II. Abdülhamid ve Kumpaslar Şehri

Tarihte Neler Oldu | | Şubat 14, 2018 at 10:12 am

II. Abdülhamid, 1842’de Abdülmecit’in ikinci oğlu olarak doğdu. Kendisi henüz yedi yaşındayken ölen annesi hareme girmeden önce Ermeni asıllı profesyonel bir dansöz idi. II. Abdülhamid 1876’da Sultan olduğunda 34 yaşındaydı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun otokrat sultanlarının sonuncusu olacaktı.

Yüzü, atalarının taze, etli ve güçlü görünen yüzlerinden büyük ölçüde farklı olan II. Abdülhamid, büyük kemerli burnunun üstünden şüpheyle bakan kara gözleri, zalimane duran ağzı ve sultan olacak her şehzadenin uzatmak zorunda olduğu (onunki siyahtı) sakalı ile zayıf ve sağlıksız görünüyordu. Boyu dizlerine kadar gelen Stambouli ceketi zayıf bedenini zarafetten uzak bir biçimde örtmekteydi. Başındaki fes, soluk ve dar yüzünün üzerinde olduğundan büyük görünmekteydi.

Yıldız Saray kompleksi ile Stambouli jaket ve Fesiyle Osmanlı'nın 33 yıl boyunca tahtta kalan 34. padişahı Sultan Abdülhamid


II. Abdülhamid’i diğer tüm Avrupalılardan daha iyi tanıyan bir akademisyen olan Profesör Armenius Vambery onu şöyle anlatır: Karakterinin belirgin özellikleri birbiriyle öylesine çelişen, öylesine değişken ve hatta alakasız bir başka insan daha tanımadım. Hayırseverlik ve kurnazlık, cömertlik ve cimrilik, korkaklık ve cesaret, feraset ve cehalet, ılımlılık ve aşırılık ve daha böyle birçok özellik dönüşümlü olarak onun eylem ve sözlerinde ifadesini bulurdu.

Karakterinin en ağır basan özelliği; ürkekliği, yanlış bir adım atmış olma endişesinin verdiği sürekli bir tereddüt ve bocalama idi. Tüm yaptıklarının en değişmez ve hatırda kalan işareti buydu. Harem eğitiminin korkunç etkisiyle ortaya çıkan bu talihsiz nitelik, mükemmel zihinsel yeteneklerini körelten, en iyi niyetlerini düş kırıklığına uğratan ve saltanatı boyunca ülkesi için talihsiz sonuçlar verdiren bir vasıf taşımaktaydı.

Abdülhamid’in belki de en büyük trajedisi; Avrupa’nın bir zamanlar korktuğu ama artık zayıf bir piyon olarak değerlendirdiği bu imparatorluğa karşı değişmiş olan yaklaşımına uyum sağlayamaması olmuştur. Kendisi, belki de ülkesinin içinde gerçekleşmekte olan değişimin boyutlarını dahi kavrayamamış bir haldeydi.

İstanbul kentinin kendisi dahi değişmekteydi. İlk telgraf hatları çalışmaya başlamıştı. Ülkeye ilk petrol ve yakıt ithal edilmişti. Başkentin ilk buharlı makinesi kurulmuştu. Galata’da Türkler ve yabancıları bir araya getiren Fransız Lisesi açılmış, Batı’nın etkileri diğer yollara da yayılmıştı. Şark usulü dökümlü şahane renkli kaftanlar, cübbeler çoktan gitmişti. İlerlemenin her zamanki etkisiyle olduğu gibi oryantal yaşamın ihtişamı neredeyse yok olmuştu. Yeni Sultan geçmiş ve gelecek arasında sürekli gidip gelmekteyken bir bataklığın içine gömülen İstanbul, hayatın çeşnisini ve renklerini kaybetmiş, bir şüphe ve entrika kenti haline gelmişti.

