zeytin zamanında olarak iki taksitte alınırdı. Ane ve Hit’de (Fırat üzerinde) fetihten önceki usule göre, ağaç başına yıllık belli bir para (iki akça veya bir buçuk akça) alınırdı.

Anlaşmazlık doğuran vergilerden biri olarak salarlık (sâlâriyye) ye gelince, bu örfî bir vergidir. Fatih Mehmed’in reâyâ kanûnnâmesine ve sonra Süleyman’a atfedilen kanûnnâmeye göre, hububattan onda bir öşürle birlikte daima salarla (sâlâriyye) alınır. Miktarı genellikle kırkta birdir (Fatih Kanûnnâmesi’nde on mud’da beş kile’dir (bir mud=20 kile). “Sâlâriyye hod yemlik mukabelesindedir.

Salarlığın sipahi için yemlik saman karşılığı alınan örfl bir ek vergi olduğu çeşitli zamanlarda çıkarılan kanunlarda belirtilmiştir. Osmanlı ülkesine sonradan katılmış Doğu Anadolu vilayetlerinde de Sâlâriyye mevcut olduğuna göre, onun Osmanlılardan önce Selçuklu Anadolu’sunda var olduğu kuvvetle ileri sürülebilir (kelime Türkçe salmak’tan veya daha ziyade Farsça yaşlı, başta gelen, lider kumandan manasına sâlâr kelimesinden çıkmış olmalıdır). Bu örfi vergi beylerin aldıkları salgunları önlemek için onun yerine konmuş bir vergi olmalıdır.

Sâlâriyye, buğday, arpa, yulaf, çavdar, darı, keten ve bostandan alınır. EI ile yolunan nohut, mercimek, burçak, susam ve pamuktan alınmaz.” Kendir ve haşhaştan da salarlık alınmaz. Fatih Kanûnnâmesine göre (Faslü’l-Rabi’, madde 11) o zamanlarda keten ve pamuktan yalnız öşür alınmakta idi. A’şar beşte bir alındığı zaman salarlık alınmaz. “Salariyye yalnız öşür alınan yerlerde lazım olup liva-i mezbûrda (Malatya) ziraat olunan gallât beşte bire kasim olunmağla salariyye zülm olmağın kaldırılmıştır. İşte, a’şârda yolsuzluklara yol açan durumlar bunlardır.


V. Kadı ve Nâiblerin Yolsuzlukları

Kadılara ve nâiblere ait birçok yolsuzluk adâletnâmelerde açık bir şekilde gösterilmiş ve tekrar tekrar yasaklanmıştır. Bu yolsuzlukların halkı en eski devirlerden beri en ziyade sıkan durumlardan olduğu anlaşılmaktadır. Bir halk kitabı olan ve halkın şikâyetlerini aksettiren eski Anonim Tevârih-i Âl-i Osmân’da Yıldırım Bayezid’le kadılara ait hikâye dikkate değer. Bayezid, yolsuzluklarından dolayı bütün kadıları toplatmış ve hepsini bir eve koyup yakmaya karar vermiş imiş (Bu rivayetin iki bağımsız rivayet grubunda farklı bir şekilde bulunması, Bayezid’in kadılara karşı şiddetli önlemlere başvurduğuna kuşku bırakmaz). Bu suiistimallerin, kadıların halktan fazla rüsûm almasıyla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. O zaman Çandarlı Ali Paşa’nın, miras taksiminde binde yirmi ve kadının yazdığı her resmi yazıdan iki akça resim alması esasını koyduğu rivayet edilmektedir. Anonimler, “bu bid’ati Ali Paşa kodu” diye kötülemektedirler. Fatih devrinde H. 884 tarihli bir hüküm kadıların alacakları rüsûm hakkında yeni esaslar koymaktadır: “Bâb-i kısmet ve husûs-i nikâhta ve “itâknâmede ve sair mekatibin resmi bâbında kudâtın ziyade ifrat cânibine meyelânları ve canib-i ifratta ta’addi ve ihtilafları arzolunduğunu ve bu kanunun bu yüzden çıkarıldığını belirtmektedir.

H. 947 tarihli adâletnâmeye (aşağıda No. V.) göre kadılar, eskiden beri nâib atanmamış yerlere ve nahiyelere fazladan nâib koymaktadırlar. Bunun nedeni kadının kendi gelirini arttırma hırsıdır, Biliyoruz ki, daha 1524 yılına doğru Mısır’da kadıların mahkemelerini nâiblere satmaları şiddetle yasaklanmış, bunu yaparilarm beylerbeyi tarafından hapsedilerek padişaha arz edilmesi emredilmiştir. 80

Her kaza bölgesi belli sayıda nahiyeye ayrılmıştır. Mesela, Calara kadılığı üç yüz köydür. Kırk dört yerde nâibi vardır. Kadı, her nahiyeye kendi vekili olarak bir nâib tayin eder. Kadı, bir yerde nâib mahkemesi kurduğu zaman o nahiyeden alacağı resimlerin gelirini peşin bir para karşılığında, nâibe bırakır. Yani, nâibliği satar. Bu bir nevi iltizamdır ve Osmanlı devletinde memuriyetleri iltizamla satma yöntemi özellikle 16. yüzyıldan sonra geniş bir uygulama alanı bulmuştur. Ancak bir yerde mahkeme kurulması için padişah’ın emir ve müsaadesi gerektir. Adâletnâme’de kötülenen husus, kadıların eskiden beri nâib bulunmayan yerlerde, satma gayesiyle fazladan yeni nâiblikler kurmalarıdır. Bu nâibler, verdikleri parayı çıkarmak ve kar etmek için nahiyelerinde sık sık devre çıkmakta, fazladan çeşidi resimler toplamak için reâyâyı rahatsız etmektedirler. Bu rahatsızlığı artıran bir nokta da nâiblerin kalabalık bir maiyyetle köylere inmesi, kendisini, adamlarını ve hayvanlarını köylüye bedava besletmesidir.

