Vehhab: 11 Eylül’ün Tohumları
Tarihte Neler Oldu | Daron Acemoglu | Mart 10, 2021 at 4:36 pmSuudi Arabistan normlar kafesinin kuvvetlendirilmesinin timsali olsa da bölgedeki diğer despotik rejimler de aynı taktikleri izlemektedir. Saddam Hüseyin’in Irak devletini ele alalım. Irak, Mekke Emiri Hüseyin’e göre, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaş veren Araplara hak ettiklerini vermeyerek onları aldatan karanlık planın sonucunda Britanya “mandası” olarak ortaya çıkmıştı. Durumu yumuşatmak İsteyen Britanyalılar Hüseyin’in oğullarından Faysal’ı Irak kralı yapmışlardı. Sömürgeciliğin ürünü olan Irak, zamanın üç Osmanlı vilayeti olan Musul, Bağdat ve Basra’nın birleştirilmesiyle ortaya çıkmıştı. Faysal’ı yönetime yerleştirmek sömürge siyasetinin garip bir parçasıydı. Tahta çıktığı sırada orkestra Britanya milli marşı olan “Tanrı kralı korusunu” çalıyordu çünkü o sırada Irak’ın bir milli marşı yoktu. Monarşi uzun sürmedi. 1931’de bağımsızlığını kazanan Irak’taki ilk askeri darbe 1936’da gerçekleşti. Bunu yirmi yıllık bir yoğun siyasi istikrarsızlık dönemi izledi. Nihayet 1958’ de Tuğgeneral Abdülkerim Kasım liderliğindeki “Özgür Subaylar” darbesi monarşiyi devirdi. Darbenin ilk saatlerinde Kasım’ın adamları kral ve ailesini infaz etmişlerdi bile.
Kasım, ulemayı devlet denetimi altına aldı ve devleti laikleştirmeye çalıştı. Fakat bu girişimler kısa ömürlü oldu. Kasım’ın kendisi 1968’de Baas Partisi sempatizanı olan darbeciler tarafından öldürüldü. 1947’de Suriye’de kurulan Baas Partisi’nin ideolojisi pan-Arabizm’e, sömürgecilik karşıtlığına ve sosyalizme dayanıyordu. Baasçılar seküler oldukları halde topluma boyun eğdirmek ve normlar kafesini kuvvetlendirmek için İslam’ı kullanmakta bir sakınca görmediler. Bu süreç 1968’de Baasçılar bir başka darbeyle kesin kontrolü ellerine geçirdiklerinde başlamış, Saddam Hüseyin 1979’da kişisel iktidarını kurduğunda daha da yoğunlaşmıştı. Saddam asker kökenli değildi ama parti içerisinde kendi iktidarının yolunu acımasızca açmıştı. Şans kapısına geldiğinde kullanmasını bilmişti. İktidarını güçlendirmek için Devrim Komuta Konseyi üyelerinin üçte birinin ailelerini rehin tutuyordu. Ardından gerçekten aldı yürüdü. Devrim Komuta Konseyi Sekreteri (Saddam başkan yardımcısıydı) Muhyi Abdül Hüseyin’in bir itirafını filme çektirdi ve tüm ülkedeki parti üyelerine izlettirdi. Bir tarihçinin anlattığına göre:
Saddam üzgün bir halde yanaklarından süzülen gözyaşlarıyla toplantıdakilere seslendi. (Abdül Hüseyin’in) itirafındaki boşlukları doldurdu ve dramatik biçimde eski meslektaşlarını işaret etti. Muhafızlar bu kişileri toplantı salonundan çekip çıkardılar. Ardından Saddam ülkenin üst düzey bakanlarını ve parti liderlerini gerçek idam mangalarını oluşturmaları için göreve çağırdı.
