Fatih Sultan Mehmet’in yaşamı ve ölümü
Tarihte Neler Oldu | canakci | Ekim 12, 2013 at 5:23 pmOsmanlı tarihinde fetihler çok fazla, ama Fatih denildiğinde aklımıza sadece bir tek Sultan yani II. Mehmet geliyor. Oldukça travmatik bir aile ve siyaset ortamında dünyaya gelen Sultan II. Mehmet’in yetişme şartları ve tahta çıkışı ilginçtir.
Dedesi Mehmet Çelebi’nin inme inerek ölümü üzerine Babası II. Murat’ın henüz on yaşında iken padişahlığını ilan etmesiyle birlikte amcası Mustafa Çelebi de Edirne’de hükümdarlığını ilan etmişti. Tahta çıkışının birinci yılında amcasıyla savaşa tutuşan II. Murat sonunda Çelebi Mustafa’yı Edirne’deki hisar burcuna astırdı (1422). Bir yıl sonra da on üç yaşındaki öz kardeşi şehzade Mustafa’yı İznik’te yakalatıp bir incir ağacının dibinde boğdurduktan sonra Bursa’da babası I. Mehmet’in yanına gömdürdü (1423). Daha da küçük yaştaki öbür iki kardeşleri Mahmut ile Yusuf’un da sadece kızgın demirle gözlerini çıkartıp kör ettirmekle yetinmiştir.
Veziriazam Çandarlı Halil Paşa’nın devletin mutlak egemeni gibi olup, bütün gücü elinde topladığı, babası Sultan II.Murat’ın ise henüz on üç yaşında iken ikidarı kendisine bıraktığı, sonra tekrar geri aldığı, tekrar geri verdiği çalkantılı dönemlerden sonra 1451 yılında II.Murat da tıpkı babası Mehmet Çelebi gibi, inme inerek öldü. Öldüğü sırada henüz kırk dokuz yaşındaydı ve toplam otuz yıl kalmıştı iktidarda. Oğlu II. Mehmet, Manisa’dan Edirne’ye gelinceye kadar, ölümü on altı gün gizlendi.
Çelebi Mehmet’ten sonra ölümü gizlenen ikinci padişahtı II. Murat. Ve Bursa’ya gömülen son padişah da o olacaktı. Akla burada bir başka soru daha takılıyor. Mehmet Çelebi’yle oğlu II. Murat inme iner inmez gerçekten hemen ölmüşler miydi? Yoksa felçli bir padişahın padişahlık edemeyeceğini düşünenler, onlara belgesi olmayan bir kolaylık mı göstermişlerdi? Kim bilir?
Surlar henüz bitmeden ( 28 Haziran 1452’de) savaş ilan edildi ve 50.000 kişilik ordu Rumeli Hisarı’ndan hareket etti. İstanbul Surları karşısında çadırlar kuruldu. 31 Ağustos’a kadar ordu İstanbul’da kaldı, sonra Edirne’ye gidildi. Edirne’de eski Bizans esiri olan Macar asıllı Urban’a kendi icadı olan ve elli çift öküzle çekilebilen Şahi toplarından döktürüldü. Her topun iki tarafında ikiyüzer asker yürüyor; kaymaması için çaba sarfediliyordu. Subat 1453’de, dökülen iri topların İstanbul önlerine götürülmesi emredildi. 10.000 kişilik bir ordu da İstanbul yakınındaki Vize, Silivri ve Ayestefanos kalelerini kuşattı. Nisan ayına gelindiğinde eyalet ve sancaklara orduya katılmaları için haber gönderildi. 5 Nisan 1453’de Osmanlı Ordusu 80.000 kadar askerle İstanbul’a hareket etti. 6 Nisan 1453’de 10.000 sipahi Maltepe civarını tuttu. II. Mehmed de Anadolu ve Haliç’i tutmuştu. Zağanos Paşa da Beyoğlu’nu fethetti, Galata üzerine yürüdü. Aynı gün padişah, Veli Mahmud Paşa’yı elçi olarak imparatora gönderdi. Ama barış teklifi Bizans tarafından kabul edilmedi.