H. 947 tarihli adâletnâme, ancak eskiden beri nâib oturmuş veya nâibe ihtiyaç olan yerlere nâib tayin edilmesini, nâiblerin garazsız, yarar kimselerden seçilmesini emretmekte, nâiblerin devre çıkmasını yasaklamaktadır. Nâib kendi nahiye merkezinde oturacak ve kendisine başvuran davacıların davasını Şerî’ata ve kanuna göre çözecektir. “Olur olmaz nesneyi bahane edip dahi reâyâ üzerine çıkıp gezip yürümeyeler.” Ancak şu hallerde nâib yerini bırakıp gidebilir:

1 . Pâdişâh’a ait hizmetler için bir ferman gönderilir, asıl kadı yerinde olmaz veya kadının bizzat gitmesini önleyen esaslı bir özrü vardır, o zaman yerine nâib gider.

2. Reâyâ kendi aralarında bir hususu çözmek için nâibi kendi istekleriyle çağırabilirler. Veya bir kimse vefat edip vârisleri küçük yaşta olur; bu yetimlerin miras hisselerini korumak üzere nâib miras taksimine gidebilir. Yahut yetişkin varisler, nâibi kendileri çağırtırlar.

3. Üç ayda bir voyvodalarıyla birlikte kadıların devre çıkması gerektiği zaman, kadı yerine nâib gönderilebilir. Fakat nâib, voyvodalar ile yalnız kendi nâibliği altında bulunan nahiyeyi dolaşacak ve sonra gelip mahkemesinde oturacaktır.

Nihayet adâletnâme, nâiblerin il üzerine çıktıkları zaman parasız yiyecek ve yem almamalarını emretmektedir. Şunu ilave edelim ki, nâibler köylerde para cezasına, cerîmeye hükmettikleri zaman kendileri için belli ölçüde bir resim alırlardı.

Şu misâl dikkate değer: Balya’da bazı kimseler kendi haksız hareketlerine alet olmadığı için bir naibin görevine engel olmuşlar; bunun üzerine kendisinden memnun olan halkın müracaatı üzerine pâdişâh Balya kadısına hüküm göndermiş, nâib tayini işinin kadılara ait olduğu belirtilmiş, fakat eğer bu nâib Şeri’attan ayrılmıyor ve halka zulüm yapmıyorsa, nâib olarak kullanılmasını emretmiştir. Bir yere nâib tayin edilirken o yerin ahalisinden olmaması gerekti.

H. 947 tarihli adâletnâmedeki şikayetlerin önemli bir kısmı 1054/1644 tarihli benzeri bir vesikada bir misâlde tekrarlanmaktadır. Bu vesîkada Adala kazası halkı şikâyet ederek kadının eskiden beri oturageldiği yerde oturmadığını, nâib, kethüdâ ve adamları ile “il üzerine devre çıkıp” köy köy dolaştığını, halkın evlerine konuk olup adamlarına ve hayvanlarına bedava yiyecek ve yem aldığını, pâdişâh-kapısından emredilen vergileri fazla tahsil edip fazlasını kendi cebine attığını, bi-namaz teftişi adıyla bir köyden çok para topladığını, mirasçılar yetişkin oldukları ve kadıdan taksimi yapmasını istemedikleri halde miras taksimi yaptığını ve resm-i kısmeti fazlasıyla aldığını ve sair vesikalar için de kadının ve adamlarının fazla resim istediklerini ileri sürmüş ve pâdişâh’tan bu haksızlıkları önleyen bir ferman rica etmişlerdir. Manisa kadısı ve Saruhan mütesellimine gönderilen emirde, kadı ve nâibin her zamanki yerinde oturmaları emrediliyor ve yukarıda sayılan kötü uygulamalar yasaklanarak çeşidi şer’î vesikalardan alınacak resim nisbetleri bildiriliyor (resm-i kısmet binde on beş, nikâh-resmi bakireden 25 akça, şer’i hüccet’lerden 25 akça, ‘itaknâmeden 60 akça). Bu vesika bir çeşit adâletnâme sayılabilir. Ancak belli bir bölgeye gönderilmiş olması onu, genel adâletnâmelerden ayıran bir noktadır. Aynı hususlar, Kanun-i Cedid başlığı altında 17. yüzyıl ikinci yarısına ait belgeler arasında söz konusu olmuştur (bkz. aşağıda No. XIV.).

H. 1018 tarihli adâletnâme (No. X.) bu gibi yolsuzluklar hakkında daha çok ayrıntı vermektedir. Buna göre, kadıların nahiyelerini nâiblere iltizama vermeleri, devre çıkıp reâyâdan ücretini ödemeden yiyecek ve yem almaları yasaklanmakta ve miras taksimine ait şu şikâyetler sıralanmaktadır: Kadılar veya nâibleri, bir köy veya kasabaya geldikte yeni mezarları deftere geçiriyor ve bize haber vermeden neden gömdünüz, bunların metrukatı ne oldu diye reâyâyı rahatsız ediyor, Hristiyanlardan para almadıkça ölülerini gömmeğe izin vermiyorlardı. Miras taksiminde eşyaya yüksek fiyat biçerek resim kısmını yüksek almakta, evvelce yapılmış bir miras taksimini adil yapılmamış diyerek tekrar taksim edip yeniden resim almakta, resm-i kısmet binde on beş olduğu halde bir kuruş (bu tarihte bir kuruş resmen 80 akçadır) istemekte, diğer şer hüccetlerden de fazla resim tahsil etmektedirler. İhtilaflı timar ve zeametler için kesin hüküm verilmiş olduğu halde, bunu göz önüne almamakta ve başka birisine mürâsele vesikası vererek timar ve zeamet gelirini onun almasına imkân vermektedirler.

Kadıların eşkıyayı meydana çıkarmak için emredilen umum teftişlerde köy köy kasaba kasaba gezerek reâyâyı soymak için başvurdukları bazı yollar da şunlardır: Evvela bir yerde zengin bir müslüman bulunca, sen mal bulmuşsun veya Celâlî sende mal bırakmış diyerek’” ispatsız altın ve gümüş parasını zapt ettirmektedirler. Bu yolsuzluktan H. 1004 adâletnâmesinde de söz edilmektedir. Keza, zengin kimselerin olanca malını zapt ermek için, sicilinde eskiden suç giydiğine ait kayıt vardır, diye zâlim idarecilerin eline hüccet vermekte, buna karşı suçu sabit olan bazı kimselerin kaydını, rüşvet alarak defterden silmektedirler.