1 Ağustos 1979’a kadar beş yüze yakın üst düzey Baasçının infaz edildiği anlaşılıyor.
Nabukadnezar yine atına atlıyor
Saddam artık tüm kontrolü eline almıştı. Ulema üyelerini devletin maaşlı memurları haline getirdi ve kendisine tabi kıldı. Kendi iktidarını meşrulaştırmak için ayrıntılı bir ideoloji inşa etti. Buna göre MÖ 5. yüzyılın Büyük Babil Kralı Nabukadnezar’a dayanan bir soydan geliyordu. Elbette Nabukadnezar Müslüman değildi ama Saddam’ın iktidarı daha istikrarsız ve daha az meşru hale geldikçe, İslam’a giderek artan olumlu atıflarda bulunmakla yetinmeyip aklına her gelen aracı da kullanmaya başladı. Saddam iktidarı ele geçirmesinden bir yıl sonra İran’ı işgal etmiş ve İran-Irak arasında korkunç bir savaş başlamıştı. Şahın 1979’da devrilmesinin ardından oluşan İran rejiminin zayıflığından istifade etmeyi ve petrol sahalarını ele geçirmeyi ummuştu. Bunun yerine sekiz yıl süren kanlı bir yenişememe durumu yaşanacaktı.
1982’ de Saddam seküler kökenlerini bütünüyle bir kenara itmişti. Cihattan bahsediyor, konuşmalarını, “Allah sizi koruyacak, savunacak ve zafere ulaştıracak” türünden dini ifadelerle bitiriyordu. 1984 yılında Peygamberin doğum günü kutlamalarında Saddam artık, “Irak halkının geleceği ve tek tanrılı İslam dinini yüceltmek için savaşan, ebedi İslam’ın mesajının rehberlik ettiği, tarihî, mahir, cihatçı liderimiz” diye alkışlanıyordu. Altı yıl sonra Kuveyt’i işgal ettiğinde Saddam “bize (bana diye okuyun) bu yolu gösteren Allah’tı… Allah bizden razıdır’’ iddiasında bulunacaktı. Çöl Fırtınası Operasyonu ile (çoğunluğu) ABD askeri olan birlikler tarafından 1 Ocak 1991 ‘de tam bir yenilgiye uğratıldığında Saddam’ın İslam’a atıfları daha da arttı. Yoğun bir İslamî eğitim programı başlattı ve okullarda Kuran ve hadis araştırmalarına ayrılan zamanı iki hatta üç katına çıkardı. Yetişkinler ve hatta kabine üyeleri bile Kuran dersleri almaya zorlandılar. Saddam kendi adıyla “Saddam Kuran Okuma Merkezi” ve “Saddam İslami Çalışmalar Üniversitesi’ni” açtı. Öğretmenler Kuran bilgileri için sınava alındılar ve dini metinlerin önemli bölümlerini başarıyla hatmeden mahkûmlar ceza indirimi aldılar. 1992’de Saddam “Allah Büyüktür” sözlerinin Irak bayrağına eklenmesi konusunda ısrar etti ve kamuoyu önünde bayrağın, “Kafir sürüsüne karşı… Cihadın ve inancın sancağı” olduğunu söyledi.
Saddam artık kendisini “müminlerin kumandanı” olarak tanımlıyor ve normlar kafesini kuvvetlendirerek din inancını cilalıyordu. 1994’te 59 Sayılı Kararname ile ilk defa Şeriat’tan ilham alan ve Irak hukukunu dönüştürecek bir dizi yasa çıkarıldı. Bundan sonra soygun ve araba hırsızlığına verilen ceza elin bilekten kesilmesi şeklinde olacaktı. İkinci bir suç işlendiğinde sol ayak bilekten kesilecekti. Kısa süre sonra resmi onayı olmayan dövizciler ve “vurguncu bankerler” aynı cezayı aldılar. Bu yasalardan önce 1990’ da, zina yapan bir kadını akrabalarının öldürmesinin yasal hale getirilmesi gibi “aşiret geleneklerini” ceza yasasına ekleyen düzenlemeler de yapılmıştı.
Saddam Suudi Arabistan’daki himaye sistemine benzeyen kararnameler geçirerek normlar kafesini sıkılaştırmaya devam etti. Kadınların erkek bir akraba yanında olmadan yurtdışına gitmelerine izin verilmiyordu. Kadınların çalışmayı bırakarak evde kalmaları gerektiğini söylemeye başladı ama toplum tarafından ters tepeceğini fark edince uygulamaya geçirmedi. Irak’ta İslam dışı olduğu gerekçesiyle tüm kadın yargıçların görevden alınmaları kararı ise 2003 yılında ABD’nin yerleştirdiği hükümetçe verildi.