Bunun üzerine Konstantinopolis’e karşı karadan ve denizden girişilen kuşatmanın Topkapı’dan (Sen Rumen) başladığı 6 Nisan 1453 günü 4.970’i asker olmak üzere kadın çoluk, çocuk siviller dâhil olmak üzere toplam yüz bini ancak geçen miktardaki ahalinin savaşın sonunda 36bin’e kadar düştüğü söylenir. Bizans’a Papa, Ceneviz ve Cenovalılardan çok az bir yardım gelebilmişti. Toplam 200 bin(kimilerine göre 300bine) ulaşan sayıda asker ve 320 kadar gemi ile yapılan kuşatmanın çok etkili olması ve askeri güçler arasındaki büyük dengesizlik (5bin / 200bin) yüzünden kadim Bizans İmparatorluğu sadece İstanbul Surları’na ve Galata’dan Sarayburnu’na çekilen zincirlere güvenmek zorunda kalmıştı.
12 Nisan’da sürekli bombardıman başlamıştı. Ancak, Osmanlı Ordusu top atışlarıyla surlarda gedikler açtıkça Bizanslılar surları yeniliyor, Türklerin şehre girişine izin vermiyordu. 17-18 Nisan’da ise Prens Adaları Baltaoğlu Süleyman Paşa tarafından fethedildi. 20 Nisan’da Bizans’a yardıma gelen 5 tane Rum ve Latin gemisi Osmanlı donanması’nı geçerek Haliç’e girdi. Haliç ile Karaköy arasına çekilen zincirden ötürü Osmanlı donanmasının Haliç’e girememesi savaşın seyrini Osmanlı aleyhine çeviriyordu. Bu gelişmeler üzerine Fatih Sultan Mehmet 21 Nisan’ı 22 Nisan’a bağlayan gece 72 parça kadırganın karadan yürütülerek Haliç’e indirilmesi emrini verdi. Dolmabahçe üzerinden Haliç’e indirilen gemilerle savaşın seyri değişmeye başladı.
Fatihle, fetihle ve fetih sonrasıyla ilgili son derece vahşi çok sayıda hikaye bulunmaktadır. Bugün yerli tarihçilerimizin hiç bahsetmediği bu hikayelerden birkaç alıntı yapmamızda yarar var;
Fetih öncesi dönemde boğaza yapılan surlara yerleştirilen toplar marifetiyle topun menzilinden geçecek her gemiden bir haraç ödemesi istenmeye başlanmıştır. Ödemeden geçmek isteyen bir Venedik teknesi tek bir top atışı ile batırılır. Kurtulan kaptan ve 30 gemici zincirlere vurulup limana getirilirler. Daha sonra gemicilerin kesilen kafaları ile kaptanın kazığa geçirilmiş bedeni limanda uzun süre sergilenir.
Saray mutfağından karpuz(kavun) çalarak yedikleri iddia edilen ondört uşak katledilir. Karınları açılarak hangilerinin yiyip yemedikleri araştırılır.
Yeniçerilere padişahın şehvet düşkünü olduğu olmadığını göstermek üzere onların önünde kendisinin bizzat güzel bir hatun kölenin başını gövdesinden ayırması.
Fetih günü bir Türk askeri Son Bizans imparatoru Konstantinos Paleologos’un altın kartallı kızıl pabuçlarından tanıdığı cesedinin başını keserek Fatih’e götürmüş ve “Saadetlü Padişâhım, işte en müdhiş düşmanın kellesi !” diye ayaklarının önüne doğru atmış. Daha sonra bu kesik başın hakikaten İmparatora ait olduğu esirler tarafından da teşhis edilince, o asker bulduğu kellenin bir ödülü olarak Anadolu’da bir sancak beyliğine tayin edilmiştir.
İmparator’un kesik başı İstanbul’da teşhir edildikten sonra, tahnit edilerek Bizans esirlerinden seçilen kırk oğlan ve kırk kızla beraber Anadolu’ya gönderilip orada da günlerce zafer alameti olarak teşhir edilerek dolaştırılmıştır.