Kadılar, zengin kimseleri kendi haberleri olmadan müflis ve borçlu mültezimlere, rüşvet alıp kefil yazmaktadırlar. H. 1004 tarihli adâletnâmede bu hareket yasaklanmaktadır. Merkezden verilen bazı yeni yetkiler de kadılar tarafından kötüye kullanılmaktadır. Mesela, eşkıyayı meydana çıkarmak için yapılan teftişte, kadılardan ahaliyi birbirine kefil yazmaları istenmiştir. Bir kimse hakkında komşularından sorulmakta, yabancıların durumu hakkında tanıklık etmeleri istenmektedir. Kadılar, Müslümanların, hakkında iyidir yahut binamazdır yahut da yabandan gelmiştir, bir kötülüğünü görmedik, dedikleri kimseleri ayrı ayrı sicile yazdıktan sonra bunları tekrar birbirine kefil yazmakta ve her birinden birer ikişer kuruş sicil ve hüccet akçası, muhzır ve hizmetkâr akçası aldıktan başka kefilnâme diye voyvodalar için de para toplamaktadırlar.

Bu adâletnâme, kadıların merkezden gönderilen emirleri kendilerine çıkar çıkarmak için nasıl kullandıkları hakkında başka misâller de vermektedir. Adâletnâmeye göre, kadılar, emir ve fermanlarda reâyâdan toplanacak vergiler açıkça gösterildiği halde, bunları fazlasıyla tahsil etmekte, fermanda bu yazılmış mıdır diye soruşturanları fermana karşı geldi diye hakkında işlem yapmakta, kendisini zalim görevlilere teslim etmekte, malını almakta veya aldırmaktadırlar.

Başka bir kadı yolsuzluğu da köylerde sırf kendileri için para koparmak maksadıyla, avarız hanelerini tahrir defterine aykırı olarak fazla göstermeleri ve hâne akçasını ona göre toplamalarıdır. Adâletnâmeye göre, bu kötülükler yüzünden kadı ve nâibler sadece süresiz azl ve şehirden sürgün edilmekle kalmayacak, Şeri’at’e göre cezaları da verilecektir.

1524 tarihli Mısır Kanunnâmesine göre, bazı kimselerin haksız davaları için kötü ve zorba kişileri vekil yaparak mahkemeye gönderdiklerini işareti etmiştik. Bu tip açıkgözler imparatorluğun her tarafında görülüyordu. H. 947 tarihli adâletnâmeye göre, bir memlekete yeni bir voyvoda, haraççı, resm-i ağnam toplamaya gelmiş bir tahsildar veya herhangi bir iş için pâdişâh-kapısından bir kul geldi mi, bunlar sırf bir şey koparmak çabasıyla onlara yanaşmakta, reâyânın durumuna dair olur olmaz şeyleri onların aklına sokmakta, onları kışkırtarak bazı kimseleri haksız yere hapsettirmekte ve sair haksız işlemlere sürüklemektedirler. Bu yüzden reâyânın malını mülkünü kaybetmesi, yerini yurdunu bırakıp kaçması sebebiyle memleket ve halk arasında gerçekten bir huzursuzluk baş göstermiş idi. Adâletnâme’de pâdişâh bu gibi kendisini ilgilendirmeyen işlere burnunu sokan çıkar avcılarına göz açtırılmamasını, aldırmayanların ve karşı gelenlerin hapsedilip hükümete bildirilmesini emretmektedir.


VI Bâdihavâ Resimleri ve Cerîmeler Dolayısıyla Görülen Suiistimâller

H. 947 tarihli adâletnâme (yasaknâme) (aşağıda No. V.) özellikle vezir ve sancak beylerinin hâslarında, zeamet ve timarlarda niyâbet ve bâdihava gelirlerinin sahipleri tarafından iltizama verilmesi ve bunun sebep olduğu yolsuzluklarla ilgilidir. Niyabet ve bâdihava resimleri(naiplik ve eğlence/hava vergileri) şunlardır: resm-i ‘arûs (‘arusâne veya gerdek-resmi (evlenenden), cürüm ve cinayet resmi (cerâim); çiftlik tapusu (ekili yer tapusu), ev-yeri tapusu, kul ve câriye müjdegânesi (muştuluk veya yava ve kaçkun resmi), resm-i duhan (timar arazisine hariçten gelip kışlayanların tütün resmi), deştibânî, otlak ve kışlak resmi, vb. Bunlar “serbestlik” durumuyla ilgili olduğundan bu rüsuma rusüm-i serbesti de denir. Bu rüsûm, tahsil zamanı belli gelirler değildir, zuhûrata(olayların gelişmesine) bağlıdırlar. Tahrir emîni, bu resimlerin , miktarını o yerdeki aile miktarına göre hesaplar ve deftere tesbit eder. Bu gibi gelirleri, hâs veya timar sahibinin bizzat izlemesi ve toplaması imkânsızdır. Esasen devlet de bu gibi zuhurata bağlı vergileri mukata’a adı altında iltizama vermektedir. Böylece, hâs timar sahipleri adına bu vergileri toplamayı iltizamla üzerine alanlara ayak âmilleri veya pâre voyvodası denmektedir. Asıl voyvodalar dirlik sahibinin vekili olarak ona ait gelirleri topladıkları halde, bu voyvodalar bu gelirin bir parçasını iltizama almaktadırlar. Pâre voyvodaları, iltizam ettikleri meblağı peşin ve taksit olarak dirlik sahibine ödedikten sonra, bu parayı fazlasıyla çıkarmak için çeşidi baskı yollarına başvurmaktadırlar. Adaletnameye göre bu mültezimler, reâyâya, şu suçu işledin diye haksız isnatlarda bulunmakta, kadı mahkemesinin hükmü olmadan zorla cerîme almakta, hapse atmakta, işkence yapmakta, parasını ve eşyasını gasp etmekte idiler. Buna karşı, ağır suç işleyenlerden para kabul ederek onları korumakta, asılma, eli veya ayağı kesilme gibi siyaset cezalarına çarptırılanların parasını alarak cezayı yerine getirmemekte idiler. Bu yüzden suçlular, memleket içinde serbestçe eşkıyalıklarına devam etmekte, evleri basıp yolları kesmekte, adam öldürmektedirler. Bu olaylar almış yürümüştür ve bu yüzden “reâyâ kemâl mertebe fetret ve inkilâb (olgun derecede zayıflık ve ayaklanma) üzeredirler. Buna karşı padişah, bu adâletnâme (aşağıda No. V.) ile pare var voyvodalığını kaldırdığını ilan ediyor, niyabet ve bâdihavâ gelirinin iltizama verilmemesini, asıl voyvodalar eliyle toplanmasını emrediyor. Yukarıda II. Bayezid devrinde de cerîme gelirini iltizama alan açıkgözlerin reâyâya yaptıkları zulümleri görmüştük.


