Teşkilat-ı Mahsusa, Tehcir ve Katliamlar (Nisan-Ağustos 1915)
Tarihte Neler Oldu | canakci | Şubat 29, 2016 at 2:20 pmTeşkilat-ı Mahsusa (TM)
Yazan: Sait Çetinoğlu (Özgür Üniversite – Ankara)
Resmî tarih ve tarihçiler, TM’nin bir istihbarat örgütü ve Trablusgarp ile Balkan Savaşları’nda zorunluluktan kaynaklı bir örgütlenme olduğu ve yine zorunluluktan dolayı fiili olarak yetkilendirildiği söylemi etrafında bir efsane örmüştür. Fakat TM’nin dâhilî operasyonlarından söz edilmez. Onun 1915 soykırım süreci ile ilişkilendirilmesine ise son derece tepki gösterilir. Oysa teşkilatın içindeki Galip Vardar, teşkilatın ikili yapısına şu sözleriyle işaret eder: “TM, çok geniş tutulmuş bir teşkilattı. Dâhili ve harici siyasete, harbin bütün icaplarına göre ayarlanacaktı. Kadrosu o kadar genişti ki, buraya bağlı çeteler, çeteciler temin edilmişti. Bütün bu insanlar, ordunun vazifesini kolaylaştıracak yollan açacak, düşmanı içinden, gerisinden vuracak ve birçok bilgiler toplayacaktı. Burada hakim olan ruh, bir zamanlar Balkanlarda eşkıya takibinde hasıl olan ruhun tamamen aynı idi. İttihat ve Terakki’nin erkanı, bütün ömürleri boyunca o davaya sadık kalmışlardı.” Vardar bu sözleriyle TM’yi, bu katil sürüsünü yüceltir.
Bozarslan, TM’nin kuruluşunu, rolünü ve işlevini şu cümlelerle özetlemiştir: “İmparatorluktan çıkış sürecinin son yılları olan Cihan Harbi döneminde, çeteleşme olgusunun en önemli örneğinin İttihat ve Terakki tarafından kurulan ve resmi askeri ve sivil bürokrasinin üstünde yer alan TM olduğunu söyleyebiliriz. Ermeni Soykırımı’nda belirleyici rol oynayan Teşkilat, hem resmi bürokraside yer tutan hem de bu bürokraside resmen yer almayan şahıslardan oluşmaktaydı. Teşkilat içinde, Diyarbakır Valisi Dr. Reşid’le birlikte, Yakup Cemil gibi sicilleri devlet adamlığını engelleyen kişiler ve ulemadan ve eşraftan –kişisel ve kolektif biyografileri henüz yazılmamış- çok sayıda kişinin yer aldığı anlaşılmaktadır. Belli bir ölçüde modern dönemlerin ‘Memlûk Sistemi’ni oluşturan Teşkilat’ın özellikle Balkan ve Kafkasya kökenli elemanları içerdiği yolunda da bazı bilgiler de bulunmaktadır. Bir yandan devletin resmen uygulayamayacağı icraatlarla yükümlü olan Teşkilat, diğer yandan Ermeni mallarının yağmalanmasında önemli bir rol oynamakta, bu yolla da çeteleşme ve kişisel zenginleşme arasında bir bağ kurmaktaydı.”
Teşkilat-ı Mahsusa’nın kuruluşu
Teşkilat-ı Mahsusa ile ilgili tatmin edici bir doküman yoktur. TM ile ilgili belgeler, 15 Eylül 1918’e doğru, Talat kabinesinin istifası sırasında güvenlik şefi Aziz Bey [Hüseyin Aziz Akyürek] tarafından hükümet arşivlerinden çıkarılmış ve imha edilmiştir. Biz örgüte ilişkin bilgileri çeşitli anılar ve dağınık arşiv belgelerinden toplamaktayız. TM’nin Harbiye Nazırı Enver Paşa tarafından denetlenen örtülü ödenekten özel bir bütçesi vardır. Örgüt, fedai olarak çalışan subaylar vasıtasıyla faaliyetlerini sürdürmekteydi. Bu subayların bir kısmının ordu ile ilişkisi şeklen kesilmiş bulunuyordu ancak sıkı bir disiplin ve hiyerarşiye tabiydiler. Örgüt soykırım sürecinde Dahiliye Nezareti’ne bağlandı ve Dahiliye Nezareti’nin örtülü ödeneğini kullanmaya başladı. Arıcak yazışmalardan zaman zaman aynı anda her iki bakanlığın örtülü ödeneğinin de kullanıldığını anlıyoruz. Zira TM’nin askeri istihbarat bölümü Harbiye Nezaretine, sivil bölümü ise Dahiliye Nazırı Talat Paşa’ya karşı sorumluydu. TM savaştan önce ve sonra gazetecileri, yazarları, hatipleri ve din adamlarını kullanarak, İttihatçı karşıtlarına karşı yoğun bir propaganda yürütmüştür.
İTC, Dünya Savaşı’nın Büyük Turan İmparatorluğu’nu bir devlet politikası yapma hayalini gerçekleştirmek için ideal fırsat olduğuna inandığı için bu amaca hizmet edecek bir örgüte gerek duyuldu. TM bu amaçla kurulan gizli örgütün adıdır. Örgütün ne zaman ve nasıl kurulduğu konusunda elimizde kesin bilgiler yok. Bunun nedeni örgüte ilişkin birçok belgenin imha edilmiş olmasıdır. Örgütte önemli görevlerde bulunmuş Kuşçubaşı Eşref, örgütün 1911-1913 arasında kurulmuş olduğunu söyler. Çeşitli anılarda örgütün 1914 Temmuz sonu Ağustos başında yeniden kurulduğuna ilişkin bilgiler vardır.
Müstear ismi A. Mil olan parti sekreteri, konuya ilişkin tartışmaların Balkan yenilgisi sonrası başladığını, kuruluşun Temmuz 1914 sonlarında olduğunu söyler. Tevfik Bıyıkoğlu, örgütün 5 Ağustos 1914’te Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın gizli bir emriyle kurulduğunu bildirir. Kısacası, eldeki bilgilerden çıkartılabilecek sonuç, 1911 civarında Enver Paşa etrafında bir grubun kendisini bu isimle adlandırmaya başlamış olmasıdır.
Soykırımın yüzüncü yıl çalışmaları çerçevesinde yürütülen bir çalışmada, 2 Ağustos 1914’te ilan edilen seferberlikten sonra Trablusgarp ve Balkan harplerinden çıkarılan dersler doğrultusunda alınan acil tedbirler kapsamında TM’nin kurulduğunu ve sair işleri yürütmek için de bir ana komisyon oluşturulduğunu belirtmiştik. Komisyon, Binbaşı Süleyman Askeri, Emniyet-i Umûmiye Müdürü Aziz Bey [Hüseyin Aziz Akyürek] , Dr. Nazım Bey ve Atıf Bey’den [Kamçıl/Kambur Atıf] oluşuyordu? Orhan Koloğlu kuruluş için 5 Ağustos 1913 tarihini verir ve komisyona Dr. Bahaeddin Şakir’i de ekler: “Teşkilatın üst düzey yönetici kadrosunda bazı ünlü isimler vardı: Yakup Cemil, Dr. Rusuhi, Süvari Kaymakamı Hüsamettin (Ertürk) , Eşref ve Hacı Sami Kuşçubaşı kardeşler, Ömer Naci, Mümtaz, Yüzbaşı Rıza, Nuri Paşa (Mataracı), Eyüp Sabri (Akgöl), Yusuf Şetvan, İzmitli Mümtaz.”
Eşref Kuşçubaşı’nın eserlerine dayanan başka bir çalışmaya göre, örgüt 1911 ile 1913 arası bir tarihte gayri resmi olarak ortaya çıkar: “Teşkilat, ister Batı Trakya Geçici Hükümeti, ister Fedai Zabıtan, ister Umur-u Şarkiye, ister TM ismini taşısın, lideri Enver Paşa’nın yönetiminde aynı tür faaliyette bulunan aynı insanlardan oluştuktan sonra, bunun bir önemi yoktu.” TM’nin doğuşunu Enver’in Harbiye Nazırı ve başkomutan vekili olmadan önce kurduğu resmi olmayan örgütlerle ilişkilendirmek TM’nin İttihat ve Terakki ile olduğu kadar Silahlı Kuvvetler’le de organik bağının olduğunun anlaşılmasına olanak tanır. TM’nin üst düzey görevlileri, yakın ilişkileri zemininde Enver adına emir de verebiliyorlardı.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın yapısı
TM “Ordu-Parti-Güvenlik” üçgeninde birbiriyle iç içe geçmiş, asker – sivil arasında bulanık ve geçişli bir kadroya sahipti. TM kadrolarının asıl nüvesi Üçüncü Ordu’ya mensup subaylardı. Bu bakımdan TM kadrolan Harekât Ordusu ve Trablusgarp kadroları ile örtüşüyordu. Örgütün 1913’te Balkan Savaşı’ndan sonra fedai subaylarla yeniden şekillendiği de söylenebilir.