İlk başlarda halk için ümit veren Abdülhamid, önemli bir hükümdar olarak görülmekteydi. Tahta çıkışının haftası dolmadan Osman’ın kılıcını kuşandı. Kuşanma merasimi gününün sabahında Sultan, kutsal törenlerin öncesinde yapılması adet olduğu gibi klasik süt banyosunu yaptı. Bu esnada, Boğaz’ın ve Altın Boynuz’un (Haliç) sahillerinde kadın, erkek ve çocuk 100.000 kişi sıralanmıştı. Ahali, Dolmabahçe’den İstanbul’un 400 camisinin en saygın olanı Eyüp Cami’ne dek II. Abdülhamid’in denizden yapacağı geçit töreni sırasında yeni sultanı dünya gözüyle bir an için olsun görebilmek umuduyla bekleşiyorlardı.

Güneşin göz kamaştırıcı parlaklıkta olduğu, parlak mavi deniz üzerinde milyonlarca noktadan yansıdığı ve dünyadaki başka kentte olmadığı şekilde tüm evlere girdiği rüzgârsız bir gündü. Bir kanalın kara suları, nehrin çamuru ve çakıllı sahili bulunmayan bu deniz, en az Venedik’in büyük kanalının olduğu kadar, İstanbul’un ana caddesi konumunda idi.

Suyun kenarındaki caddeler bir düzine farklı Asya ırkından insanla dolmuştu. Aralarına serpiştirilmiş durumdaki melon şapkalı az sayıda Avrupalı da tatilin tadını çıkartmakta idi. Paşalar ve diğer önemli şahsiyetlerin hanımları arasında şimdiden biraz olsun özgürleşmesine izin verilenleri, hâlen peçeli olmalarına rağmen neredeyse şeffaf bir ipekli kumaştan yapılan küçük yaşmaklarla örtünmekteydiler. Bazı kadınlar öküzlerin çektiği arabalara tıkışmış halde gelirken bazıları Viyana’dan ithal edilen hafif ve üstü açık arabalarla, daha akıllıları da at sırtındaki arabacısı ile birlikte sert bakışlı ve elinde kılıcı çekili haldeki Nubyan zenci bir haremağasının eşliğinde getirilmekteydiler.



Erkekler çok önceden gelmişlerdi. Saatlerce öncesinden gelip caddelerde bağdaş kurmuş ve sürekli tütün içerek beklemekteydiler. Zenginler nargilenin sadece “kaimak” denilen üst kısmını tüttürmekle yetinirlerken, fakirler tömbekinin onların çıkartıp attıkları alt kısmını tüttürmekle meşguldüler. Güneş yükselip sıcaklık artınca melon şapka ve şerbet satıcıları çok iyi iş yaptılar. Çocuklar boyalı kâğıtlara sarılı Türk lokumlarını emiyorlardı. Peçeli hanımlar susuzluklarına dayanmak için telkari kuyumculukla (metal telden yapılmış) sözde sakızı sağlıklı tutacağı düşünülen kutularda taşıdıkları sakızı (mastik) çiğniyorlardı. Her köşede meyve (üzüm, incir, erik, nar) öbekleri yığılıydı. Bir de ‘hoşab’ (makbul su) dedikleri şeftali ve diğer meyveler ile misk ve amber kullanılıp karıştırarak yapılan meyveli bir içecek vardı. (rafine şekerin içine gülsuyu dökülüp köpüğü alındıktan sonra memba suyu ve meyve konup kaynatılıyor, ince bir tülbentten geçirilip bir damla misk veya amber eklenip sandal ağacı kaşıkla içiliyor.)

Daha doyurucu şeyler isteyenler için o sabah demir tırmıkla yakalanmış ve sokakta kızartılmış, pilav ve kabak dolmasıyla birlikte servis edilen istiridyeler (midyeler) ve portatif sobalarda yol kenarında pişirilen sakatat yahnisi (kokoreç) ile işkembe (her daim popüler olan en az iki yemek daha) vardı.

Öğlenden az önce on dört çift kürekle çekilen beyaz ve altın sırmalı saltanat kayığı, Altın Boynuz’dan(Haliç) içinde kızıl renkli güneşliğinin altında oturmakta olan Sultanla birlikte yola çıktı. O sırada, yüzlerce yabancı gemi sultanı selamlamak amaçlı olarak bayraklarını yarıya indirmişti. Eyüp yakınlarında Sultan, altın koşumlar içindeki beyaz atına binip Edirne Kapı’dan geçerek ahşap konutların sarkık saçaklarının altından altın sırmalı üniformaları içinde çift sıra askerin daha da dar hale getirdiği yolda ilerlemeye başladı.