1 Receb 1018 (30 Eylül 1609) tarihli adâletnâmede beylerbeyleri ve sancak-beylerinin halkı eşkiya gibi nasıl soydukları ve zulüm ettikleri bir güzel anlatılmaktadır.

H. 1018 tarihli adâletnâmeye (aşağıda No. X) göre, beylerbeyiler ve sancak-beyleri devre çıktıklarında cerîme bahanesiyle halkı soymaktadırlar. Bir köyde bir kaza sonucunda birisi ölse, mesela soğuktan donmuş veya ağaçtan düşmüş olsa, buna bir cinayet süsü vererek köy halkını hapsetmekte, zincire vurmakta, dövmekte ve kan-cürmü ve öşr-i diyet diye yüz altın veya kuruştan aşağı almamaktadırlar. O köyde kendilerini ve kalabalık maiyetlerini ve atlarını günlerce besletmeleri ve reâyânın hayvanlarını ve kölelerini zapt etmeleri de ayrıdır. Bu hareketleri, eşkiyanın yaptıklarından farklı değildir. Reâyâyı bir taraftan onlar, bir taraftan eşkıya soymaktadır. Yine aynı adâletnâmeye göre, beylerbeyiler ve sancak-beyleri, kendi hâslarının gelirini voyvodalara iltizama vermektedirler. Yüksek tutarlarla bu iltizamları üzerlerine alan voyvodalar, bu parayı çıkarmak için çeşitli yolsuzluklara sapmakta ve reâyâyı ezmektedirler. Vergileri, tahrir defterinde ve kanunda yazıldığından fazla almakta, reâyânın hayvanlarını ve yiyeceklerini zorla almakta ve her köyden ayda 30-40 altın veya kuruş istemektedirler. Bunlar serbest, yani cerîmeleri yalnız kendilerine ait olan pâdişâh hâslarına, evkaf ve emlake de girmekten, aynı zulümleri bu yerlerde de yapmaktan çekinmemektedirler.

Bu durum karşısında adâletnâme’de deniyor ki: “her diyara beylerbeyi ve sancak beyi nasb olunub her birine müstakil hâslar tayin olunmaktan murâd, vilayet üzerine çıkıp cem-i emvâl eyleyip memleket ve vilayeti viran eylemek için değildir”.

No. XVI. hüküm, cerîme yolsuzluklarına dair dikkate değer bir misâl vermektedir. Köye yükü ile sahipsiz bir beygir gelmiş, köylüler de sahibi çıkar diye tutmuşlar. Ondan sonra atın sahibi, yanında voyvodanın adamı ile gelmiş, bulanları hapse atmış ve bütün köy halkından adam başına üçer yüz akçe cerîme almıştır. Burada voyvoda, kanunnâmenin şu maddesini kötüye kullanmıştır: Bir köy içinde hırsızlık olsa hırsızı meydana çıkaralar, bulmak mümkün olmazsa diyet salalar, yani karşılığında herkesten belli miktarda para toplayalar (Süleyman Kanunnâmesi. Arif neşri, 7). Fakat yukarıdaki durumda evvela hırsızlık yoktur, saniyen kaybolan mal meydana çıktığından diyet salmak için sebep kalmamıştır. Hapsedilen Hristiyan köylüler, padişah’ın kapısına şikâyette bulunuyorlar, kendilerinin haksızlık ve zulme uğradıklarını bildiriyorlar. Bunun üzerine verilen hükümde, durumun kadı tarafından soruşturulması ve alınan cerîmelerin geri verilmesi için kadının karar vermesi emredilmiştir.