TM kadroları Makedonya’da komitacılık çalışmaları, Harekât Ordusu çerçevesi, Trablusgarp ve II. Balkan Savaşı sırasında şekillenmeleri yanında asıl etnik temizlik deneyimlerini savaş öncesi Ege ve Trakya pratiklerinde kazanmış ve geliştirmişlerdir. En önemli kadrolar Ege ve Trakya pratiklerinde devşirilmiştir: Mahzar Müfit Kansu, Dr. Reşid, İbrahim Bedrettin, General Pertev Demirhan, Sarı Edip Efe, Eşref Kuşçubaşı vb.
Toynbee, Ege’den Hıristiyanların yok edilmesiyle ilgili şu bilgileri aktarır:
Türklerin Batı Anadolu Rumlarına karşı saldırıları 1914 baharında yoğunlaştı. Bütün Rum cemaatleri korku salınarak yurtlarından atıldı, evleri, toprakIarı ve sık sık da taşınır mallarına el konuldu ve bu süreçte insanlar öldürüldü. [ … ] Olayların gelişimi bunun sistematik olduğunu gösteriyor. Terör, sırayla bir bölgeden ötekine yöneldi ve yerel halk kadar Rumeli göçmenlerinden de toplanan ve görünüşte düzenli Osmanlı jandarmasına bağlı çeteler eliyle yürütüldü. |
İTC Ege’den Türk olmayan nüfusun temizlenmesine ilişkin geniş planını büyük bir kadro ile gerçekleştirir. Çeşme’de bir hafta içinde 40.000 Rum tarihsel topraklarından “buharlaşmıştır” . Bu plan çerçevesinde yok edilen Türk olmayan nüfusun sayısı, çeşitli otoritelere göre 150.000 ile bir buçuk milyon arasında değişir. Ayrıca bu insanların bütün mal varlıklarına el konulduğunu söylemeye gerek bile yoktur.
Teşkilat-ı Mahsusa, bağlılık ve sadakatlerini daima şüphe ile karşıladığı, Türklerden gayri ırk ve milletlerin ekseriyet teşkil ettikleri yerlerde aldığı tedbirlerle hükümetin görünürdeki kuvvetlerinin başaramayacağı hizmetleri sunmuştur. İç düşmana, yani İmparatorluğun gayri Müslim nüfuslarına yönelik eylemler, örneklerde görüldüğü gibi Birinci Dünya Savaşı öncesinde başlamıştır. Trakya ve Ege’deki Rum nüfusun terörle sürülmesi, milli iktisat politikasının parçası olarak mallarına el konulması vb., genel bir planın parçası olarak Ege ve Trakya’da hayata geçirilen bu etnik temizlik planının daha büyük ölçeklisi tarihi Ermenistan’a uygulanarak etnik temizlik soykırıma taşınmıştır.
Teşkilât-ı Mahsusa’nın misyonu
Vahakn N. Dadrian, Osmanlı savaşa katılmadan İstanbul’da Ermenilere karşı bir birlik olarak TM’nin oluşturulduğunu iddia eder: “Bu birliğin örgütlenmesinin Ege pratiklerinden edinilen tecrübelerden süzüldüğünü söylemekte sakınca yoktur.[…] Savaş başladığında, Ermenileri baskı ve terör altında tutma amacıyla çok gizli bir görev gücü oluşturuldu. Bu organ milli emniyet müdürü ve Talat’ın yakın arkadaşı Canpolat, polis şefi ve Nazır Bedri, onun yardımcısı Mustafa Reşat [Mimaroğlu] ve Milli Emniyet Teşkilatı’nın iki ayrı kısmının müdürleri Aziz [Akyürek] ve Esat [Ahmet Esat Uras] beylerden oluşuyordu. Bu müdürler özellikle de, 1915-1917 arasında Emniyet Müdürlüğü 3. Kısım ve Kısmi Siyasi şefi Bedri ve yardımcısı Reşat, Ermeni Soykırımı’nın örgütlenmesinde kesin bir rol oynadılar. Aynı şeyler, yalnızca milli emniyet müdürü olmakla kalmayıp (savaş sırasında, kısa bir süre Dahiliye Nazırı olarak da görev yapan) Osmanlı İmparatorluğu’nun Emniyet ve Jandarma Teşkilatı reisi de olan Canpolat için de söylenebilir. Vilayetlerde, tehcirden sorumlu bu jandarma bölük ve müfrezeleri onun yetkisine tabiydi.”
Dadrian, bu toplantıya Esat Bey’in [Ahmet Esat Uras] de katıldığına işaret ederek, Esat Bey’in tasarlanan soykırımın ayrıntılarının tartışıldığı bu özel oturumun tutanağını tutmakla görevlendirilen kişi olarak, bizzat bir taslak hazırladığını belirtir. O toplantının beş iştirakçisi Talat, Dr. Nazım ve Dr. Şakir, Canpolat ve TM’nin gizli faaliyetlerinin planlama ve idaresinden sorumlu Erkan-ı Harp II. Dairesi Müdürü Miralay Seyfi’dir [Gn. Düzgören]. Görüldüğü gibi yönetici kadrolar komite-parti-ordu ve güvenlik çemberinde şekillenmektedir. Zürcher (Erik Jan Zürcher, Modem Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008. s. 171) taşralı parti başkanlarının bazılarının da TM’nin siyasi işler yöneticisi (ve İttihat ve Terakki merkez komite üyesi) Bahaeddin Şakir’in yönetiminde TM vasıtasıyla düzenlenmiş olan bu soykırıma yardımcı olduklarını kaydeder.
Ancak özellikle devletin 2015/Soykırımın Yüzüncü Yılı stratejisinin bir parçası olarak yayımlanan eserlerde TM’nin 1915 soykırım süreci ile ilişkilendirilmemesine özen gösterilir: “Ermeni Soykırımı’nı savunan tarihçiler TM’nin adını ortaya atmışlardır. TM’nin soykırımı gerçekleştirmiş olan örgüt olduğu iddiası, Andonyan belgelerinden yola çıkılarak öne sürülmüştü. Gunter Lewy’nin verdiği bilgilere göre, TM hakkındaki iddiaların belgelere dayandığı mevzusu tamamen asılsızdır. Ancak kuşkulu varsayımlarla bu belgelerin olduğunu söyleyenler de ortaya bir belge koyamamışlardır. İddialar tamamen varsayımlara dayanmaktadır. Amerikalı araştırmacı Stoddart’a göre, TM Ermenilerin sınır dışı edilmelerinde rol oynamamıştı.” Stoddart’ın “Teşkilat-ı Mahsusa hala bitmemiştir,” sözünün de ayrıntılı olarak incelenmesi gerekmektedir.
Behiç Erkin İttihat ve Terakki’nin ünlü fedaisi ve savaş sırasındaki TM komutanlarından Yakup Cemil şahsında teşkilatın işlevi hakkında da önemli bilgiler verir: “Yakup Cemil’in çeteleriyle yapmadığı zulüm kalmamıştır; idamında çok isabet vardır.”
Dönemin istihbarat subaylarından Ahmet Refik (Altınay) de çalışmasında bu durulmarı daha net ifadelerle belgeler: “Harbin hidayetinde [başlangıcında] Anadolu’ya İstanbul’dan birçok çete gönderilmişti. Bu çeteler, mahbesten çıkarılan katillerden ve hırsızlardan mürekkepti. Bunlar Harbiye Nezareti Meydanı’nda bir hafta talim görürler, TM marifetiyle Kafkas hududuna gönderilirlerdi. Ermeni mezaliminde en büyük cinayetleri bu çeteler ika ettiler [gerçekleştirdiler].”
Teşkilat-ı Mahsusa’nın savaş öncesi tarihî Ermenistan’daki operasyonları
Çetelerin oluşturulmasından hemen sonra, ağustos ayı ile birlikte Rusya içlerinde askeri eylemlere başlanır. Aynı zamanda bölgede Ermenilere yönelik saldırılar ve katliamlar gündeme gelir. Özellikle Kafkas sınırlarında, Ermeni köylerine, entelektüellerine, politik ve dini liderlere yönelik saldırılar tek tek de olsa eylül ayı ile birlikte başlamıştır. “Çeteler, asıl görevlerini Ermeni köylerini basmak ve yağma etmek olarak görüyorlardı. Eğer erkekleri ele geçiremezlerse, kadınların ırzına geçiyorlar ve ellerinde para ve değerli olan ne varsa vermeye zorluyorlardı.”