Sultan; Heraklius’un surlarının dışında, kentin kuzey batısında kalan ve Fatih Sultan Mehmet tarafından yapılmış olan camiye vardığında normalde donuk olan kent büyük bir ihtişama büründü. Askerler ve bahriyeliler – kuş tüylü yüksek şapkalarının içindeki Arnavutlar, Çerkezler, altın sırmalı mavi üniforma içindeki sipahiler, sırma kenarlıklı üniformaları ve kızıl pelerinleri ile en gururluları olan bostancılar(cellâtlar) parlak güneşin aydınlattığı renkleriyle canlı ama gözü rahatsız etmeyen kiremit kaplı duvarlı avluda yerlerini almışlardı.

Sancak taşıyıcılar peygamberin yeşil bayrağını, caminin kaplamalı düz taş duvarlı, sade sütunlar üzerinde beyaz mermer kubbenin yükseldiği serin iç kısmına taşıdılar. Yeşil bayrağı, beyaz ve altın kaşmir cübbesiyle Şeyh-Ül İslam izlemekteydi; Abdülhamid, onun ardından içeri girdi. Antik çağlardan kalma katı bir protokole tam uygun olarak sessiz, ağırbaşlı bir asaletle uğuldayan dervişlerin başına doğru yedi adım attı. Sultan Osman’ın devrinden bu yana her yeni Sultanın kılıç kuşandırılması imtiyazına dervişler sahiptiler. Dervişbaşı, Abdülhamid’in sol omzunu öptü. Sultan da hükümdar olarak bu ilk eyleminde Sadrazama doğru üç adım attı ve O da kulları namı hesabına Sultanın cübbesinin eteğini öptü.

Caminin ortasında üstü ince dantel gibi narin süslemeli gümüş kaplı beyaz mermer bir lahit bulunmaktaydı. İçinde Resulullah’ın sancak taşıyıcısının külleri, ve önünde kırmızı kadife kaplı bir masanın üzerinde kılıcı yer almaktaydı. Kılıcın mavi kını kıymetli taşlardan neredeyse görünmez bir haldeydi. Altın kabzası turkuaz ve yakut ile kaplıydı.

Caminin içinde tam olarak 17 dakika süren boğuk alçak sesli dua mırıldanmalarından sonra müezzin minarenin tepesinden İstanbul halkına ‘Müminlerin Komutanı’nın içeride olduğunu duyurdu. Birkaç saniye sonra sultana önce kuşak sonra kılıcı verildi, böylelikle merasim sona erdi.

Sultan kılıcı küçük kahverengi eliyle kabzasından tuttuğu sırada cami, avludaki kumruların kanat çırpma sesleri dışında, olağanüstü bir sessizliğe bürünmüştü. Diz çökmüş insanlarla tıka basa dolu camiden aydınlık avluya çıkılırken yine yüksek kubbeden yansıyan bastırılmış dua sesleri duyuldu. Abdülhamid beyaz atına bindi. Yüzü, bir tarihçinin anlattığına göre düşünceli ve derin bir melankoli ifade ile kaplıydı. Yavaşça atını gürültücü kalabalıkların arasından ‘Tanrı’nın Yeryüzündeki Vekili’ sıfatıyla karşılanacağı caddelere doğru sürdü.

Politik ve mali krizler bu törene gölge düşürmedi. Türkler; yeni hükümdara değişikliklerin, özellikle de gittikçe daha popüler hale gelen Midhat Paşa’nın önayak olduğu değişikliklerin, ülkeyi iyiye doğru götüreceğini ispat etme şansı vermeye hazırdılar. Genel şenlikler sırasında Bulgarlar duruma uygun biçimde unutulmuştu. O güneşli günde sokaktaki adama göre AbdülHamid, görevlerini ciddiye alan bir hükümdar olacaktı. Hipodromdaki cümbüşe katılan ve o geceyi geçiren geniş kalabalıkların içinden bir tek kişi bile genç AbdülHamid’in bir gün (Everslay’in deyişiyle) uzun Osmanlı Hanedanı dönemi içindeki sultanlar arasında, en kurnaz, güvenilmez ve baskıcısı olacağına inanamazdı.