Tarih kitaplarımızda fetih sırasında Ulubatlı (Lupadionlu) Hasan isimlli bir yeniçeri’nin Bizans surlarına ilk sancağı diktiği 30 arkadaşı ile kaleye tırmandığı, Bizanslılar sekizini ok ve top atışlarıyla vurmuş olsalar da 22 kişinin ulaştığı ama kısa sürede ok ve top atışlarında yaralandığı, Ulubatlı Hasan ise sancağı kaleye diktiği, ancak ok darbeleri ve açılan ateşlerle orada vefat ettiği yazıyor. Söylediği son söz ise: Allah’ım bu sancağı buradan indirme! imiş.
O kargaşada surlara bayrağı ilk diken kişinin isminin sağlıklı bir şekilde zikredilmesinin nasıl mümkün olduğu araştırıldığında ise o dönemin kaynaklarından hiçbirinde böyle bir ismin ve keza olaya ilişkin zikredilen diğer herhangi ayrıntının yer almadığı görülüyor. Fetih sırasında bizzat hazır bulunan Bizanslı tarihçi Francis’in orijinal eserinde Ulubatlı Hasan’ın ismi geçmiyorken, daha sonraki tarihlerde Francis’in eserine geniş ilaveler yapan Melissinos’un yazdığı kitapta bu ismin ilk defa yer aldığı ortaya çıkmıştır. Melissinos, Francis’in eserine yaklaşık dört misli daha ilave yapmış. Birçok tarihçi ve araştırmacı, Melissinos’un eseri renklendirmek için bu tür hikayeler uydurduğu ve Ulubatlı Hasan’ın aslında tamamen hayalî olduğu kanaatindedir. Yerli tarihçilerimizin ise efsaneyi Melissinos’un bıraktığı yerden alıp geniş ayrıntılarla zenginleştirdikleri anlaşılıyor.
Osmanlı Sultanı II. Mehmet bu fetihten sonra aldığı Fatih ünvanının yanı sıra Kaiser-i Rum (Roma İmparatoru) ve ayrıca eski Yunancada Roma İmparatoru anlamına gelen Basileus unvanını da almıştı.
Yabancı metinlerde anlatıldığına göre fetih öncesinde ve sonrasında defalarca İstanbul(Konstantinopl)da bulunan bir seyyah fethin kente getirdiği değişiklikleri söyle gözlemlemiş;
Fetih öncesinde fakir, pejmürde ve tenha olan kentte su kemerleri ile iyi kötü çalışan bir su ve kanalizasyon sistemi mevcuttu. Fetihten sonra bu sistem bozuldu. Kemerlerdeki yıkıntılar ve paşaların konaklarına su çekmeleri nedeniyle birçok çeşmenin suyu akmaz hale geldi. Kentteki nüfus artışı, kanalizasyon sisteminin de bozulması nedeniyle tüm kanalizasyonun sokak ortasından aktığı bir sistem geldi. Binaların kat sayısı ve özelliklerinin sahibinin etnisitesi ve devletteki yetki durumuna bağlı olarak belirlendiği bir şehircilik sistemine geçildi. Kent nüfusu, sokaklarda başıboş dolaşan kedi köpek sayısı ve dışkı miktarı katlanarak arttı.
Tecrübeli vezir-i azam Çandarlı Halil Paşa’nın da üstün gayretleriyle İstanbul Fethedilir. II. Mehmet artık “Fatih” olmuştur. İşte ancak ondan sonradır ki bu fethin esas mimarı olan yaşlı vezir-i azam — Bizans’tan rüşvet olarak torik balıkları içinde altın aldığı ve kuşatmayı uzattığı gibi gülünç isnatlarla — tutuklanıp Yedikule Zindanları’na kapatılır. Daha sonra gözlerine mil çekilip kör edildikten sonra Edirne’ye gönderilir. Orada cellatlar urganlarla gelip 24 yıllık sadrazam Çandarlı Halil Paşa’yı boğarak idam ederler (1 Haziran 1453).
Paşa’nın o sırada kazasker olan oğlu azledilir. Edirne kadısı olan diğeri Süleyman Çelebi ise Fatih’in oğlu II. Beyazıt döneminde vezir-i azamlığa kadar yükseldikten sonra İnebahtı seferinde ölür. İşte bu tarihten sonra imparatorluk yönetimi artık tümüyle Türk kökenlilerden çözülüp devşirmeden yetişmiş devlet adamlarının eline geçer. Fatih ise Çandarlı Halil Paşa ile başlattığı vezir-i azam idamlarını sürdürecek ve sonraki iki vezir-i azamını daha cellâtlara verecektir.