Alman Konsolosu Schwarz da 5 Aralık 1914 tarihinde Erzurum’dan yolladığı raporunda olayları “Erzurum ili çevresinde Ermenilere karşı yapılan saldırılar” olarak özetler: “Erzurum iline bağlı kırsal alanda yaşayan Ermeni halkı bazı gelişmelerden oldukça rahatsızlık duyuyor ve bu gelişmeleri yeni bir kıyımın habercisi olarak algılıyor. Erzurum yaylalarındaki Osni köyünde aralık ayının birinci gününde üç Türk çete üyesi Ermeniler arasında oldukça saygınlığı olan bir pedere konuk olmuş, aynı kişinin evinde yemek yemiş ve sabahlamışlar. Ertesi günün sabahında pederi köyün çıkışına kadar kendilerine eşlik etmeye zorlamışlar. Köyün çıkışına gelindiğinde ise pederi kurşunlayarak öldürmüşlerdir…“
Teşkilat-ı Mahsusa’nın kaynakları: Suçlular- mahkûmlar
Enver’in savaş öncesi Harbiye Nezareti’ne bağlı olarak, ordudan ayırdığı subaylara kurdurduğu Teşkilat-ı Mahsusa’da Osmanlı vatandaşlarının yanında İngiliz ve Rus kontrolündeki topraklardan Müslümanlar da yer alır. Bunlar savaştan çok önce bu yörelerde propaganda çalışmalarına başlar. Daha sonra hapishanelerdeki adi suçlulardan ve dağlardaki başıbozuk çetelerinden de yüzlerce ağır suçlu TM saflarında vatan hizmetine alınır. Seferberlik sona erdiğinde haklarında yapılacak kanuni işlemlerde kolaylık sağlanacağı sözü verilir. Bu işleri Rıza Bey, Nail Bey ve Cemal Azmi Bey ortak karar alarak yürütmektedirler. İlgili kararnameler daha sonra çıkarılmıştır.
Soykırım süreci
Seferberliğin başlamasıyla birlikte Teşkilat-ı Mahsusa, sorumlu sekreterlerini deniz yoluyla İstanbul’dan Trabzon’a ve kara yoluyla Erzincan’a göndermeye başlar. Alınanların öneri ve desteğiyle oluşturulan en önemli etkin birlik, müttefik güçlere karşı, özellikle Kafkasya’da Rusya’ya karşı, istihbarat ve sabotaj eylemlerini yürütecektir. Ancak bu girişimler hiçbir yerde başarılı olmaz ve Ocak 1915’te bütün ümitler kırılarak TM birlikleri ve çeteleri imparatorluğa döner. Bahaeddin Şakir’in de dediği gibi, “…. Harbin merkez-i sıkleti ne Mısır ne Basra ve ne de Rumeli’dir… Şarktır.”
Askeri yenilginin ardından İTC liderleri Dr. Şakir’in ısrarıyla, TM için yeni bir misyon belirler: Türkiye içinde ve özellikle altı doğu vilayetinde Ermenilerin imhası. Alınan kararlar ışığında TM birlikleri yeniden düzenlenir. En önemli karar, artık birliklerin orduya bağlı olmaktan çıkarılmasıdır. Birlikler bölgede bağımsız hareket edecek ve Bahaettin Şakir’e bağlı olacaklardır.
Soykırım araştırmacıları da, TM’nin Bahaeddin Şakir tarafından yönetildiğinin altını çizerler: “Operasyonları mayıs sonlarına doğru Erzurum’a geri dönen Bahaeddin Şakir –çoğu kez onun talimatlarına uymak zorunda olan vali Tahsin Beyin isteği hilafına– yönetiyordu. TM’nin mümtaz şahsiyeti Ömer Naci Mardin’de. Ayn-Wardo’da, Hazax’ta… direnişleri bastırmak ve soykırımı kolaylaştırmakla uğraşmaktadır.
Osmanlı müttefiki Alman komutanların TM operasyonlarıyla ilgili üstlerine verdikleri birçok rapor bulunmaktadır. Bu raporlar TM’nin soykırım sürecinin en önemli aktörlerden biri olduğunu belgeler. Erzurum’daki Yarbay Stange, Ermenilerin akıbeti hakkında şunları hatırlatır: “Bu Ermenilerin tamamının Mamahatun (Tercan) civarlarındaki çeteler (gönüllüler), aşiretler ya da benzer gruplar tarafından öldürüldüğü kesindir ve bu cinayete askeri refakat göz yummuştur.“
YIKIMIN İLK AŞAMASI: TEHCİR VE KATLİAMLAR (NİSAN-AGUSTOS 1915)
RAYMOND H. KEVORKIAN (Paris VIII Üniversitesi)
Burada, Osmanlı Ermenilerinin yok edilmesinin ilk aşaması esnasında ve katliamlarla tehcirlerin gerçekleştirilmesinde başlıca Osmanlı kurumlanın ve idari makamlarının oynadıkları rolü ortaya koymak ve ayrıca tehcir kafilelerinin genel bir dökümünü sentezleyici bir yaklaşımla sunmak istiyoruz.
Öncelikle etnik bir homojenleşmeyi hedefleyen bu toplum mühendisliği projesinin, İTC Merkez Komitesi’nin on üyesi tarafından yürütülen soykırım planının temelini oluşturduğunu hatırlatmak isterim. Modernliğin öncüsü bu insanlar Anadolu topraklanın nüfus yapısını yeniden şekillendirmeyi amaçlamış ve idaresini ellerinde tutuklan parti-devlet de (bu vesileyle başka grupları ıssız bölgelere sürmeden önce) gerekli gördükleri etnik operasyonu gerçekleştiren “bir cerrah” a dönüşmüştür.
Soykırıma iştirak eden kurum ve kuruluşlar
İskan-ı Aşayirin ve Muhâcirin Müdüriyeti (Aşiret ve Göçmenleri İskan Müdürlüğü)
İTC bu projeyi uygulamaya koyabilmek için oldukça etkili bir aygıt olarak iş gören İskan-ı Aşayirin ve Muhâcirin Müdüriyeti’nin (İAMM) hizmetlerinden faydalanmıştır. Bu kuruluşun temel görevi elbette muhacirleri belirli bölgelere yerleştirmek ama aynı zamanda sivil toplulukların sürgün ve tehcir edilmelerini planlamaktır. İttihatçı kadrolar tarafından yönetilen müdürlük, böylece belirli bir grubun durumunu, yayılımını, yerel ölçekte nüfus ağırlığını incelemekle görevlendirilmiş olur. Bir İTC üyesi ve aynı zamanda etnograf olan Naci İsmail.’ bu araştırmaların sonuçlarını haritaya dökmekle görevlidir. İAMM de Ermenilerin tehcirini bu haritalara göre planlar.
Bu program, Suriye Çölü’nde kurulan toplama kampları ağını organize etmek için” 1915 sonbaharında Halep’e bizzat giden Sevkiyat Müdürü Müftüzade Şükrü [Kaya] Bey tarafından yürütülür. Kendisi “Ekim 1915’te, sevkiyattan sorumlu bir müdürü, Abdüllahad Nuri’yi, faaliyette olan yirmi kadar kampın idaresiyle görevlendirmiştir.
Dâhiliye Nezareti’ne bağlı bu yönetim, sevk ve idareyi sağlasa da Ermenilerin yok edilmesiyle ilgili önemli kararlan alma yetkisi, bazı üyeleri aynı zamanda hükümette de yer alan İTC Merkez Komitesi’nin tekelindedir. Dolayısıyla İttihatçı hükümet de en az Merkez Komite kadar olanlardan sorumludur.
Haliyle, Said Halim başkanlığındaki bakanlar heyeti 26 Mayıs 1915’te Tehcir Kanunu’nu onayladığında, Ermenilerin yok edileceği ve mallarına el konacağı, bu “kanun “un katliam projesine resmiyet kazandırmaktan başka bir amaç taşımadığı herkesin malumudur.