O gün, Gladstone’un Bulgaristan’daki katliamları anlatan risaleyi bastırdığı gündü aynı zamanda. Yeni Sultan bu risalenin St Petersburg’da nasıl karşılandığını da bilmiyor olabilirdi. General Ignatiev, Çar’a neşeli bir şekilde şöyle demişti; Bulgar katliamı Rusya’ya şimdiye kadar hiç sahip olmadığı bir şeyi kazandırdı – İngiliz kamuoyunun desteğini…

Avrupa’da bir şeyler yapılması gerekiyordu. Bulgaristan’daki dehşet herkesin ağzındaydı. Çar, kana susamıştı. Tüm siyasetçiler Osmanlı’nın isyan halinde olduğunu biliyorlardı. Sırbistan ve Karadağ, Türklerin kötü yönetimi altında kalmayı sürdürmektense yok olmayı tercih edeceklerini deklare etmişlerdi. Bosna ve Hersek, Türk paşaların harisliği karşısında ayaklanma halinde ve ateşler içindeydi. Bulgaristan son nefesini vermek üzereydi. Ve Avrupa için – özellikle de İngiltere için Hindistan’a erişimde hayati bir yol konumunda olan yeni açılmış Süveyş Kanalı yolu çok büyük bir tehdit altına girmişti – Hıristiyanlık adına Çar’ın Osmanlı İmparatorluğu’nun üzerine yürümesi ve Boğaziçi’nin kontrolünü ele geçirerek çok büyük bir güç kazanması tehlikesi bulunuyordu.

O yüzden İngiltere Türkiye’nin içişlerine karışmak ve Çar’ın savaş tehditlerini defetmek üzere iyi bir mazerete ihtiyaç duyuyordu. İşte bu durum, İngiltere’ye o mazereti sağlamakta idi. Paris Anlaşması’nda imza sahibi devletlerden olması konumuyla İngiltere, Türklerin Hıristiyan tebaasına karşı işlediği insanlık suçlarına kayıtsız kalamazdı. O yüzden AbdülHamid’in kutsal kılıcı kuşanma merasiminin üzerinden henüz iki ay geçmişti ki Avrupa’nın güçlü devletlerini Hıristiyan tebaasını korumak üzere Türk yönetiminde idari değişiklikler yapılmasına ikna etmek üzere bir toplantı düzenlenmesine ikna etti.

Abdülhamid, kusurları her ne olursa olsun sadık bir Osmanlı idi. İçişlerine küstahça müdahale olarak nitelendirdiği bu girişime öfkelendi. AbdülHamid’in önceki iki selefinin indirilmesinde etkisi bulunan Midhat Paşa da öfkeliydi ve bu konuda Sultandan yardım beklemeye hakkı olduğunu düşünüyordu.

Hindistan’dan Sorumlu Devlet Bakanı Lord Salisbury’nin temsil ettiği İngiltere ile Rus Çarı’nı temsil eden General Ignatiev 23 Aralık 1876 günü Avrupa Konferansı’nın müzakerelerine başlamak üzere İstanbul’a geldiler. Haliç’e bakan Bahriye Komutanlığı salonunda Türk delegelerle oturdukları sırada 101 pare top atışının yapılışına şahit oldular. Son top atışının sesinin ardından Türk delegelerin en yetkilisi ayağa kalktı ve şunu söyledi: “Baylar, duyduğunuz top atışı Sultan’ın İmparatorluğundaki tüm tebaasının hiçbir ayrım göstermeden haklarını garanti eden anayasanın(Kanun- i Esasî) Sultan tarafından yürürlüğe konuluşunu ilan etmektedir. Bu büyük hadisenin vukuunda bizim görevimiz artık lüzumsuz kalmaktadır.”