Çandarlı’dan sonra iki yıl İshak Paşa’nın vekâlet ettiği veziriazamlığa 1455’de Mahmut Paşa getirilir. 12 yıl sadarette kaldıktan sonra 1467’de azledilip, onun yerine getirilen Rum Mehmet Paşa da üç yıllık iktidarından sonra boğdurulan Osmanlı veziriazamlarının ikincisi olarak 1470’de boğduruldu.
Yine ikinci kez sadarete getirilen Mahmut Paşa bu defa sadece iki yıl sadarette kaldıktan sonra 1474 yılında önce azledilmiş sonra da boğdurulmuş, böylece Mahmut Paşa da Fatih tarafından boğdurulan Osmanlı veziriazamlarının üçüncüsü olmuştur.
İstanbul’a dönülürken AfyonKarahisar’a gelindiğinde vezir-i azamı Mahmut Paşa’nın önce otağını kurdurup içine girmesini bekleyip, sonra da ; “ -Gidin şu herifin kafasına yıkın çadırını” diye emir vermiştir. İçoğlanı, bostancı, ortada her kim varsa koşuşup Mahmut Paşa’nın kafasına yıktılar çadırını. Yerine Rum Mehmet Paşa’yı getirdiler.
Zalim bir adam olan Rum Mehmet Paşa önüne geleni kılıçtan geçirdi, Cami, türbe ve medreseleri bir güzel yağmaladı, ağır vergiler aldı. Aynı gazabı sürdürmek için bir de Varsak Türkmenleri’nin üstüne yürüdü. Ancak Varsak beylerinden Uyuz bey tarafından bozguna uğratıldı ve gaspettiği mal, para her ne varsa ona kaptırdı. Bu yenilgi ve hakkındaki dedikodular nedeniyle boğdurulması üzerine ikinci kez sadarete getirilen Mahmut Paşa’nın dramı daha değişiktir. Azline sebep olan esas hadise Otlukbeli zaferinin ardından Tebriz’e doğru kaçan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın peşinden gitmemesi olmuştur.
Öte yandan Paşa’nın bir hadise nedeniyle şehzade Mustafa ile de arası açıktır. Kadın düşkünü olan Şehzade kendisi seferdeyken Mahmut Paşa’nın karısına tecavüz etmiş, Paşa karısını boşamış, ama Fatih’in emriyle kadını tekrar nikâhlamak zorunda kalmış. Şehzade’nin ölümü üzerine Paşa’nın düşmanları vezir-i azamın pek keyiflendiğini, Şehzade’yi onun zehirlemiş olabileceği isnadını yaymaya başladılar. O sırada azledilmiş durumda olduğu için Edirne dolaylarındaki çiftliğinde sürgünde yaşamakta olan Mahmut Paşa bu söylentiler yüzünden Fatih’e başsağlığı dilemek için İstanbul’a geldiği sırada tutuklanarak Yedikule zindanlarına attırılır. On sekiz gün sonra da boynuna cellât kemendi geçirilir. Bugünkü İstanbul’un Mahmut Paşa semtine ismini bırakan işte bu paşadır.
Fatih Sultan Mehmet’in veziriazamlarından (Mahmut Paşa’nın yerine gelen) Gedik Ahmet Paşa da oğlu II. Beyazıt tarafından boğdurtulmuştur. Boğdurtulan dördüncü vezir-i azamdır.
1474’de veziriazamlığa getirilen Gedik Ahmet Paşa 1474 yılında Fatih tarafından Arnavutluk seferine memur edilir. Paşa inatla bu sefere çıkmaya karşı durması üzerine azledilir. Rumeli hisarına hapsedilir. Ama kısa bir süre sonra da hapisten çıkarılıp kaptan-ı deryalığa atanır. Bu arada Fatih’in çok sık azlettiği veziriazamların yerine bir yenisi bulunamadığı zamanlarda hep İshak Paşa geçici olarak göreve getirilmektedir. İshak Paşa’nın 1453 – 1492 arasında hiç idam olmadan tam üç kez vezir-i azamlık yapabilmesinin belki de tek nedeni parlak herhangi bir özelliğinin olmamasıdır.