Suudilerin denetimsiz despotizmi ve sıkı (ve giderek sılalaşan) normlar kafesini bir araya getirme stratejileri, sadece Saddam için değil, Ortadoğu’daki pek çok rejim için de cazipti. Bölgenin bu kutsal olmayan ittifak için bereketli bir zemin oluşturmasının birkaç sebebi vardı. Çekici olan ilk husus despotik yönetimin tarihinden kaynaklanıyordu. İslam imparatorlukları İbn Haldun’un tanımladığı nedenlerden dolayı katı despotik bir yola ‘yönelmişlerdi. Bu despotik evrim Osmanlı yönetiminde de sürdü ve belki de katmerlendi. Toplumun isyan etme alternatifi dışında karar alma süreçlerinde söz sahibi olabilmesi veya yöneticilere herhangi bir hesap sorabilmesi için fazla yol yoktu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı’nın yerini Avrupalı sömürgeci güçler aldı. Kendi kendini yönetme ve bağımsızlık gibi son on yıllarda yükselen tutkular bastırıldı. Kısa süre içerisinde yapay ve bağımlı devletler yaratıldı. Despotizme eğilimleri istisna tutulursa bu devletlerin mevcut siyasal yapıları ve sınırlarıyla ortak çok az yönleri vardı. Ardından ülkeler arasında eşitsiz biçimde dağılmış olsa da bölgenin en büyük ihraç kalemi olan petrol etkisi geldi. Siyasi iktidarı ellerinde tutanlar için büyük ödüller yaratan doğal kaynaklar despotizmi de teşvik edebilir. Ortadoğu’nun yakın tarihi bu konuda bir istisna olmadı. Ardından İsrail devletinin kuruluşu geldi ve kesintisiz devam edecek Arap-İsrail çatışmaları başladı. Artık sahne tüm bölgede despotizmi yaratacak ve yeniden üretecek şekilde dinin ve normlar kafesinin sömürülmesi için hazırdı.
11 Eylül’ün tohumları
Ortadoğu’daki despotik devletlerin kuvvetlendirilen bir normlar kafesiyle iç içe geçmelerinin tesadüf olmadığını gördük. Suudi Arabistan’ın en uçtaki örneği temsil ettiği şüphesizdir. Çalışma hayatında kadın ve erkeklerin bu kadar sert biçimde ayrıştırıldıkları bir başka Müslüman ülkesi yoktur. Fakat tüm bu devletler kendi siyasi güçlerini artırmak için İslam’ın ademi merkeziyetçi yapısını istismar etmek bakımından aynı oyunu oynamaktadırlar. Mısır’da Sünni İslam’ın en yetkili sesi olan EI Ezher Üniversitesi’nin 1962’de yayınladığı bir fetva İsrail’le barışın İslam’a aykırı olduğunu ilan etmişti. Buna rağmen 1979 yılında Başkan Enver Sedat, İsrail Başbakanı Menahem Begin’Ie Camp David Barış Antlaşması’nı imzaladığında El-Ezher Üniversitesi şeyhi, İsrail’le barışın İslamî ilkelerle tutarlı olduğunu söyleyen tam tersi bir fetva çıkardı. Kaynak olarak da Kuran’ı ve Muhammed’in yapmış olduğu çeşitli anlaşmaları gösterdi. Mısır ordusu İsrail’le barış yapmak istediğinde ulemanın yardımlarına koşacağına güvenebilirlerdi.