Aslında geniş kapsamlı bir anayasa reformu üzerinde daha Sultan Murat’ın saltanatı devrinden itabaren mutabık kalınmış, ama AbdülHamid şahsi menfaatleri fikrini değiştirmeye zorlayıncaya kadar anayasayı onaylamayı reddetmişti. Şimdi ise tüm İmparatorluk dâhilinde ırk veya din farkı gözetmeksizin herkesin oy verme hakkı olan bir seçimle bir ulusal meclisi toplamak üzere halka çağrı yapılmıştı

Şaşkın Avrupalı diplomatlar için gerekli olduğunu düşündükleri değişiklikleri öneren bir duyurunun zaten yapılmış olduğu ortamda söylenecek veya yapılacak pek bir şey yoktu. Bunun bir hile olduğunu düşündükleri için de öfkeliydiler. Birkaç toplantı yaptıktan sonra valizlerini toplayıp kendi başkentlerine geri döndüler.

Deneyimsiz ama coşkulu bir seçmen kitlesi, her ırk ve dinden üyeleri olacak bir parlamentoyu seçmek üzere gerekli işlemlere giriştiler. Oluşan Meclis’in ilk oturumu; mermer zemini, aynalı duvarları ve çok sayıdaki avizeden yansıyan bol ışıklarıyla Bahriye Nezareti’nin Haliç’e bakan büyük salonunda gerçekleştirildi. Toplantı; siyahlar giymiş, eldivenli eli kılıcında kendisinin sağ tarafında saf tutmak için itiş kakış içindeki Mebusan’a dinletilmek üzere yüksek sesle okutulan kendine ait konuşma metnini dinleyen Sultan AbdülHamid tarafından da bizzat şereflendirilmişti.

İmparatorluğun uzak noktalarından gelen temsilciler içinde koyun postuna bürünmüş olan açıkgözler -rivayete göre güç padişahın sağ cenahında olur inancıyla- kendini o tarafta konumlandırmak için itiş kakış içindeydiler. Sultan AbdülHamid, büyük bir ciddiyetle anayasayı koruyacağına yemin etti. Sadece Midhat’ı başvezir ilan etmekle kalmadı, üstün bir siyasi zekâ sergileyerek bir Ermeniyi parlamento başkanı olarak atadı ve iki Museviyi de kendine yaver olarak seçti. Bu hamlenin hemen ardından ilerleyen günlerde Sultan hem kendisine inanan halkın hem de reformcu Genç Türklerin idolu haline geldi.

Ancak, hem halk hem de Genç Türkler nobranca hayal kırıklığına uğratıldılar. Çünkü Sultan için sadece Hıristiyan işgüzarların müdahalesine engel olabilmek maksadıyla bir jest gerekiyordu. Onlar henüz ülkeden ayrılmıştı ki Midhat Dolmabahçe’ye çağrıldı. Oraya daha varmak üzereyken meşum bir işaret dikkatini çekmişti: Evini kuşatan bir dizi asker… Sonrasında, Sultanın keyfine göre sarayın girişinde bekletilirken pencerenin dışında Sultan’ın yatını gördü. Bacasından çıkan dumanıyla harekete hazır hale getirilmişti.

Midhat, tek başına bir saat boyunca orada beklerken duyduğu tek ses uzaktaki bir piyanodan gelen Offenbach tınısıydı. En sonunda Sultan’ın yaveri yanına geldi ve utangaç bir şekilde Sultan’ın kendisini görevden aldığını ve saltanat yatının kendisini seçeceği herhangi Avrupa ülkesinde sürgüne götürmek üzere dışarıda bekletilmekte olduğunu bildirdi.

Sultan’ın hareketi sadece dargınlığından değildi. Kısa “demokrasi” döneminde Midhat, hazine hesaplarında inanılmaz boyutlarda yolsuzlukları ortaya çıkarmıştı. Sultan’ın düzenlemesiyle devasa miktardaki devlet bonoları ve hazine paraları ortadan kaybolmuştu. Sultan, esas olarak bu teftişlerin sürdürülmesinden korktuğu için bu yolu seçmişti.

Sultan’ın iktidarının bu ilk aylarında Rusya ile savaş da gündemden hiç düşmemişti. Ancak, bu konu Abdülhamit için ikinci plandaydı çünkü zihni fevkalade başka bir özel konuyla meşguldü.