Kadı, Şerî’ata göre hüküm verir. Kısas hükmü verilmiş ise, yani suçluyu aynı fiilin uygulanması kararlaşmış ise, kâtil idam olunur, görevlilerin cerîme alması yasaktır. Eğer affolunmuş ise (Şeri’ata göre bu yalnız maktulün ölmeden önce affetmesi veya öldükten sonra velisinin affetmesidir), maktulün varisleri diyet alırlar, o zaman cerîme alınabilir. Fakat cerîmeyi alacak olan, köyün serbest olup olmamasına göre değişir. Katil serbest raiyyeti ise, cerîmenin tamamını serbest timar, vakıf veya emlakin sahibi alır. Eğer katil serbest raiyyeti değil ise cerîmenin yarısını ‘imar sahibi, yarısını defterde kime gelir yazılmış ise o (subaşı, sancak-beyi veya beylerbeyi) alır. Beylerbeyiler, sancak-beyleri ve başkaları diyetten onda bir resim (öşr-i diyet) alamazlar. Tahrir defterlerinde ve kanunnamede böyle bir gelir ayrılmamıştır. Bununla beraber beylerbeyiler ve beyler ve voyvodaları, iki yüz üç yüz atlı ile köyler üzerine gidip öşr-i diyet diye köylünün malını “yağma ve talan” etmekte, köyler harap olmaktadır. Bu sebeple bütün imparatorlukta öşr-i diyet diye bir para alınması yasak edilmiştir. Dinlemeyenlere en ağır cezalar verilecektir. Keza beylerbeyilerin, sancak-beylerinin ve voyvodalarının serbest olan pâdişâh hâslarına, vüzerâ hâslarına, evkaf ve emlâke ve serbest olan başka köylere girmeleri yasak edilmiştir. Genellikle timarlardaki cerîmelerin ve badihava resimlerinin bir kısmını sancakbeyi ve subaşı alır, buna karşılık serbest olan, yani cerîmeleri ve badihava resimleri tamamıyla dirlik sahibine ait olan dirlikler şunlardır: Padişah hâsları (havass-i hümayün) vezir, beylerbeyi, sancak beyi, mal defterdarı, defter kethüdâsı, timar defterdarı, mîr-alem hâs veya zeametleri, icmal defterlerinde zeamet olarak kayıtlı bütün icmalli zeametler, alay beylerinin, subaşıların, dizdarların, çeri-sürücülerinin (çeribaşıları), divan katiplerinin, müteferrika ve çavuşların timarları. Yaya ve müsellem teşkilâtında, eşkinci ve yamakların cürm ü cinayet, gerdek resmi, yaya ve kaçkun resimlerinin tamamını, yaya ve müsellem subaşıları alır. Yürük, müsellem, çingene ve voynuk beylerinin zeametleri de serbesttir. Ancak icmal defterlerinde, rüsûm-i serbestiyye açıkça onlara gelir olarak kaydedilmiş olmalıdır. Katipler, çavuşlar ve çeri sürücülerinin beratlarında da timar ve zeametlerin serbest olduğu açıkça yazılmış olmalıdır. Tipik Osmanlı kanununda, serbest olmayan timarlarda cerimenin yarısı sancak beyinin, yarısı timar sahibinindir. Fakat aynı tarihlerde, 1519’da resm-i ‘arus, tapu-yi zemîn tamamıyla timar sahibine bırakılmıştır. Nişancı Hamza Paşa (XVI. asır ikinci yarısı) şu hükmü vermiştir: “mahsûl-i serbest ancak cürm ü cinayet ve resm-i ‘arûsî, kul ve câriye müjdegânesi olup bunlardan ma’adâsı rusûm-ı serbestiyyeden değildir”. Bu üç resimden başka resm-i agnam ve zuhûrata bağlı diğer resimler, yani yava, çiftlik yeri tapu resmi, ev yeri tapu resmi, tütün resmi, âdet-i deşribânî, otlak ve kışlak resmi de serbestî rüsûmu arasında sayılmaktadır. Herhalde serbest olmayan timarlarda, cürüm ve cinayet, gerdek resmi, resm-i agnâm, timar sipahisi ile sancak beyi ve subaşı arasında paylaşılır. Bu resimlerin yarısı sancak beyi veya subaşına, yahut da her ikisine birden verilmiştir. Sancak-beyi ve subaşı birlikte pay sahibi olurlarsa, bu rüsûmun her biri dörtte birini alırlar ve sipahi yine yarısını alır. Hamza Paşanın hükmü, her halde reâyâyı ve timarlı sipahilerin gelirini korumak için yapılan bir reformla ilgilidir. Kanuni devrinden itibaren sipahi gelirini korumak için birçok tedbirler alındığını biliyoruz.

15. yüzyılda Aydın’da cürüm ve cinayet ve diğer bâdihavâ resimlerinden sipahi hiçbir pay almazdı. Sipahi gelirinin bu yüzden çok düşük olduğu görüldüğünden, 1487 tarihinde, bu resimlerin yarısı sipahilere gelir bağlanmıştır.

Bu kadar karışık olan rüsûm-u serbestiyye sipahilerle beyler arasında daima bir çatışma konusu olduğundan ve çoğu zaman her iki tarafın iddiaları reâyânın zararına sonuç verdiğinden, hükümet bu resimler hakkında birçok ayrıntılı hükümler çıkarmak zorunda kalmış ve zamanla bu resimlerden bir kısmını ya tamamıyla sipahiye veya sancak beyine vermek suretiyle durumu düzeltmek istemiştir. Mesela 1528’de Bolu sancağında cerîme ve agnâm resmi gelirinin tamamıyla sancak beyine ait olması kararlaşmıştır. Buna karşılık gerdek resmi, tütün resmi, yer tapusu, otlak ve kışlak resmi, resm-i ganem genellikle sipahilere bırakılmıştır. Yaya, kul ve câriye müjdegânîsi (kaçkun), sancak-beyi veya subaşılara ayrılmıştır. Raiyyet defterde kimin üzerine yazılmış ise, onunla ilgili cerîmeyi o alır. Raiyyetin başka bir yerde, şehirde olması durumu değiştirmez. Serbest olmayan bir timar, subaşı zeametine katılsa serbest olur; tekrar (imar olarak verilirse serbestliği kalkar. Demek ki, serbestlikte dirliği tasarruf edenin sıfatı esas rolü oynar.

Rüsum-i serbestiyye arasında en önemlisi kuşkusuz cürüm ve cinayet resmidir. Adâletnâmelerde bu resim sebebiyle ortaya çıkan yolsuzlukları gördük. Suçlar, bir yandan para cezasıyla, yani cerîme ile karşılanan suçlar, öbür yandan idam ve bir uzvun kesilmesi gibi bedeni bir ceza “siyaset” gerektiren suçlar olarak ikiye ayrılır. Ağır suçlarda, kanun koyucu, suçlunun “cerîme ile halâs olmayıp siyaset” olunmasını istemektedir. Bu cezaları, yalnız bey sıfatını taşıyan görevliler yerine getirir. “Salb ve siyasete me’zûn” olanlar, pâdişâh otoritesini kullanmaya izin verilmiş görevlilerdir, sipahi değildir. Serbestiyyet aslında, asayişi korumak ve cezaları yerine getirmekte yetkinin kime ait olduğu sorunuyla ilgilidir. Sancak beyi kendi sancağı içinde, subaşı kendi subaşılığında güvenliği yerine getirmekten sorumlu görevliler sıfatıyla, işlenen her türlü suçla ilgilidirler ve bu nedenle cerîmelerde pay sahibi olmuşlardır. Fakat şunu da unutmamalıdır ki, her türlü siyaset cezaları ve cerîmeler hakkında hüküm vermek yalnız kadının yetkisi içindedir. Sipahi veya beyler ancak onun hükmünü yerine getirirler.