Fatih kendi dönemindeki yedi değişik veziriazam’dan üçünü boğdurtmuş, birini hapsetmiş, sonuncusunu da yeniçeriler öldürmüştür.
II. Mehmet, 18 Şubat 1451’de Edirne’de üçüncü defa hükümdar olduğu zaman yaşı on dokuzla yirmi arasında İdi. Sultan Murat öldüğü zaman Mehmet’ten başka İsfendiyar Bey’in torunu olan haremi Hatice Sultan’dan henüz süt emen Ahmet adında bir çocuğu olmuştu. Acele Edirne’ye gelen yeni hükümdarın emriyle bu çocuk boğuldu…
Yirmi yaşında tahta çıktığında iki yaşındaki kardeşi Ahmet’i öldürterek işe başlayan Fatih “tahta kim çıkarsa kardeşini öldürtebilir” yasasını getirmişti. Elli bir yaşında öldüğünde arkasında büyük oğlu Beyazıt’la küçük oğlu Cem olmak üzere iki şehzade bıraktı.
İktidar kavgası daha o ölmeden başladığından Fatih kendini güvenceye almak için iki oğlunun da iki çocuğunu yani iki erkek torununu rehin olarak yanında tutmaya başlamıştı. Kendisinin de Gedik Ahmet Paşa’nın da gönlü yirmi üç yaşındaki Cem’den yanaydı. Buna karşılık yeniçeri otuz dört yaşındaki Beyazıt’ı tutuyordu.
II. Mehmet, 18 Şubat 1451’de Edirne’de üçüncü defa hükümdar olduğu zaman yaşı on dokuzla yirmi arasında İdi. Sultan Murat öldüğü zaman Mehmet’ten başka İsfendiyar Bey’in torunu olan haremi Hatice Sultan’dan henüz süt emen Ahmet adında bir çocuğu olmuştu. Acele Edirne’ye gelen yeni hükümdarın emriyle bu çocuk boğuldu… Ve II. Sultan Mehmet, bu olaydan yirmi yedi yıl, “Magna Carta”dan ise 262 yıl sonra, (karındaşların nizam-ı âlem içün katlitmek münasibdür – yani padişah olan şehzadenin kardeşlerini öldürebileceği), o ünlü fratrisit yasasını kaleme alacaktı. Kendisi de zaten ilk örneğini verip emzikteki kardeşi Ahmet’i öldürterek böyle bir “teamül”ü başlatmıştı.
Kendisi ayrıca Bizans’la bir anlaşma yapmıştı. Bu anlaşmaya göre, Bizans’ın elinde bulunan Osmanlı hanedanına mensup Şehzade Orhan’ın salıverilmemesi için Çorlu ve çevresi Bizans’a terk ediliyor ve daha önceki padişahlar gibi Bizans’a yılda üç yüz bin akçe ödenmesi kabul ediliyordu. Kimdi bu Şehzade Orhan? Babası kimdi, anası kimdi, hangi padişahın oğlu yahut torunuydu? Kim bilir? Bunu bilmiyoruz işte…
Otuz yıl iktidarda kaldıktan sonra, kırk dokuz yaşında dünyadan ayrılan Fatih’in, zehirlenerek öldürüldüğü iddiaları da boşuna çıkmamıştır ortaya… Bizans’ı yıkmak yerine, onun başına geçme aranışı, besbelli ki pek hazmedilememiştir çevresinde…
Fatih II. Mehmet, on dokuz yaşında Edirne’de tahta çıktığı sırada, Johannes Gutenberg, Almanya’nın Mainz kentinde ilk matbaayı icat etmişti bile… 1495’te II. Beyazıt, kardeşi Cem’in öldürülmesi için Papa’ya üç yüz bin altın önerdiği sıralarda da Kristof Kolomb, çoktan Atlas Okyanusunu geçmiş ve “Yeni Dünya’da koloniler kurmaya başlamıştı. İstanbul alındı almasına, ama iki şeyi atlandı; biri matbaanın icadı, öteki okyanusların keşfi… Batı’yla Doğu arasındaki “çağdaşlık” uçurumlarının büyümesinde bu iki faktörün etkisi, durmadan kendi kendisinin karesiyle şahlanan bir rol oynadı…
Bizzat yirmi beş sefere çıkan II. Mehmet otuz yıllık iktidarı sırasında 17 devlet ile ikiyüz küsur şehir ve kale fethetmişti. Cihad edip fethettiği ülke ve halklar arasında Akoyunlular ve Karamanoğulları gibi Türk ve Müslümanlar en az gayri müslümler kadar hatta onlardan daha çoktu. Ayrıca II. Mehmet’in giriştiği tüm savaşlarda karşısındaki orduların kendisininkinden çok daha küçük kuvvetler oluşu zaferlerinin ihtişamını azaltmakta, askerî deha boyutunu sıfırlamaktadır. Tarihte Timur’un, Attila’nın zaferleriyle kıyaslanamaz bile. Osmanlı İmparatorluğunun fetihleri arasında da mesela torunu Yavuz Selim’in fethettiği topraklar onunkilerden çok daha fazladır.