Kendisinden önceki her iki sultanın da indirilip hâl edilmiş olması dolayısıyla içini kemiren korku ve şüphe yüzünden çok özel bir önlem alması gerektiğine hükmetti. Öyle zapt edilemez bir saray yaptıracaktı ki, tabiri caizse içeriden kilitlenebilen bir hapishane gibi olacaktı.

Elinin altında bulunan diğer çok sayıdaki saray onu tatmin etmiyordu. Kuleli, hendekli bir kale yapmayı da düşünmedi. Sonunda, kendine yeni bir kent inşa ettirdi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun ölümünü getirecek olan hükümdarın zihninde görünen tablodaki ironi silinmiş olmalıydı ki yeni sarayın büyük bir kısmı iki büyük mezarlığın üstüne inşa edilmişti. Haliç’in kuzey tarafındaki Pera ile Dolmabaçe’nin bir mil gerisinde köhne ahşap binaların seyrekleştiği yolun düzensizleştiği yerdeki gösterişsiz (amcası AbdülAziz’in gözde odalıklarından birinin adına yapılmış) Yıldız Köşkü’nün bulunduğu alana kadar…

Abdülhamid burada yaşamaya (Girit Sarayı’ndaki ilk labirenti yaptıran Minos gibi) ve sarayın içindeki sırları kimsenin bilmemesine dayalı bir düzen kurmaya karar verdi. İlk villa olan Yıldız’ın etrafında pek çok dönüme yayılı yüzlerce binadan oluşan, içinde en az beş bin kişinin yaşadığı bir kent yapıldı.

Sarayın yapılışında, bir düzine mimar çalıştı ve bu mimarlardan hiçbiri diğer 11 tanesinin varlığını hiç bilmedi. Arazinin bir köşesinde bir harem binasının tuğlalarını döşeyen duvarcı ustaları, yapay bir gölet inşa eden işçileri hiç görmediler. Yer açmak üzere tüm caddeyi yıkıp indirme hafriyatıyla görevlendirilenlerin, bir mil aşağısında özel bir hayvanat bahçesi inşa edilmekte olduğundan hiç haberleri olmadı.

Yamaç üzerinde vardiyalar halinde çalışma yapan yüzlerce işçi birbirini hiç tanımadı, hiç karşılaşmadılar. Bir mühendis bir bölgenin elektrik tesisatını projelendirirken, diğeri öbür tarafını çizdi. Saray alanının bir yanındaki servi ağaçlarını sökenler, Belgrad Ormanı’nı inşa etmek üzere onları öbür tarafa taşıyan yüzlerce kağnı arabasını hiç görmediler.

Korku içindeki bir adam için bu yerleşim mükemmeldi. Kara alanındaki Pera’nın sefalet içindeki sokakları yüksek duvarlar tarafından kesilmekteydi. Yıldız’ın önünde yamacın eteklerinde ise Boğaz yer almakta idi. Suyun öbür tarafındaki Haliç’in yelkenleri de saray ucundaki servilerle kavuşmaktaydı. Kuşkusuz Sultan; her teknenin, her hareketini takip edebilmek amacıyla içinde güçlü teleskoplar bulunan kasırlar inşa ettirmişti.

Bakımsız eski mezarlıklar; göl çeşmeleri, lale bahçeleri, egzotik kuşların çırpınarak girip çıktığı fundalıklarla dolu hayvanat bahçesi ve pek çok binayla dolu bir labirente dönüşene kadar Sultan, aylar boyunca bir hizmetçiyle birlikte neredeyse gizlice inşaat alanına atıyla gitti, geldi. Orada, yabancı gördüklerinde mutlaka çığlık attıklarına inandığı yüz papağanın tutulduğu kafesler de bulunuyordu. Gölgelenmiş çakıl taşlı yollarda içinde itimat edilen kılık değiştirmiş gizli istihbarat mensuplarının çalıştığı kahveci dükkânları vardı. Tüm bunlar sabah yürüyüşleri sırasında özellikle içtiği kahvenin parasını da vermek isteyen ve kendi kendinin mahpusu konumundaki Sultana bir normallik görüntüsü vermek içindi.