Serbest zeâmet içinde olan cinayet için kadı’nın verdiği hükmü yerine getirme hakkı ise yalnız zeamet sahibine aittir.

Pâdişâh hâslarında bu yetki, hâsların idaresine memur emînlere verilmiştir. Kadı, bir siyaset cezasına hükmettikten sonra suçluyu emînlerin subaşılarına teslim eder, bedeni cezayı o yerine getirir. Bu çeşit cezalar için para alamaz. Sultanlara ve beylere ait vakıflarda, bâdihava resimleri ve bu arada cerîmeler vakıf gelirine ayrılmıştır. Vakıf için toplanır. Bu nedenle bu vakıflara subaşılar giremez. “Salb ve siyaset dahi mütevellî marifetiyle olur”. Ümerâya temliknâme ile verilen ve onlar tarafından vakfedilen vakıf toprakların büyük bir kısmı da aynı durumdadır. Bütün rüsûm-u serbestiyye vakfa aittir. Mihaliç’te padişaha ait ortakçı köylerine beylerin girmeleri yasaklanmıştır. Kadı, hükmeder ve siyaset emîn marifetiyle yerinde icra olunur. Vakıf ve mülklere kaçan hırsızı bulmak ve teslim etmek hakkı vakıf ve mülkten sorumlu olanlara aittir. Hırsızı vermezlerse, çalınan şey kendilerine ödetilir. Beylerin, bu gibi bağışıklıkları tanımayarak hâslara, vakıf ve emlake girdiklerini adâletnâme açıklamaktadır. Bazı hallerde beyler, haklı görünmektedirler. Zira, bazı suçlular bu gibi serbest topraklara sığınmakta, himaye edilmekte, sonra hâs veya vakfı idare eden tarafından bir miktar parası alınarak serbest bırakılmaktadır. Bu nedenle özel bir fermanla, bu gibi serbest topraklarda hariçten gelen reâyânın serbest bağışıklığından faydalanamayacağı bildirilmiştir.

Bununla beraber, “salb ve siyaset”(asma-kesme işleri), prensip olarak padişah otoritesini temsil eden beylere ait olduğundan genel kural şudur ki, idam ve uzuv kesilmesi gibi siyaset cezaları söz konusu olduğu zaman, kadı’nın hükmü her yerde mutlaka sancak beyi veya onun subaşısı tarafından yerine getirilir.

Cezanın, suçun işlendiği yerde yerine getirilmesi çeşidi kanunlarda tekrar edilmiştir. Zira, bu kez. beyler ve adamları, suçluyu uzaklaştırmakta, parasını alarak serbest bırakmaktadırlar. Hâlbuki kanuna göre “siyaset kimseye hâs bağlanmamıştır”, yani hiç kimseye bu nevi cezalar karşılığı cerîme alma izni verilmemiştir. Siyaset cezaları, mutlaka yerine getirilmelidir. Beylerin öbür yolsuzluklarını önlemek için şu önemli kanun konmuştur: “Mücrim olan kimse teftiş olunmadan ve şenâ’ati zâhir olmadan sancak beyi, subaşıları ve adamları habsedip nesnelerin alıp salıvermek memnudur ve her mücrimin cerîmesi vilayet kadısı katında ispât olunmadan tutup siyaset etmek şer’a ve kanuna muhaliftir”. Zira, sırf başkasının iftirasıyla bir raiyyeti zincire vurup köy köy gezdiriyorlarmış. “Anın gibi müttehem olan, kadı mahkemesinde şeri’le isbat etmeyince der-zencîr olunmaya”.

992 tarihli Eflaklar adâletnâmesinde (aşağıda No. 1.) cerîme kanunlarının kötüye kullanıldığı hakkında dikkate değer misâller vardır. Eflakların veya öbür reâyanın kızları veya dul kalmış gelinlerini zina iftirasıyla tutuyorlar, sen hamilesin diye köyden köye gezdiriyorlarmış. Ceraim kanununa göre, zina ile suçlu dul kadın veya kız, büyük para cezalarına çarptırılmaktadır (zenginlerden 100 akça, orta hallilerden 50 ve fakirden 30 akça alınıyordu). Yahut zengince gördükleri bir kimsenin üzerine gidip, sen bunu hırsızlıkla elde etmişsin diye suçlarlar, kendi malın olduğuna dair git nakl-i şahâdet getir diye haksız ve lüzumsuz yere reâyâyı baskı altına alırlar, tutuklarlar ve para koparırlardı.

Serbest durumunda olan yerler arasında da farklar vardır. Pâdişâh hâslannın “min küll-il vücûh”, yani her bakımdan serbest olduğunu ve sancak beylerinin veya adamlarının siyaset cezaları için bile bu topraklara giremediğini görmüştük (bununla beraber hâsların bu durumu mutlak değildir. 17. yüzyıla ait bir kanunda (Türk Tarih Kurumu, yazma no. 4, 131a) pâdişâh hâslarında dahi, siyâset cezalarını yerine getirme yetkisi sancak beylerinin elindedir. Ancak, hâslar ve zeametler timar haline getirilebilir ve serbestliği kalkabilir. Buna karşı vakıflar, özellikle sultanlara ait vakıflarda serbestlik durumu daha kuvvetli bir güvence altına alınmıştır. Ehl-i örfün keyfi hareketlerinden ve yolsuzluklardan kurtulmuş olan bu yerlerin reâyâ için daha elverişli bir alan oluğuna kuşku yoktur. Kanunların yasaklamasına rağmen, reâyâ timar topraklarından buraya kaçmaya çalışmaktadır. Vakıf köylerinin kalabalık köylerin ve vakıfların beylerbeyilerin veya sancak-beylerinin salgunlarından muaf bulunduklarını da burada hatırlayabiliriz.

Çözümlenmiş veya vakti geçmiş davaları ortaya çıkararak reâyâyı gereksiz cerîme vermeye zorlamak da sık sık rastlanan bir yolsuzluktur. Biliyoruz ki. Mısır’da davacı ve davalı fellah (raiyyet) aralarında anlaştıkları halde kâşifler davayı cerîme almak amacıyla yenilemekte idiler.