Teşkilat-ı Mahsusa: İTC’nin silahlı kolu
İTC’nin Ermenilere karşı projesini yürütmek için kullandığı ikinci aygıt olan Teşkilat-ı Mahsusa, yarı resmi bir yapıydı. Bu – 12.000 kadar üyesi olan – paramiliter grup, 1914 yazında kurulduğu günden beri İTC Merkez Komite üyeleri Dr. Bahaeddin Şakir, Dr. Ahmed Nazım, Atıf Bey ve Yusuf Ziya Bey ile Dâhiliye Nezareti’ne bağlı Emniyet Umum Müdürü Aziz Bey’den oluşan siyasi bir büronun denetimi altındaydı. Teşkilat aynı zamanda bu paramiliter güçlerin silahlandırılması ve operasyonlarına maddi destek sağlanmasıyla ilgilenen, Harbiye Nezareti’nden Kuşçubaşızade Eşref’in [Sencer) bilgisi dahilinde çalışıyordu. Bu kadrolar partiye yakın çevrelerden ve Çerkeslerden –Bahaeddin Şakir de Çerkes’ti-, milis güçleri ise Adliye Nezareti tarafından serbest bırakılmış adi suçlular arasından ve Çerkes ya da Kürt çetelerinden seçilmişti.
Teşkilat yapısını ve emir komuta zincirini incelediğimizde, TM’nin hükümet, Bakanlar Kurulu ve bizzat bakanlar tarafından, vilayet ve sancaklardaki idari yöneticiler ve askeri makamların da desteğiyle örgütlendiğini: dört üyesi doğrudan İTC’nin Merkez Komite’sinde yer alan idari bir kadro ve başkan tarafından yönetildiğini, ayrıca bölge şeflerinin de doğrudan merkezi iktidara bağlı olduğunu görürüz. Dolayısıyla Teşkilat kuşkusuz Türk hükümetinin idaresi altındadır: Hükümet, vali ve kaymakamlarına resmi talimatlarını iletir: onlar da bu talimatları TM’nin bölge şeflerine aktarırlar. Ancak Teşkilat’a bağlı çete birliklerinin faaliyetleriyle ilgili gayri resmi emir ve talimatlar, bu birliklere doğrudan Teşkilat’ın başkanı ve yönetici kadrosu tarafından iletilir. Dolayısıyla burada idari nitelik taşıyan talimatlarla suç teşkil eden niteliktekilerin iletilmesinde iki farklı sistemin işletildiğini gözlemlemek mümkündür.
Teşkilat şefleri, işi biraz daha bulanıklaştırmak için bildik bir hileye başvururlar, çete birliklerinin paramiliter güçleri çoğunlukla jandarma kılığına girerler. Bu durum, sağ kalan birçok tanığın, kafilelerinin “jandarma’nın saldırısına uğradığına yönelik ifadelerini açıklamaktadır; oysa kafilelere eşlik eden “gerçek” jandarmalar, bu barbarca fiillere doğrudan iştirak etmezler. Son olarak katliam yapılacak yerlerin önceden belirlendiğini ve çetelerin farklı saçma gerekçelerle tercih edilmiş olan bu mezbahalarda pusu kurup beklediklerini belirtmek gerekir. Bu yerlerin seçiminde, Yüksek Ermeni Platosu’nun zorlu coğrafyasını hesaba katmışlar ve derin, ıssız boğazların olmasına dikkat etmiş, özellikle de kurbanların cesetlerini atabilecekleri akarsu kenarlarını tercih etmişlerdir. Fırat Nehri’nin yukarısında, Kemah civarındaki boğazlarda ve aşağısında. Palu Köprüsü üzerinde kurulan mezbahada ya da Malatya’nın güneyinde yer alan Kâhta Boğazı’nda Dantevari sahneler yaşanmıştır.
Jön Türk yönetimi: Tehcirlerin yerel sevk ve idare aracı
Daha genel anlamda ilgili birçok farklı Nezaret, Ermeni halkına karşı alınacak tedbirlerle ilgili olarak kendi yerel teşkilatlarına talimatlar gönderirler: Dâhiliye Nezareti valilere, Harbiye Nezareti askerleri teşkilata. Adliye Nezareti ise hâkimlere.
Yerel yetkililer açık bir görev paylaşımı içinde hazırlık aşamalarını düzenliyorlardı: Polis tehcir edilecek kişilerin listesini hazırlıyor, jandarma kafilelerin sevk emrini veriyor ve ilgili görevlileri belirliyor, hazine yetkilileri tehcir edilenlerin banka hesaplarını ve “metruk mallarını “yönetmekle” ilgileniyordu. Bu operasyonların yerel düzeydeki koordinatörleri, tüm vilayetlerde partinin belirlediği “sorumlu sekreterler” [kâtib-i mesuller] idi. Görünüşe göre hiçbir sivil ya da askeri yerel yetkili, Ermenilere yönelik operasyonlar konusunda Jön Türklerin temsilcileri tarafından verilen bu emirlere karşı gelemiyordu. Bu şahısların görevleri arasında TM’nin yerel kadrolarına kafilelerin gelişi hakkında bilgi vermek de vardı. Bu temsilcilerin ayrıca merkezden gelen tehcir emirlerini uygulamaya hevesli olmayan yetkilileri derhal görevlerinden aldıkları da bilinmektedir – bazıları bu itaatsizliğin bedelini canıyla ödemiştir. TM’nin faaliyetleri ile sivil ve askeri yerel yetkililerin izlediği politikalar her zaman birbirleriyle örtüşmediği için, bu gizli ve yasal anlamda sorumluluğu bulunmayan –başka bir deyişle hukuktan muaf– gücün müdahaleleri kaçınılmaz bir biçimde anlaşmazlıklara neden oluyordu. Sivas Valisi Muammer Bey ile Üçüncü Ordu Komutanı General Vehib Paşa arasında, Vali Muammer Bey’in emriyle Sivas’tan Şarkışla ile (Sivas) Gemerek arasında yer alan Kayadibi Vadisi’ne gönderilip burada katledilen (bini aşkın) Ermeni asker konusunda oldukça büyük bir tartışma yaşanmıştır. Bu elbette istisnai bir durumdur, ancak Dâhiliye Nazın Mehmed Talat’ı, Muammer Bey’i Üçüncü Ordu’nun mıntıkası dışındaki Konya’ya vali olarak göndermek zorunda bırakmıştır. Müfettiş Mazhar Bey’in 5 Aralık 1915 tarihli bir raporunda (düzenlediği büyük kıyım nedeniyle) “veteriner” olarak adlandırdığı ve görevine son verilmesi gerektiğini bildirdiği Diyarbakır Valisi Dr. Reşid olayında olduğu gibi, vakaların pek çoğunda anlaşmazlıklar İTC Merkez Komitesi’nin yetkilendirdiği temsilciler lehine sonuçlanmıştır.
Bu kıyımlarda ordunun rolüne özellikle değinmek gerekir. Üçüncü Ordu’nun altı doğu vilayetini kapsayan mıntıkası içinde, Ermeni nüfusunun yoğun olduğu ve İTC liderlerinin daha fazla düzenli tabur gönderilmesini emrettiği ve hatta bu taburlara Kürt aşiret ağı içinden seçilmiş TM çetelerinin eşlik etmesini daha emniyetli bulduğu Erzurum, Van ve Bitlis vilayetlerinde, sivil halka yönelik soykırım niteliğinde suçlar işlenmiştir.
26 Mayıs 1915 tarihli Geçici Tehcir Kanunu
Ermeni toplulukların tehciri, Jön Türk sisteminin imha programına içerideki düşman unsurların tehdidi altında bulunan bir devletin yürüttüğü yasal bir faaliyet görüntüsü vermek için uydurduğu bir kılıftan ibarettir. Bu operasyon Jön Türk rejimine öncelikle tehcir edilenlerin banka hesapları, menkulleri ve gayrimenkul varlıkları dâhil tüm mallarına el koyma imkânı verir. Ardından sefalet içinde, her şeyden mahrum kalmış insanlar, cellâtlarının insafına terk edilirler.
Olayların seyrine yakından baktığımızda, 26 Mayıs’ta Bakanlar Kurulu [Meclis-i Vükelâ] tarafından kabul edilen –tam o sırada meclis tatil edilmişti– Geçici Tehcir Kanunu’nun Doğu vilayetlerinde halihazırda sürmekte olan operasyonları tasdik etmekten başka bir anlamı olmadığı görülür.