İktisatçı Jean-Pnilippe Platteau ulemanın, en azından bir bölümünün Ortadoğu’daki despotik devletlerle kurduğu bu ortak yaşamın başka bir sonucuna daha işaret ediyor. Vehhab’ın ulema mensubu olduğunu ama kimsenin onu atamadığını anımsayalım. Dinî eğitim vermeye başlamış, insanlar tarafından dinî bir otorite ve bir bilgin olarak tanınmıştı. Verdiği hükümleri insanlar dinlemeye başlamıştı. Yani aslında Suudi Devleti Büyük Âlimler Heyeti’ne sahip olabilir ve heyete hangi fetvaları yayınlaması gerektiğini de dikte edebilirdi ama başka herhangi bir kişinin bir gün ulema olarak ortaya çıkmasını ve çelişkili fetvalar vermesini engelleyemezdi. İşte bu tam da Usame bin Ladin’in yaptığı şeydi. 1996’ da yayınladığı ilk fetvasında Ortadoğu’nun özellikle de Suudi Arabistan’ın içinde olduğu korkunç durumdan yakınıyordu:
İnsanlar iktidardaki rejimin baskıcı ve gayrimeşru tavır ve uygulamalarına itiraz etmiyorlar çünkü bunun Allah’ın onlar üzerindeki laneti olduğuna inanıyorlar: Kutsal Şeriat yasasını göz ardı ediyorlar, insanları meşru haklarından yoksun bırakıyorlar. Amerikalıların Haremeyn-i Şerifeyn’in (iki kutsal kent) topraklarını işgal etmelerine ve dürüst âlimlerin adaletsizce tutuklanmalarına izin veriyorlar. Onur sahibi ulema, âlimler, tüccarlar, iktisatçılar ve ülkenin önde gelen insanlarının tamamı bu felaket durum karşısında endişe duymaktadırlar.
Gerçi Bin Ladin’in fetvasının çoğu Amerika karşıtı bir nutuktu ama Suudi Arabistan’daki gerçek sorunun ne olduğuna dair görüşünü de ortaya koyuyordu: “iktidardaki rejim.” Ve sonra da onlara karşı cihat çağrısında bulunuyordu.
Ortadoğu devletlerinin siyasi stratejisi sadece normlar kafesini kuvvetlendirerek özgürlüğü ortadan kaldırmakla kalmaz. Şiddet, istikrarsızlık ve terörizm tohumları da eker. Her toplumun kafesi özgürlükleri sınırlar. Bunu insanların davranış ve söylemlerini düzenleyerek yapar, neler hakkında konuştuklarına ve onları nasıl konuştuklarına karışarak. Ortadoğu’daki normlar kafesi despotu eleştirecek bir söylemin oluşmasını oldukça zorlaştırır çünkü despot dini temsil ettiğini iddia etmektedir. Onu eleştirmek dini eleştirmektir. Bunun yol açtığı doğal eğilim despotun yeterince dindar olmadığı ve sizin inancınızın ondan daha kuvvetli olduğu eleştirisini geliştirmektir. Platteau’nun sözleriyle:
Despotlar oldukça çekişmeli bir ortamda dini kullanarak kendilerini meşrulaştırdıklarında, dini bir karşı tepkinin oluşumunu da kışkırtabilirler. Bu ortamda yönetici ve muhalifleri kendilerinin daha inançlı olduklarını kanıtlama yarışına girebilirler.
İşte Bin Ladin tam da bunu yapıyordu. Fetvasının devamında, “Rejim, İslam Şeriatı’nı askıya almış, onun yerine insan yapımı medeni hukuku geçirmiş, kendini adamış ulemayla ve ahlaklı gençlikle kanlı bir çatışmaya girmişti.” Suudiler ulemanın çoğunu ele geçirmiş olabilirlerdi fakat halen ortada Bin Ladin gibi “adanmış ulema” vardı. Suudilerin çabalarına rağmen Bin Ladin ele geçirilemedi. Bin Ladin toplumsal bir hareket yarattı ve sadece Batı ve ABD nefretiyle sınırlı olmayan, fakat Suudiler ve “iktidardaki rejimlerinin baskıcı ve gayrimeşru tavır ve uygulamalarına” karşı nefreti ve küçümsemeyi de içeren, radikal ve şiddetli bir gündem oluşturdu.
Despotik Leviathan’ın ulemayı kendi amaçları için istismar etmesi ve bu stratejinin Suudi Arabistan’da bu denli yoğun ve başarılı biçimde kullanılması, Suudi sisteminin Usame Bin Ladin’i nasıl doğurduğunu ve 11 Eylül 2001’de Birleşik Devletlerde uçak düşüren on dokuz korsandan on beşinin neden Suudi Arabistan vatandaşı olduğunu açıklar. “Despotik Leviathan”lar ile İslam’ın yapısının oluşturduğu karışım sadece normlar kafesini kuvvetlendirmez, terör, şiddet ve istikrarsızlık da yaratır.