Bir duvarı kaplayan ve yamacın tamamına hâkim stratejik bir konumdaki sarı askeri barakalar tek büyük binalardı. Yıldız’ın tüm geri kalanı kötü planlanmış bir gelişme bölgesini andırıyordu. Sultan’ın içinde yaşadığı odalar acayip biçimsiz bir zevke hitap ediyordu ve O kaldığı evleri sürekli değiştirirdi. Çoğu duvarın tamamı her yabancının hareketlerinin izlenebileceği şekilde aynalarla kaplıydı. Klasik Türk halıları ve divanlar ile paha biçilmez Çin vazoları (altı tas üstü şişhane biçimde) lüks kapitone döşemeli ucuz Fransız mobilyasıyla yan yana bulunuyordu. Guguklu saatler gibi ıvır zıvır ile en son oyuncağı olan bir İngiliz malı fare kapanı Sultanın mücevher işlemeli sigara kutusunun yanında duruyordu. Ayrıca, dört düzine kuyruklu piyano odaya giren ziyaretçilerin tek sıra halinde yürümelerini sağlayacak bir şekilde kapıların önünde dekoratif bariyerler olarak stratejik bir biçimde yerleştirilmişti. Odaların çoğu, koridorlar, hatta tüm binalar eskiden kalma mezarlık iskeletlerinin arasından geçen gizli yeraltı geçitleriyle bağlantılıydı ve bu geçitlerin hepsini birden sadece Abdülhamid bilmekteydi.

Sanki bir kuşatmaya karşı hazırlık yapar gibi pek çok evi mobilya, kıyafetler, silahlar hatta çocuk oyuncakları ve ucuz ithal mallar ile doldurdu. Çok geçmeden bir eve tuhaf makine parçaları istiflendi. Bunlar, İngiltere’den satın alınan ve bir kruvazör gemisinin olmazsa olmaz parçalarından oluşan bir stok idi. İstanbul Boğazı’na gelir gelmez kendisine karşı kullanılabileceği endişesiyle AbdülHamid onu söktürmüştü. Geniş saray mülkünün stratejik her köşesinde, her odasında bir revolver,-toplamda bin kadar- el altında bulunuyordu. AbdülHamid keskin nişancıydı.

Sultan’ın moderniteye izin verdiği hususlar; bu mülkün içinden kendisini ülkenin her köşesindeki casuslarına bağlayan bir telgraf hattı, yapay gölünün içindeki bir elektrikli tekne ve küçük bir tiyatrodan ibaretti. Saraya elektrik tesisatı da kurdurdu ama İstanbul’da elektrik ışığı (Sultanın ‘dinamo’ kelimesini ‘dinamit’ olarak anlamasından dolayı) yasaklanmıştı. Yabanıl hayvanlar koleksiyonunun bulunduğu alanın hemen altına (çığlıkların duyulmaması amacıyla) bir hapishane yaptırtmıştı.

Padişahın faytonla camiye gelişi ve selamlık seremonisi çok geniş katılımlı olurdu


Abdülhamid’in yeni evi burasıydı ve ülke artık İstanbul’dan değil buradan yönetiliyordu. Bir gizli polis iktidarı olan hükümetin esas görevlileri de Sultan’ın geniş casus ordusunun üyeleriydi ve bunların çoğu kendisine telgraf aracılığıyla her gün rapor vermekteydiler. Sıska, kemerli burunlu mutsuz adamın her eylemi, her tepkisi ipek boğma kirişinin korkusundan kaynaklanmakta idi. Kısa sürede İstanbul ahalisinin yarısı diğer yarısını gözetler hale geldi. Sultan’a casusluk yapmak sadece onun güvenini kazanmanın bir yolu değil, ayrıca kazançlıydı da… Hükümetin maaş ödemeleri aylarca gecikmeli yapılabilmesine karşın casusların maaşı anında ödenirdi.