1. Madde: Savaş zamanında, ordu, kolordu ve tümen kumandanları ya da bunların vekilleri ile müstakil mevki kumandanları, halk tarafından herhangi bir suretle hükümetin emirlerine ya da ülkenin müdafaası ve asayişin korunmasına ilişkin icraat ve tedbirlerine karşı bir muhalefet ya da silah direniş ile karşılaşırlarsa, askeri güç yoluyla bunları derhal ve en şiddetli biçimde bastırmaya ve her tür saldırı ve direnişi tümüyle yok etmeye yetkilidirler. 2. Madde: Ordu, kolordu ve tümen kumandanları, askeri gerekliliklerin doğması halinde, casusluk ve ihanetlerinden şüphelendikleri köy ya da kent halkını, tek veya toplu olarak diğer mahallere sevk ve iskan ettirebilirler[… |
Askeri yetkililere, şüpheli toplulukları “sevk etme” ayrıcalığı tanıyan bu kanun, Dâhiliye Nezareti’nin çok daha açık bir kararnamesi ile derhal hükümsüz kılınır: 21 Haziran 1915’te Dâhiliye Nazın Talat, tüm vilayetlere istisnasız tüm Ermenilerin tehcirine yönelik genel bir talimat gönderir. 8 Artık bu talimat sadece tehdit altındaki sınır bölgeleri kapsamaz: Edirne’ye. Bulgar sınırına, Kafkas sınırından 2.000 kilometre uzağa kadar imparatorluk topraklarında Ermenilerin yaşadığı her yer için geçerlidir.
Talimatları iletmek için kullanılan yöntem üzerinde de durulması gerekir; çünkü Jön Türk sisteminin ikiyüzlülüğünü, planladığı kitle katliamını gizleme isteğini bunun kadar iyi ortaya koyan bir başka unsur daha yoktur. Başbakanlık Osmanlı Arşivleri incelendiğinde, Dâhiliye Nazırı Mehmed Talat’ın, talimatlarını taşradaki vali ve kaymakamlara günlük olarak ilettiğini ve onlardan tehcirler hakkında bilgi ve istatistikler istediğini görmek mümkündür. Bu belgeler Jön Türk liderlerinin geliştirdiği imha programının ne denli incelikli biçimde planlandığını gözler önüne sererler. Ama aynı zamanda ortalığı bulandırmaya, Ermeni halkına karşı alınan tedbirlere insani bir mesele görüntüsü vermeye yönelik ikili bir talimat aktarım sistemi olduğunu da ortaya koyarlar. Taner Akçam, yetkililerin sivil halka karşı işlediği suçlar konusunda Ermeni vilayetlerindeki ajanlarından bilgi alan –İttifak devletlerinin temsilcileri– Alman ve Avusturyalı diplomatların protestoları karşısında, Dâhiliye Nazırı’nın kullandığı atlatma yöntemlerinden birinin de bu çifte talimat zinciri olduğunu açıkça ortaya koyar.
İktidarın bu sorunları nasıl ölçülü biçimde idare ettiğini gösteren ve müttefik diplomatlara gösterilmek üzere hazırlanmış, gayet ılımlı telgraflar mevcuttur; ancak hemen ardından bunların tam tersi talimatlar iletilmektedir. Hiç de saf olmayan Alman büyükelçisi, Dahiliye Nazırı’nın bu uygulamasını “acımasız ve ikiyüzlü” olarak niteler. Talat, Ağustos ayının 4’ünde 12 ve 15’inde telgraf yoluyla tehcir bölgelerinin valilerine gönderdiği genelgelerde söz konusu vilayetlerde yerleşik Katolik ve Protestan Ermenilerin tehcirinin durdurulmasını emrederken, hemen ardından tehcirin devam ettirilmesine yönelik talimatlar yollamıştır. Osmanlı Karargâhı Kurmay Başkanı General Hans Von Seeckt, anılarında resmi talimatları geçersiz kılan gizli talimatların merkezden düzenli olarak gönderildiğini doğrular.
Erzurum, Ankara, Adana, Sivas, Diyarbakır ve Van vilayetlerindeki Posta ve Telgraf Dairesi’nde çalışan Ermeni müfettişlerin 23 Mayıs 1915’te “görevden alınması”, kuşkusuz İTC’nin suçlarını örtbas etme kaygısıyla açıklanabilir.
Tehcirler ve katliamlar (Nisan-Ekim 1915)
İlk hamle: Acemi Ermeni erlerin ortadan kaldırılması
Savaş ortamı ve 20 ile 45 yaş arası tüm erkeklerin genel seferberlik çağrısıyla askere alınması nedeniyle, yaklaşık 50 altın lira tutarında bir bedel ödeyerek askerlikten geçici olarak muaf tutulan az sayıda köylü dışında, Ermeni köylerinde neredeyse kimse kalmamıştı. Üçüncü Ordu mıntıkasında yer alan Doğu vilayetlerindeki seferberlik çağrısı, kısa süre içinde yerel makamlar ile Ermeni yetkililer arasında bir anlaşmazlık konusu halini alır. Dâhiliye Nezareti’nin 1916 kışında yayımlanan resmi kitapçığı söz konusu yerel makamların konumunu anlatır niteliktedir:
Askerlik görevlerini yapmak için silah altına alınan Ermeni gençlerinin büyük kısmı sadece kaçmakla kalmadı, ayrıca Rusya’nın dağıttığı silahlarla donanmış halde anavatana saldırmak için düşman güçler safına katıldılar. Genç Ermeniler, düşmanın sızmayı başardığı sınır bölgelerinde Müslüman halkı katletti. |
Bir propaganda kitapçığında kimliği belirsiz kişilerce yöneltilen bu ağır suçlama, Türk makamlarının yürüttüğü şiddeti meşrulaştıran söylemin temel unsuru olmuş ve resmi tutumun bir ifadesi olarak varlığını sürdürmüştür. Dolayısıyla bu söylemin nasıl kurulduğunu incelemeyi önemli buluyoruz.
Öncelikle silah altına alma işleminin her yerde aynı biçimde gerçekleşmediğini belirtmek gerekir. Örneğin 20-45 yaş arası erkeklerin askere çağırıldığı ilk seferberlik çağrısında sadece Bitlis vilayetinden 24.000’i Ermeni, toplam 36.000 erkek Erzurum’a ve ardından Osmanlı – Rus sınırına gönderilmiş; burada özellikle de Sarıkamış Savaşı’nda bazıları öncü taburlarda, diğerleri ise amele taburlarında görev yapmıştır. Ruslara esir düşen yüzlerce Ermeni Osmanlı askeri 18 ay Sibirya’da Müslüman silah arkadaşlarıyla tutsak kalmıştır.
Van vilayetinden askere alınanlar ise 20 kadar taburdu ve bu taburlarda Ermeniler “askeri gücün neredeyse üçte ikisini oluşturuyordu”. Berkri (Dördüncü tabur), Adilcevaz (on beşinci ve on altıncı taburlar ), Hoşap (on yedinci ve on sekizinci taburlar ) ve Başkale’ de mevzilenen bu askerler, kasım ayı başında, Ermeni askerlerinin silahların toplanması ve yol bakımında çalışmak, siper kazmak ve erzak taşımakla görevli amele taburlarına sevk edilmeleri emri geldiği sırada, Köprüköy yakınlarına Rus güçleriyle savaşmaya gönderilmek üzereydiler.
Dolayısıyla acemi Ermeni askerlerinin, bazıları kısa bir zaman zarfında silahsızlandırılmasına rağmen, tümünün sistematik bir biçimde amele taburlarına alınmadığı görülür. Hatta Beşinci Ordu mıntıkasındaki bazı Batı Anadolu bölgelerinde oldukça yüksek sayıda Ermeni askerinin muharip birliklere alındığını bile söyleyebiliriz. E. Zürcher’in de vurguladığı gibi, geleneksel olarak ordunun ulaşım ve yol yapımından sorumlu destek hizmetini oluşturan 70 ila 120 Amele Taburu birliğinde, esas olarak Hıristiyan acemi askerlerin görev yaptığı –hatta bir belgeye göre bu taburların yüzde 75’ini Ermeniler oluşturur– doğrudur; ancak Birinci Kafkasya Seferi’nin sonuna kadar bunun genel kural olmadığını da belirtmek gerekir.