Adâletnâmelerde, reâyâya zulüm yapmakla ve onları soymakla suçlandırılanlar, başlıca vüzera, beylerbeyiler ve sancak-beylerinin adamları, yani voyvodalar, subaşılar, kethüdâlar, kadılar ve nâibleridir. Keza, evkaf ve emlaki idare edenler, gelirleri toplanmakla görevli emînler ve âmiller (mültezimler) ve şehirlerde ve kasabalarda yerleşmiş kapıkulu mensupları ve özellikle bunlardan altı bölük sipahi kethüdâ-yerleri ve yeniçeriler sayılmaktadır. Timarlı sipahiler, özellikle a’şâr ve reâyâdan aldıkları rüsûm dolayısıyla anılmaktadır. Beylerbeyi ve beyler de kalabalık maiyyetle devre çıkmak ve salgun salmalda suçlandırılmaktadır. Bunlar ehl-i örf sayılır. Kapıkulu kılığına giren birtakım zorbalar, muhtekirler ve tefeciler de bu zalimler arasında zikredilmektedir. Örfi cezalar, suçu işleyenin kişiliğine göre değişmektedir. Eşkıyalığa sapmış olan kimse, sancak-beyi ise, idamın en hakaretlisi sayılan başı kesilme suretiyle bu cezaya çarptırılır. İhtikâr ve tefecilik yapanlar ise, küreğe konulur. Adâletnâmede (aşağıda No. IX.) görüldüğü üzere, pâdişâh, zulüm yapan ve zor kullanan ehl-i örfün kulluk sıfatını kaldırmakta ve onlara karşı köylülerin kendi aralarından bir yiğitbaşı seçerek direnç göstermelerine izin vermektedir. Halka mukavemet hakkı tanıyan bu hüküm, ileride âyanlar döneminde büyük bir önem kazanacaktır, Bu prensip daha 16. yüzyıl ilk yarısına ait şu kanunda görülür: “Eğer bir sipahi buyruk olmadan ulak istese ya davar boğazlasa, anı dövseler suçlu olmaya”. Biliyoruz ki, Celâlî kargaşalıkları sırasında halk arasında yiğitbaşı örgütü yapılmıştır. Kişilerin suçu önlemek için kuvvet kullanması ve bu yüzden suçlu sayılmaması şeri’atin müsaade ettiği bir harekettir.


VII. Zorla Nikah ve Gerdek Resmi

1565 tarihli adâletnâmeye göre (aşağıda No. II.) “kudretlû olan kimesneler” reâyânın kızlarını, velilerinin gönlü olmadan zorla istedikleri kimselere nikah ettiriyorlar yahut karılarını boşattırıp istedikleriyle evlendiriyorlarmış. Bu gerdek resmiyle ilgili bir yolsuzluktur.

Aynı yolsuzluk, H. 1005 tarihli adâletnâmede (aşağıda No. IX.) şehirlerde ve kasabalarda oturan müteferrikalar ve çavuşlara yüklenir. Bunlar, beylerbeyi divanı veya kadı mahkemesine –  adamlarıyla gidip zorbalıkla haklıyı haksız çıkartıyor ve Müslümanların, kızlarını kendi izinleri olmadan evlendirmelerine izin vermiyorlarmış.

Bu sorun, pâdişâh’ ın hükümeti tarafından ciddiyetle ele alınmış ve Anadolu ve Suriye’deki bütün beylerbeyiliklere bu zorbalığı yasaklayan 1565 tarihli adâletnâme gönderilmiştir.

Subaşı, sipahi ve voyvodaların bu işe karışmalarına gerdek resmi bir bahane olmaktadır. Gerdek resmi, resm-i ‘arûs ve.ya ‘arûsâne denilen bu resim, örfi bir resimdir. Şerî değildir. Onu, nikahı akdeden kadının aldığı resm-i nikâh karıştırmamak lazımdır. Gerdek resmini evlenen adam öder. 15. yüzyıl sonlarına doğru Osmanlı devlerinin kurulduğu bölgede (Hüdavendigar ve Kütahya sancakları), çeyizli kız için 60, dul kadın için 40 akça, fakir için bunların yarı nisbeti ve orta hallilerden bu ikisi arası bir resim alınırdı. Karaman vilayetinde (Konya ve İçel) gerdek resmi, a’lâ (zengin) evsat (orta halli) ve edna (fakir) olarak 60, 40 ve 20 akça alınırdı. Fakat, 16. yüzyılda ülkede genellikle Müslüman bakire kız için 60, dul kadın (seyyibe) için 30 akça olarak tesbit edilmiştir (Niğbolu ve Sirem’de olduğu gibi Gürcistan’da da bu nisbeti buluruz). Fakir ise, bu nisbetlerin yarısı alınırdı. Keza zimmîler (Osmanlı tebaası gayrimüslimler)den bu nisbetlerin yarısı alınırdı. Fakat 18. yüzyılda Mora’da zimmî gerdek resminin Müslümanların iki misli 120 ve 60 olduğunu görüyoruz. Boşadığı karısını tekrar alandan gerdek resmi alınmaması bir kanun hükmüydü. Kızın babası hangi sipahiye raiyyet yazılmış ise, gerdek resmi o sipahiye ödenir. Dul kadın ise, kimin toprağında nikâh olduysa o sipahi alır. Yürüklerde ise kız olsun dul olsun, kime raiyyet yazılmış ise o alır. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, eski devirlerde birçok bölgelerde bu resmin yarısı sancak-beyine aittir. Sebep olduğu yolsuzluklar yüzünden bu yöntem değiştirildi ve gerdek resmi tümüyle sipahilere gelir bağlandı. Bununla beraber, 16. yüzyılda dahi sancak beylerinin gerdek resminin yarısını aldıkları bölgeler vardı (mesela Musul, Erzincan ve Gürcistan). Evlenen sipahi kızlarının gerdek resmi sancak-beyine aitti.