Fatih Sultan Mehmet Ordularının başında Arap mı Acem mi olduğu bilinmeyen yeni bir doğu seferine giriştiği 1481 yılının 29 Nisan gününde Üsküdar’dan yola çıktığı at arabasıyla bugünkü Maltepe civarındaki Hünkâr Çayırı denilen mevkie gelindiğinde aniden hastalandı. Geri getirilerek tedavi altına alındıysa da 3 Mayıs günü vefat etti.
Sultan Mehmet’in çağdaşı olan Âşık Paşazade, Fatih’in ölümünü imalı bir dille şöyle anlatıyor: “Vefatına sebep ayağunda zahmet vardı. Tabibler Macundan aciz oldular. Ahir tabibler cem oldu, ittifak ittüler. Ayağından kan aldular. Zahmet ziyade oldu. Şarab-ı fariğ verdüler. Allah rahmetine vardı.” Hekimler nasıl bir ilaç vermişlerse, Fatih o ilacı içer içmez ölmüş. Hem de yine Âşık Paşazade’nin deyimiyle “ciğeri doğranarak…” Yani acılardan kıvranarak…
Ve Âşık Paşazade, Fatih’in ağzından sorar: Neyçün bana kıydı tabibler? Bilerek mi kıydılar, bilmeyerek mi? Bu soru da sonsuza dek yanıtsız kalacak…
Ölüm sebebi “zehirlenme” olarak belirlenmiş bunu kimin yaptırttığı konusunda ise çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Önceleri Musevi asıllı hekimbaşı Yakup Paşa’dan şüphelenilmiş ve kendisi Yeniçeri ayaklanmasından kısa süre sonra da öldürtülmüştü. Ancak, şimdi bunun Acem asıllı doktoru tarafından yapıldığı daha inandırıcı görünmektedir. Suikastle suçlananlar arasında kendisine daha önce sayısız suikast girişiminde bulunmuş olan Venedikliler de bulunsa da en büyük şüphe bizzat kendi oğlu Bayezit’in üzerindedir.
Fatih ölünce, Karamani Mehmet Paşa tarafından, ölümü gizli tutarak Sultanın hamam yapmak üzere İstanbul’a geçtiği, askerin yerinde kalıp beklemesi emr olunmuş, Amasya Valisi olan Beyazıt’a haber gönderilmiş, ama el altından Konya valisi olan Cem’e de, ağabeyinden daha önce gelivermesi için haber gönderilmişti. Ancak Sultanın vefatı birkaç gün sonra kayıklarla Anadolu yakasına geçen askerler tarafından öğrenilince şehzade Bayezit’i tutan yeniçeriler tarafından bir tür ayaklanma başlatılmıştı.
Onbir gün gizli tutulan ölüm sonunda resmen açıklandığında Avrupa’da büyük bir sevinçle karşılanmış, Venedikte kiliseler çan çalmış, La Grande Aquila e morta! — “Koca Kartal Öldü!” şeklinde kutlamalar yapılmıştır.