Bu nedenle Enver, 25 Şubat 1915 tarihinde Ermeni askerlerini silahsızlandırma kararını çıkardığında. 21 bu karardan ancak birkaç bin asker, özellikle de Üçüncü Ordu’da görev yapan askerler etkilenmiş olmalıdır. Yani sonuç olarak küçük bir grup söz konusudur; çünkü bu karardan sonra İstanbullu, Adapazarılı, İzmitli vb. Ermeni askerleri 1915 Nisan ortasından itibaren Çanakkale Savaşı’nda ve 1918’e kadar Filistin Cephesi’nde Osmanlı ordusu saflarında savaşmışlardır. Denilebilir ki Ermenileri silahsızlandırma emrinin uygulama açısından değil, daha ziyade simgesel açıdan bir değeri vardır. Bu karar bir anlamda Ermenilere yönelik ihanet suçlamasını desteklemek amacıyla tasarlanmıştır: ancak bu suçlama, amele taburlarına yöneltilebilecek türden bir suçlama değildir, çünkü bunlar cephe gerisinde görev yapmaktadırlar. Bu belki de yaşanan askeri felaketten –ki bütün otoriteler bu felaketten bizzat Enver’in sorumlu olduğu konusunda hemfikirlerdir– “hainleri” sorumlu tutmak için de iyi bir fırsat olmuştur.
Düzenli orduda görev yapan Muş asıllı bir Ermeni askeri olan Hayg Ağababyan’ın ifadesine göre, Erzurum yakınlarında üslenen birliğinden her gece beş-on, hatta yirmi Ermeni askeri alınıp götürülür ve bu askerlerden bir daha haber alınamaz. Erzurum Başpiskoposu Simpat Saadetyan bu durumla ilgilenilmesi için Vali Tahsin Bey’e başvurmuştur. Vali ona bu tür olayların gerçekten olduğunu, ancak bunlara son verilmesi için gerekli talimatların verildiğini söylemiş, “Buna rağmen bütün Ermeni askerleri yok olana kadar bu durum devam etmiştir.” Elimizdeki tanıklıklardan edindiğimiz bilgilere göre, 25 Şubat’tan sonra silahsızlandırılan askerlerin, sadece Kafkas Cephesi’ndeki amele taburlarına gönderilmediklerini, küçük gruplar halinde hızla ortadan kaldırıldıklarını göstermektedir.
Ayrıca art arda yapılan seferberlik çağrılarının da –Ocak 1915’ten itibaren 45 ila 60 yaş arasındakiler ile 18-20 yaş aralığındaki gençler de ikinci seferberlik çağrısı kapsamında askere alınmıştır– aileleri savunmasız bıraktığını eklemek gerekir. Amele taburlarının akıbetleriyle ilgili gelişmeler yakın tarihte araştırılmaya başlamıştır.
Temelde ikmal ve teçhizat sevkiyatında (örneğin Muş’tan Hasankale’ye) kullanılan amele taburları konusunda birçok farklı tanık, Ocak 1915’te yeni kurulan birliklerin her birinin ortalama 250 kişiden oluştuğunu ifade eder. Bunlar ya yaşı ilerlemiş köylüler ya da 16 yaşındaki gençlerdir. Her hafta bu türden kafileler Muş’tan Hınıs’a doğru yola çıkıyorlardı. Firarlar ağırlıklı olarak bu birliklerde ve yol çalışması yapmakla görevli birliklerde yaşanıyordu ancak muhtemelen bu firarların oranı, Osmanlı ortalamasının üstünde değildi.
Bu bilgiler ışığında, Enver’in 25 Şubat tarihli talimatı hükümetin Ermenileri yok etme programının ilk işaretlerinden biri olarak yorumlanabilir mi? Vahakn Dadrian böyle düşünüyor ve biz de ona aynen katılıyoruz. E. Zürcher ise Enver’in verdiği talimatın, Ermenileri yok etme politikasının uygulamaya konması için etkili bir araç olarak iş gördüğünü “inkâr edilemez” bulmaktadır.
Ermeni seçkinlerinin tutuklanması
24 Nisan 1915 tarihinden itibaren Ermenileri tasfiye planının ikinci aşaması uygulamaya konur. Uygulama kapsamında 24 Nisan’ı 25 Nisan’a bağlayan gece, hem İstanbul’da hem de diğer birçok vilayette, önceden hazırlanan listelere göre siyaset, ekonomi, düşün ve din çevrelerinden birçok seçkin isim tutuklanır.
İttihat’ın olası bir Ermeni tepkisinden kaçınmak için haftalarca gerçek amacını gizledikten ve çeşitli manevralar yaptıktan sonra nihayet harekete geçmeye ve Ermeni seçkinlerini etkisiz hale getirmeye karar verdiği açıktır. Yüzlerce devlet görevlisinin seferber edildiği bu operasyonun titizlikle hazırlandığı da açıktır. Dâhiliye Nazırı, başkentte ve vilayetlerde bu operasyonu idari ve polisiye açıdan yönetmekle sorumlu, doğrudan İTC denetimi altında çalışan özel bir komisyon kurmuştur. Komisyonda, İTC kadrolarının üyeleri yer alır: Emniyet Umum Müdürü ve daha sonra başkent valisi ve bu sıfatla Konstantinopolis’te yaşayan vilayet Ermenilerinin tehcirinden ve Çankırı’da gözaltında tutulanların öldürülmesinden sorumlu İsmail Canbolat; Dâhiliye Nezareti Emniyet Müdürü Aziz Bey; daha sonraları yok edilecek seçkinlerin isim listelerini bizzat hazırladığını itiraf etmiş olan Dâhiliye Nezareti Müsteşarı Ali Münif, başkent Polis Müdürü Bedri Bey; 1915 başından 1917 Haziran’ına kadar emniyet umum müdürlüğü siyasi şube şefi olarak görev yapan, Bedri’nin muavini Mustafa Reşad, ve Konstantinopolis polis müdür muavini, Bedri’nin bir başka yakın çalışma arkadaşı Murad Bey.
Ermeni seçkinlerine yönelik baskın yüzlerce kişiyi hedefler: Sadece Taşnak, Hınçak ve Ramgavar militanlarını değil aynı zamanda en göz önündeki gazetecileri, yazarları, avukatları, doktorları, lise müdürlerini, din adamlarını ve tüccarları da.
Patrik Zaven ve mebus Krikor Zohrab, derhal Sadrazam Said Halim’in huzuruna çıkarak ondan bir açıklama yapmasını isterler. K. Zohrab, sadrazama “genel seferberlik ilanından beri sorumluluklarının tam anlamıyla bilincinde olduğunu kanıtlayan cemaate bu şekilde davranmanın haksızlık olduğunu: Ermenilerin vatandaşlık ve askerlik görevlerini yerine getirdiklerini; uğradıkları tacizlere rağmen genellikle ses çıkarmadıklarını; ufak tefek hatalar için sivil halka acı çektirmenin saçma olduğunu ve bu insanların gereksiz yere rencide edilmemesi gerektiğini” söyler.
Ermeni heyeti, Dâhiliye Nazırı Talat ile de görüşür. Talat’ın sözleri İTC’nin niyetlerini açıkça ortaya koyar niteliktedir: “Sözleri, yazılan ya da hareketleriyle bir Ermenistan’ın kurulması için çalışan ya da günün birinde çalışabilecek olan bütün bu Ermeniler, devlet düşmanı olarak değerlendirilmeli ve mevcut koşullarda tecrit edilmelidir.”
Başkentte tutuklanan Ermeniler iki yere nakledilirler: Siyasi tutsaklar (yaklaşık 150 kişi) Ankara vilayetinde, şehrin 20 km batısında yer alan Ayaş’a; “entelektüeller” ise (yine yaklaşık 150 kişi) Ankara’nın 100 km. kuzeydoğusunda, Kastamonu vilayetinde yer alan Çankırı’ya götürülüp gözaltına alınırlar. Birkaç hafta içinde, birkaç istisna dışında tümü İTC’nin İstanbul karargâhının talimatıyla TM kadroları tarafından öldürülür.
Patrik Zaven’in anlattığına göre, hükümetin başkent Ermenilerini endişeye düşürmemek için o güne dek aldığı tüm önlemler, Van “isyanı” duyulur duyulmaz derhal son bulur.
Yetkililerce, “Ermeniler”in suçlu olduklarını kanıtlamaya, asker kaçakları ve Van İsyanı etrafında koparılan yaygarayı şiddetlendirmeye niyetlendiklerini gösteren bir diğer işaret, 28 Nisan 1915 tarihinde, İstanbul Askeri Mahkemesi başkanının, birçoğu 1914 yılı Temmuz ayı sonundan beri hapiste olan Hınçak liderlerini “kamu düzenini bozmak ve isyan etmekle” suçlamasıdır. Bu dava bir anlamda bütün Osmanlı Ermenilerinin yargılandığı bir mahkeme olmuş ve bir yandan Jön Türk yetkililerinin atacağı adımlara meşruiyet kazandırırken, diğer yandan da Ermeni milletine yönelik suçlamaları resmi olarak ifade etme fırsatını vermiştir.