Yaya ve müsellem askerî teşkilatında, yürükler, tatarlar, yağcı ve kürecilerde gerdek resmi o örgütün subaşısına aittir. Bu prensip, fikrimizce, gerdek resminin aslında feodal tabilik ile ilgisini açığa vurmaktadır. Onun örfî bir vergi olması, Osmanlılara geçmiş eski bir adet olduğunu gösterir. Evlenecek kız veya kadın üzerinde bir çeşit vasilik hakkı veren eski feodal adet, askeri sınıfa mensup olanlar tarafından, adâletnâmelerde gördüğümüz biçimde kötüye kullanılmıştır.


VIII. Tefeciler

H. 1018 tarihli adâletnâmede (aşağıda No. X.), reâyâyı korumak amacıyla tefecilere karşı da önlemler alınmıştır. Buna göre, görevlilerin soygunculuğu yüzünden reâyânın mal ve rızkı yağmaya gidip müflis durumuna düştüklerinden, ister istemez murabahacılara başvurmaktadırlar. Bunlar da bir altın veya bir kuruşu ayda dört beş akça faizle vermekte, sonra çoğu bin akçeyi dört yüz veya beş yüz akçe kabul etmekte idiler. Bu yüzden reâyâdan birçok kimseler borca batmıştır. Adâletnâmeye göre murabahacılar, bunları köleleri gibi bedava hizmetlerinde kullanmakta, sözüne karşı gelirlerse hapse attırıp ömürleri boyunca zindanda bırakmaktadırlar. Bu yüzden borçlu reâyâdan birçoğu yerini yurdunu bırakıp kaçmakta imişler. Adâletnâmeye göre bundan sonra on akçaya bir buçuk akça faiz alınacaktır. Bundan fazla aldığı sabit olursa fazlası geri alınacaktır. Bu hükme karşı gelenler, süresiz kürek cezasıyla cezalandırılacaktır.

Aynı adâletnâmede muhtekirlerin, karaborsacıların halka verdikleri sıkıntı dile getirilmiştir. Bir vilayete dışarıdan gelen yiyecek ve sair eşyayı bazı kimseler dışarıda karşılayıp sahibini istediği yerde satmağa bırakmamakta, zorla aşağı fiyatla elinden alıp mahzenlerde depo etmekte ve o vilayet halkına üç dört kat pahasına ve eksik terazi ve ölçekle satmaktadırlar. Adâletnâmeye göre, bundan böyle mal getirenler, istedikleri yerde eşyalarını kendileri satacaklar ve vilayet ahalisi paralarıyla bol bol alabileceklerdir. Muhtekirler, bu yasağı dinlemezlerse süresiz kürek cezası verilecektir.

Adâletnâmeler, reâyâyı sıkıntı ve darlığa atan para sorununu da dikkatle ele almışlardır. H. 1004 tarihli adâletnâme, her yerde flori altınının 118 akçaya ve gümüş kuruşun 68 akçaya geçmesini, fazlaya alınıp verilmemesini emretmekte, aykırı hareket edenleri kürek cezasıyla tehdit etmektedir. Osmanlı gümüş akçası da sekizi bir dirhem ağırlığında (3,125 gram)dır. H. 1018 tarihli adâletnâme, o tarihte resmî emirlere rağmen altının 130 ve tam kuruş ve arslanî denilen Hollanda gümüş kuruşunun 90 – 95 akçaya geçtiğini tespit etmekte ve evvelce emredildiği gibi her yerde altının 120, kuruşun 80, arslanî kuruşun ise 70 akçayı geçmesini emretmektedir. Bu emre karşı duranlar, kim olursa olsun, kadı tarafından hapsedilecek ve durum Kapı’ya arz edilecektir.


Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm,
dolaştım mülk-i islâmı bütün viraneler gördüm.

Ziya Paşa    

Eskiden beri reâyânın ağır vergiler ve zulümler karşısında en etkili silahı köyünü bırakıp göçmekti. Böylece dağılan köy, devlet hazinesi için kaybolmuş bir gelir kaynağıdır. Aynı zamanda orası timar olarak kime verilmiş ise, o da dirliğini kaybetmiş olur. Yakın-Doğuda, Sâsanilerden beri devleti en ziyade kaygılandıran konulardan biri budur. H. 947 ve H. 1005 tarihli adâletnâmeler bu kaygıyı canlı bir şekilde yansıtmaktadır.

Görseller ve altyazıları hariç bu yazının tamamı yazarın ilgi eserinin beşinci bölümünden alınmıştır.

H. 947 tarihli adâletnâmede padişah, vüzera ve beylerin hâslarından, zeamet ve timarlardan, Müslüman ve Hristiyan köylerinden birçok insanların yerlerini bırakıp başka yerlere göçüp dağıldıkları belirtilmektedir. Bunun sonucu, “nice köyler ve yerler hâlî ve harâb” kalmış ve bu yüzden timar sahiplerinin de gelirleri azalmıştır. Bunun nedeni, reâyâya karşı yapılan zulümlerin, sorumlu kimseler, yani sancak-beyi ve kadılar tarafından önlenmemesinden ileri gelmektedir. Kendilerinden, reâyâyı yerlerine geri getirmek için şu önlemlerin uygulanması istenmektedir: Evvelâ yerine gidip bu reâyânın göçmeleri sebebi soruşturulacak, şikâyetleri beylerden mi, kadılardan mı, subaşılardan mı, sipahilerden mi, emînler, âmiller, voyvodalar, haraççılar ve koyun hakcılardan mıdır, anlaşılacak; şikâyet konuları tespit olunacak, kaç kişi göçmüştür, defterde kimin üzerine raiyyet yazılmışlardır, ne zamandan beri gitmişlerdir, tespit olunacak; göçleri on yılı geçmemiş olanlar göçürülüp defter-i cedid’de (en son tahrir defterinde) nereye yazılmışlar ise, tekrar oraya yerleştirileceklerdir. Göçe sebep olan zulümler giderilecek, yerleri ve köyleri şenlendirilip ihya olunacaktır. Sonuç, padişah Kapısı’na arz olunacaktır. Bundan sonra da herhangi bir köy dağılacak olursa, sancak-beyi ve kadı derhal oraya gidecek, göçün sebeplerini araştıracak, göçenleri yerlerine getirmeğe çalışacaklardır.

Tags:

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.