Ülkede ise Fatih’in ölümünden sonra kanlı ve uğursuz bir yığın kavga olmuş, oğlu 34 yaşındaki II. Beyazıt ile kendisinden on bir yaş küçük 23 yaşındaki kardeşi Cem arasındaki iktidar kavgası, ülkeyi tam bir anarşi ortamı içinde bırakmıştı.
Fatih Sultan Mehmet bizim neyimiz oluyor?
Tam olarak hiçbir şeyimiz olmuyor. Atamız, ceddimiz değildir kesinlikle. Kendisi Osmanoğlu sülalesinin bir mensubu ve belki bugün o soydan gelen toplam 40-50 kişinin atasıdır. Yani bugün bu ülkede yaşayan yetmiş milyon için irsen hiçbirşeydir. Akrabamız olmamaları onların çoğalma biçimlerinden kaynaklanan bilimsel bir gerçek. Osmanoğullarının ortalama bir Türkiyeli ile biyogenetik irsiyetleri bugün bir Eskimo’nunkinden bile muhtemelen daha azdır. Genetik bilimine biraz aşinalığı olan birisi bile bizim halen bu coğrafyada yaşayan sıradan bir Rum, bir Ermeni, Arap veya Kürt ile olan akrabalığımızın Fatih Sultan Mehmet ile olandan daha fazla olduğunu görebilir. . Tabii bu onları bizden daha üstün veya aşağı yapmaz kuşkusuz. Ama bizim akrabamız, atamız, soydaşımız olmadıklarını kanıtlar. Onun düşman edinip, savaşıp katlettiği Karamanoğulları, Akkoyunlular, Avarlar, vb hepsi bize çok daha yakın soydaşımız değiller midir?
Peki genetik olmasa daha sosyo-kültürel bir akrabalığımız da yok mu?. Yokk. Ayni millet değiliz bir kere. Türkiye olarak biz Osmanlı parçalanınca ortaya çıkan 25 – 30 devletten biriyiz bir sadece. Payitahtın bizde kalmış olması neyi değiştirir?. Arapların, Acemlerin o kültürdeki payları bize göre kesinlikle çok daha fazladır. Rumlar ve Ermenilerin de öyle. Kültürel ortaklığın kalsa kalsa anca belki otuzda biri bize düşer. Osmanlıyla biz bugün ayni dili de konuşmuyoruz, ayni yazıyı da yazmıyoruz.
Ayni değerlere sahip değil miyiz?. Kesinlikle değiliz. Ama, işte burası problem. Çünkü kültürel değerler devlet üzerinden kısmen de olsa “zorla” empoze edilebilen bir şey. İçimizden birileri şimdi de Osmanlı üzerinden bize İslamcı otoriter / totaliter CEBERRUT astığı astık kestiği kestik devletçilik promosyonu yapmak istiyor. Emniyet, güvenlik teşkilatları ile halkını sürekli sıkıştıran, yargısı ile korkutan, vatandaşın hayatının her ama her safhasına müdahale edebilen bir devlet. Vatandaşın kul sayıldığı, ceberrut devlet şiddetinin sıradanlaştığı, devletlilerin ve bürokrasinin ise ilahlaştığı bir sistem.
Dünyada çağdışı kaldı ama bu sistem bizim coğrafyalarda hala hakim olmaya devam ediyor. Bize düşen çeşitli ırktan halklara zulüm eden devletli eski dönem barbarlarına (Fatih Mehmet, Yavuz Selim, vb) ya da (İttihat ve Terakki, Teşkilat-ı Mahsusa, Kuvvayı Milliye vb) yakın dönem barbarlarına mı itibar etmek, yoksa onların zulüm ile bidat ila hürriyetlerini imha ettikleri her ırktan gerçek atalarımızı mı saygıyla yad etmek. Hangisini yapmalıyız?. Eğer biz atalarımıza zulmeden barbarlara hürmet etmeyi sürdürürsek bugünün barbarlarının da işi çok kolaylaşacak, daha nesiller boyu çocuklarımıza, ve hatta torunlarımıza zulmetmeğe devam edebilecekler. Çok iyi düşünmemiz gerek..
Fetih nedir? Fatihler saygıdeğer insanlar mıdır?