Hınçak davası 11 Mayıs – 14 Haziran 1915 tarihleri arasında görülmüş ve yirmi kadar militanın idamıyla sonlanmış; Türk basınında başlatılan kampanyanın da katkısıyla Ermenilerin damgalanmasına yönelik yoğun propagandada kullanılmıştır.
Mayıs-Haziran 1915 arasında erkeklerin tutuklanması ve öldürülmesi
Bundan sonra, Ermeni nüfusunu yok etme planının değişik aşamaları belirli bir düzende peş peşe uygulamaya konur: İşleyiş bölge bölge farklılıklar gösterse de sonuç hep aynıdır.
Türk yetkililer 22 Nisan 1915 tarihinde yayımlanan, silâhlara el konmasını, silahı olanların beş gün içerisinde bunları ilgili askeri makamlara teslim etmesini emreden bir kararnameyi vilayetlerde uygulamaya koyarlar.
Özellikle Ermenileri hedef alan bu genel uygulama, yetkililerin arama yapmak için evlere, okul binalarına, kiliselere girmesine, zorbalıkla sorgu yapmalarına, yerel eşraftan ileri gelenleri tutuklamalarına ve onlara işkence etmelerine ve daha genel anlamda Ermeni toplumunu şüpheli, suçlu konumuna düşürmelerine imkân verir. Bu durum, yerel Ermeni kurumlarını oldukça hassas bir konuma sürükler; çünkü isyancı damgası yememek için otoritelerle işbirliği yapmayı reddedemezler. Korkunç bir ikilem içine düşerler çünkü silahların toplanması işini bizzat bu kurumların üstlenmesi, hatta bunu reddedenleri ifşa etmeleri istenir; oysa halkın silahları olmadan çetelerin ya da yağmacıların eline düşeceğinin farkındadırlar. Elimizdeki sayısız tanıklığa göre, yerel siyasi militanları barındıran Piskoposluk konseylerinin çoğunun, piskopos ve ileri gelenlerin bu emirlere uyduğu bilinmektedir. Ancak bu yetkilileri tatmin etmemiştir: Kimi zaman onları tatmin edebilmek için silah satın almaları bile gerekmiştir. Jön Türk rejiminin uygulamaya koyduğu bu damgalama aygıtı, çok daha fazlasını talep etmektedir ve özellikle de bir Ermeni isyanının, devlete karşı bir komplonun söz konusu olduğuna dair “deliller” peşindedir. Merkezin yerel sivil ve askeri makamlar üzerindeki baskısı, söz konusu makamları bahsedilen “delilleri” elde etmek için zorbalığa başvurmaya zorlar: Ağızlarından “itiraf’ almak için sivillere yapılan tutuklama ve işkence vakaları sayılamayacak kadar artar.
Harbiye Nazırı İsmail Enver’in ordu komutanlarına gönderdiği ve yerel askeri yetkililerden Ermeni tutsakları “Müslümanlara zulmetmek” gibi basit nedenlerle değil, bir “devrim” hazırlığı yapmakla itham ederek resmî söylemi doğrulamalarını talep eden genelge niteliğindeki telgrafı bu stratejiyi ortaya koyar.
Yerel makamlar, 1915 yılı Mayıs ayı boyunca, önce halen yörede bulunan son ileri gelenleri, sonra 16 ila 60 yaş arası erkekleri tutuklar ya da Ermeni nüfusun yoğun olduğu bölgelerde o güne dek hariç tutulan 16-19 ve 41-60 yaş arası erkekleri askere kaydederler. Bu erkekler altı Doğu vilayetinde küçük gruplar halinde ve ıssız yerlerde, Teşkilat-ı Mahsusa çeteleri tarafından katledilirler. Süreç aşağı yukarı her yerde aynı biçimde işler. Tutuklular, kısa bir gözaltı ve bazı tutsakların yaşamını kaybettiği işkence seanslarının ardından, onar kişilik gruplar halinde, elleri arkalarından zincire vurulmuş halde gece vakti hapishaneden sevk edilirler. Topluca suda boğma, en çok kullanılan katliam yöntemlerinden biridir: Dicle, Fırat ve Kızılırmak nehirleri bu amaçla çokça kullanılmıştır; bazı durumlarda ise Teşkilat kadrolarına verilen isimle “kasap taburları” , işlerini satır ve palalarla görmüştür.
Divriği kazasında (Sivas vilayeti), yörenin Ermeni seçkinlerinin tutuklanmasından sonra ikinci bir dalgada 200 kadar tüccar ve zanaatkâr ile askere alınma yaşından küçük gençler hedef alınır. Bu erkekler, günlerce süren işkencenin ardından sımsıkı bağlanarak şehre bir saatlik yürüme mesafesindeki Deren Dere Geçidi’ne götürülerek baltalarla katledilirler. 1 Mayıs günü, Harput’ta Protestan seçkinler tutuklanır ve birkaç gün sonra öldürülürler; bunların arasında Yeprad Koleji öğretmenleri de vardır. 1 ve 2 Mayıs’ta Çemişkezek’te (Mamüret-ül Aziz Vilayeti) okul binaları ve Ermeni memurların evleri basılır: 100 kişi gözaltına alınıp tutuklanır. 2 Mayıs tarihinde Trabzon’da, jandarma güçleri Vali Cemal Azmi’nin talimatıyla hem köylerde hem de şehir merkezinde Ermeni evlerine baskınlar düzenler. 4 Mayıs 1915’te Malatya’da yetkililer Ermenilerin evlerinde sistematik aramalara ve ellerinde “şüpheli belgeler” bulunan onlarca erkeği tutuklamaya girişirler. 11 Mayıs’ta Diyarbakır’da yörenin Ermeni seçkinleri, toprak sahipleri ve dini liderlerinden oluşan yaklaşık bin kadar erkek, Vali Reşid’in talimatıyla tutuklanıp işkence görür. 11-14 Mayıs arasında Antep’te (Halep vilayeti) yörenin yaklaşık 200 kadar Ermeni ileri geleni, üç gün boyunca sorguya çekilir.
Yüzlercesi arasında bu birkaç örnek, Ermeni bölgelerinde yaşamakta olan erkeklerin ortadan kaldırılması planını ortaya koymaya yeter. Bu türden operasyonlara aynı zamanda imparatorluk çapındaki bu kitlesel tutuklamaları meşru göstermeye çalışan bir basın kampanyası da eşlik eder. Jön Türklerin gazetesi Tanin, 9 Mayıs 1915’te “Büyük Fesat” başlığıyla bir yazı dizisi yayımlamaya başlar. Yazı dizisinde, sürgündeki muhalif lider Şerif Paşa ve yandaşlarının, Ermenilerle işbirliği yaparak İttihatçı yönetimi devirmek ve Jön Türk bakanlara suikast düzenlemek amacıyla tasarladığı bir projeden bahsedilir.
Katliamlar ve tehcirler
Bazı vilayetlerde hâlihazırda başlamış olmasına rağmen, Erzurum, Van ve Bitlis gibi doğu vilayetlerindeki Ermeni halkının tehciri, 13 Mayıs 1915 tarihli Bakanlar Kurulu (Vekiller Heyeti) karan ile resmiyet kazanır. İskân-ı Aşâyirin ve Muhacirin Müdüriyeti (IAMM), 23 Mayıs’ta vilayetlere ilettiği bir emirle sürgün edilenlerin Musul Vilayeti’ne yerleştirilebileceklerini ancak vilayetin Van Vilayeti’ne sınır olan kuzey kısmının bunun dışında tutulması gerektiğini belirtir. Bundan birkaç hafta sonra, 7 Temmuz 1915’te, IAMM Ermenilerin “kabul edileceği” alanları, “Musul Vilayeti’nin güney ve batı kısımlarına”, “İran sınırının en az seksen kilometre uzağındaki Kerkük Sancağı’nda yer alan köy ve kasabalara; Diyarbakır Vilayeti sınırlanın en az 25 kilometre uzağına, Zor Sancağı’nın güney ve batı kısımlana –ki buna Fırat havzasındaki ve Kabur’daki köyler de dâhildir–; Halep Vilayeti’nin batısındaki bütün köylerin ve kasabaların yanı sıra, kuzey bölümü ve Suriye topraklan dışında kalan güney ve doğu kısımlarına: demiryolu hattının en az 25 kilometre uzağında olmak şartıyla Havran ve Kerek sancaklarına doğru” genişletir. “İşte buralar Ermenilerin dağıtılacakları ve Müslüman ahalinin yüzde onunu teşkil edecek şekilde İskân edilecekleri yerlerdir. “İskân” bölgelerinin esasen dağlık bölgelerde yaşamaya alışmış toplulukların yaşamasını imkânsız kılan çöllere doğru genişletildiğini görürüz.