Önce “Fetih” kavramıyla başlayalım. “Fetih” kavramı silah kullanmayı, cebir ve şiddetle bir coğrafyada yaşayan insanlar üzerinde hükümranlık kurmayı ifade eder. Askercil yöntemlerle kollektif olarak yapılan bir “silahlı gasp” eylemidir. Bu zorla ele geçirme(gasp) işlemi ülkenin kendi askerleri tarafından yapıldığında “askeri darbe”, yabancı bir ülkenin askerleri tarafından yapıldığında ise “Fetih” oluyor. Fetih eyleminin olsun, onu gerçekleştiren Fatih’lerin olsun saygıdeğer bir tarafı yok.
Fethedenin ve fethedilenin kim olduğu, hangi din iman adına yaptığı, ya da hangi yüceliği temsil ettiği bu eylemin öz niteliğini değiştirmez. İsterse babamız olsun gaspçı saygıdeğer bir insan değildir. Çünkü gasp (fetih) aşağılık bir iştir.
Kalpleri fethetmek diye bir kavram yoktur. Kalpler iyilikle hoşlukla kazanılabilir ama cebir ve şiddetle değil. Fetih kavramını “kazanmak” ile eşanlamlı olarak kullanmak demagojidir. Kavramın iğrençliğini aklamakta kullanılamaz.
Uygar dünyada hiç sempatik karşılanan bir “fatih” var mı dünyada, geçmişte olmuş mu?. İnsanlar neden Fatih’lere Piç diyorlar. Neden hiç kimse çocuğuna Conquerer, Eroberer, Conquistador (Fatih, Fethi vb) gibi isimler vermeyi aklına bile getirmiyor. Çünkü Fatihlerin sadece fethedilen ülkede değil, fetheden ülkedeki kendi vatandaşlarına da bir hayrı olmaz. Barbar bir dünyanın insanıdırlar. Uygar insanlar barbarlıktan nefret ederler.
Şimdi diyeceksiniz ki ortada zaten hükümranlık kurmuş bir despot var. Biz onunla savaşıp yenerek iktidarı onun elinden devralırsak bu niye aşağılık bir iş olsun. İşte işin en iğrenç tarafı da bu. Savaşıp ölüp öldürerek iktidarların devralınabilmesi askercilliği fiilen meşru bir yaklaşım haline getiriyor. Şimdi askeri bakımdan çok güçlü ülkeler var. Neden hiçbirisinin sınırları artık hiç büyüyemiyor?. Çünkü fatihlerin defteri en sonunda 20nci yüzyılda dürüldü de ondan. Geçmiştekilerin de hepsi artık haysiyetsizleştirildiler. Eğer bir ülkede halâ şerefle yadedilen fatihler varsa o ülke geride kalmıştır, bugünün kültürel dünyasının mezrasında kalmıştır da ondandır.
Daha sonra torunu Sultan Selim’e verilecek Yavuz (kötü, zalim, korkunç, gaddar, çirkin) ünvanı gibi Sultan II. Mehmet’e verilen “Fatih” ünvanı da hayırhah bir ünvan olmamıştır. Özellikle bugünkü dünyada “Fatih” denilince hiç kimsenin aklına saygıdeğer bir şahsiyet gelmiyor. İngilizlerin Fatih’i tarihteki PİÇ WİLHELM denilen ve hiç sevilip saygı duyulmayan bir şahsiyettir. İspanyolcasında ise bugünkü Meksika, Orta Amerika ve Peru’daki eski medeniyetleri yıkarak oraları fetheden Conquistador’ların hiçbirinin isimleri tarihe hayırla yad edilen insanlar olarak geçmemiştir.
Şimdi yirmibirinci yüzyılda ülkemizde hâlâ okullara, üniversitelere, caddelere, semtlere adı verilen, her yıl 29 Mayıs günü gelince kamu bütçesinden görkemli kutlama merasimleri düzenlenen bu fetih olayının aslı nedir?, Fatih Mehmet kimdir, neler yapmıştır?. Yukarıda özetini okudunuz. Bunları yapan siyasetçilerin esas amaçları konusunda da artık bir fikriniz olmuştur umuyorum. Karar sizin.