Tehcir ve yok etme süreçlerini bölge bölge incelediğimizde, Ermenilerin ata toprakları olarak kabul edilen altı doğu vilayetindeki Ermeni nüfusunun, imha planında özellikle hedef alındığını, Batı Anadolu’daki Ermenilerin tehcirinin daha geç bir tarihte ve ek bir önlem olarak gerçekleştirildiğini fark ederiz. Gördüğümüz üzere söz konusu plan, erkeklerin aileleriyle birlikte tehcir edildiği Batı’dakinin tersine, Doğu’da askere alınmış olsun olmasın tüm erkeklerin derhal yok edilmesini ya da iş güçlerinden rasyonel biçimde faydalanılmasını öngörür. Bayburt’tan (Erzurum vilayeti) ilk kafile 4 Haziran 1915’te ayrılır. Ardından 8 Haziran’da ikinci kafile yola çıkar ve 14 Haziran’da da üçüncü kafile harekete geçer. Toplamda yaklaşık 3.000 kişinin tehciri bu anlamda son derece karakteristiktir: Şehirden iki saat uzaklıkta, son erkekler kafileden ayrılır ve öldürülürler. Bayburt kazasından 2.833 çocuk Fırat Nehri’nin Kemah Boğazı civarında boğdurulur; geriye kalanlar, özellikle de kadınlar, Erzincan-Kemah Köprüsü-Arapkir yolunu izleyerek Gümüşmaden’e uzanan yolu izlerler ve hayatta kalanlar, Kürt çeteleri tarafından sistematik olarak kılıçtan geçirilirler”.
Nisan Mayıs Haziran Temmuz Ağustos Eylül Ekim Kasım Aralık |
8 kafile 21 65 96 86 5 11 6 8 |
35.500 sürgün 131.408 225.499 321.150 276.800 10.825 10.825 4.600 7.500 |
Toplam | 306 | 1.040.782 |
Kadın, çocuk ve yaşlılara farklı muameleler de yapılmıştır. Doğu vilayetlerinden gelen kafileler yolda yok edilirken, sürgünlerin pek azı, yaklaşık yüzde on beş ila yirmi kadarı Suriye ya da Mezopotamya’daki “iskân bölgelerine” ulaşabilmiştir. Buna karşın Anadolu ya da Trakya’dan, ayrıca Kilikya’dan gelen tehcir kafilelerinin Suriye’ye aileleriyle birlikte, çoğunlukla da trenlerle taşındıkları ve yolda pek az kayıp verdikleri gözlemlenmiştir.
Son olarak Erzurum, Van ve Bitlis vilayetlerindeki bazı kazalarda halkın tehcir edilmediğini, oldukları yerde katledildiklerini vurgulamak gerekir. Aşağıda göreceğiniz birkaç örnek, her yerde az çok sistematik bir biçimde meydana gelen olaylar hakkında ipuçları vermektedir: Erzurum’da 5 Mayıs 1915’te başlayan tehcir, 16 Mayıs’ta 30.000 ova köylüsünün üç kafile halinde Mamak Hatun yönüne doğru tehcir edilmesiyle devam eder. Sürgünler bir TM çetesi tarafından Erzincan’da katledilir. Aynı gün, Vali Mustafa Abdülmalik, erkekleri yerel Kürt çetelerine katlettirdikten sonra Bitlis kazasındaki 56 köyden (16.651 kişi) ve Ahlat kazasındaki 22 köyden (13.432 Ermeni) kadın ve çocukların tehcir emrini verir. İlerleyen günlerde bu sürgünlerin 12.000’i, birçoğu da yaralı halde Bitlis’te toplanır. Nihayetinde, kafileler halinde güneye ve katledilmeye doğru yola çıkarılırlar.
Tehcirlerle ilgili olarak resmi olmayan birçok kaynaktan yola çıkarak oluşturduğumuz tablo, eksiksiz olmasa da tehcir edilenlerin sayılan ile ilgili bir fikir verecektir. Tüm bu operasyonları yöneten Dâhiliye Nazırı Talat’ın defterlerinde, 924.158 kişinin tehcir edildiği yazar. Kaymakamlıklardan alınan bilgilere göre hesaplanan bu rakam, örneğin Aydın, Edirne, Kastamonu ya da Konstantinopolis gibi diğer bazı vilayetlerdeki tehcirleri kapsamaz. Başka bir deyişle, farklı kaynaklardan edinilen bilgilerden hareketle, 306 kafile halinde ölüme gönderilen sürgünlerin sayısının bir milyonu aşkın olduğunu söyleyebiliriz.
Tehcir edilmeyen bir milyon Ermeni’yi kategoriler halinde düşünmek mümkündür: Üçüncü Ordu’ya kaydedilmiş yaklaşık 120.000 Ermeni (ki bunların erken bir tarihte nasıl öldürüldüklerinden bahsetmiştik): altı Doğu vilayetinde, çoğunlukla yaşadıkları yerlerin yakınlarında katledilen yetişkin erkekler: Van vilayetinin kuzey kesimlerindeki, Erzurum vilayetinin kuzey ve doğu kesimlerindeki kırsal alanlar, Muş Ovası ve Bitlis’in kazalarının yakınlarındaki köyler gibi, oldukları yerde katledilenler, yerleri değiştirilmeyen Konstantinopolis ve İzmir Ermeni nüfusunun bir kısmı: kuzey sınırlarına yakın yerlerde yaşayan ve Kafkasya’ya kaçmayı başarabilmiş Ermeniler; çevre köylerde hayatta kalıp şehirlere sığınan Van Ermenileri; Çatak ve Hizan’ın dağlık bölgelerinden, Ağustos 1915’te geri çekilen Rus ordusuna katılmış olanlar ve ayrıca Türk ve Kürt dostlarının yanına sığınmış olan birkaç bin kadın ve çocuk: Hatta bu olgu öyle bir hal almıştır ki, Üçüncü Ordu kumandanı Mahmud Kamil 10 Temmuz 1915’te karargah merkezi Tortum’dan Sivas, Trabzon, Van, Mamûret-ül Aziz, Diyarbakır ve Bitlis valilerine şifreli bir telgraf göndererek “evlerinde Ermenileri saklayan Müslüman halktan bazı (kimselerin)” öldürülmesini ve “tehcir edilmemiş hiçbir Ermeni kalmayacak biçimde… mühtedi Ermenilerin de sevk edilmesini” emretmiştir.
Soykırımın 1915 yılı Nisan-Ağustos ayları arasında yaşanan bu ilk aşamasına dair incelemeden çıkarılacak başlıca ders, mayıs ila ağustos arasındaki dört aylık bir süre zarfında, tehcir operasyonlarının ne denli hızlı bir biçimde yürütüldüğü olacaktır.
Konstantinopolis’in Fethi
Fatih Sultan Mehmet (Bölüm-1)
II. Abdülhamid ve Kumpaslar Şehri
I. İbrahim (1640-1648): İktidar Bunalımı
Osmanlı’nın ilk Sultanı Osman’ın Saltanatı
Girit Savaşı (1645-1669)
Nizip Harbi (1839)
Devlet-i Aliyye’de Tagayyür ve Fesâd
Osmanlı Avusturya Uzun Savaşı (1593-1606)
Tehcir ve Katliamlar (Nisan-Ağustos 1915)
Osmanlı Son Savaşına Aslında Niye Girdi
Osmanlı I. Dünya savaşına girmek zorunda mıydı?
Çınar Vakası (Vaka-i Vakvakiye)
Yeniçerinin Yok Edilişi (Vaka-i Hayriye)Fatih Sultan Mehmet’in yaşamı ve ölümü
Yavuz Sultan Selim’in İcraatleri
Öldürülen Osmanlı Şehzadeleri ve Devrilen Padişahlar
Genç Osman’ın Katledilişi
Hürrem ve Süleyman’ın sonu nasıl oldu?
Çuvala Konup Denize Atılan 280 Cariye
İdam edilen 44 Veziriazam’ın dramı
Pargalı İbrahim’in ve Şehzade Mustafa’nın öldürülüşleri
İkinci Meşrutiyet ve İttihatçılığın gelişi
Talat, Cemal, Enver, Azmi Paşa’ların öldürülüşü
Kıbrıs’ın Fethi (1570)
Sarıkamış Harekatı Faciası
Şıpka Geçidi (1877 Osmanlı – Rus Harbi)
Son Bizans İmparatoru nasıl öldü?