Sultan’ın korku ve saplantıları günden güne arttı, giderek daha ölümcül olmaya başladı. Zehirlenmek, belki de en büyük korkusu idi. Şerbeti için kullanılacak içme suyu daima belirli bir membadan alınır, ağzı mühürlenir mühürlü haliyle kendisine getirilir ve o mührü daima kendisi açardı. Sütü de Yıldız’daki kendi çiftliğinde üretilirdi. Her ineğin gece gündüz başında nöbetçi beklerdi. Yemeklerin pişirildiği mutfaklar, demir kapılı ve pencereleri demir parmaklıklıydı. Yemek konusunda alçak gönüllüydü. Pilav, kabak dolması, yumurta ve yoğurt en sevdiği yiyeceklerdi. Ama bir yemeğe elini sürmeden önce bazı önlemlerin alınmış olmasında ısrarcı idi. Her bir yemek mutlaka “Sultan’ın hayatı ve sağlığının muhafızı” Başmabeyinci Osman Bey tarafından önceden tadılmak zorundaydı, sonra bir parça da bir kedi veya köpeğe verilirdi. Kimi zamanlar, bazı yemekler Sultan’ın kendisini sevmediğinden şüphelendiği hükümet görevlilerine de yedirilir ve yemek kendisine ancak tüm bunlardan sonra servis edilirdi. Kendi başına yediği zamanlarda bile bu seremoninin yerine getirilmesinde ısrarlı idi. Altın işlemeli üniformalar giyen iki köle; önce üstünde örtü bulunan saltanat yemeğini getirirler, ardından büyük bir gümüş tepsi içinde test edilmiş ve tadılmış yemekleri üstünde siyah bir bez örtülü ve hava geçirmez şekilde mühürlü olarak getirirlerdi. Yine tam kapatılmış bir ekmek sepeti de bir başka köle tarafından ayrıca sunulurdu.

Sultan II. Abdülhamidin, Hadîce Râbia Peyveste Hanımefendi ile 31 Ağustos 1890’de Yıldız Sarayı’nda evlendiği duyurulmuştu.


Sultan’ın şiddetli hazımsızlık (akut dispepsi) rahatsızlığı nedeniyle yemekler sıklıkla yenmeden geri gider, onun yerine sadece doktorunun verdiği hapları yutmakla yetinirdi. Ancak, bu bile saçmalık sınırında bir ritüel ile uygulanıyordu. Güvendiği bir haremağasını göndererek yüzlerce hap satın aldırtır, sonra bu haplar bir torbaya konulup sallanır, daha sonra Sultan elini torbanın içine daldırarak içlerinden bir tanesini alırdı. Kendisi, bu ritüelin zehirlenme olasılığını azalttığını düşünürdü.

Sigaraları peş peşe içen bir müzmin tiryaki idi ama yüksek vasıflı tütün kullanmayı (tıbbi işlemden geçmiş olması endişesiyle) reddediyordu. Açık pazarda bulunan en ucuz marka olanını alır ve paketi kendisi açmadan haremağasının onun sigaralarını sarmasına izin vermezdi. (Ayrıca sigaradan ilk nefesi daima haremağasının çekmesi gerekiyordu.) Sultan ayrıca elbiselerinin de zehirlenmesinden çok korkuyordu. Bu yüzden, önce bedeni kendisiyle ayni olan süt kardeşi İzzet giysileri kendi üstünde giyerek ısıtırdı.

Şehvet düşkünü birisi de değildi ama Sultan’ın korkularını unutabildiği tek yer haremdi. 200 kadar cariyesiyle harem, onun tek gerçek dünyası ve Yıldız’ın da kalbiydi. Orada kendisini koruyabileceklerini bildiği insan duvarının arkasında biraz olsun rahatlayabiliyordu. Ancak kadınlar (özel kutlamalar sırasında kendisine sunulan ‘iyi talih bakireleri’ dışında) onun için birer sevgiliden ziyade birer ana gibiydiler. Çok geçmeden Sultan hükümet görevlerinde bile cariyelerine güvenmeye başladı. Dışarıdaki dünyadan kendisinin ziyaretine gelenler genellikle Sultanın yanında bir kadın olduğunu gördüler. Belgeleri dezenfekte eden ve mektup çantalarını açan kadının,kalın peçesinin altında, kim olduğunu hiç kimse öğrenemedi.

Her ne kadar çoğu zaman çocuklarıyla oynayarak ve piyanoyu tıngırdatarak (favori parçası ‘La Fille de Madame Angot’ idi) hayatının en mutlu vakitlerini haremde geçirse de Abdülhamid’in kuruntulu zihni kendi kadınlarından bile şüphe etmesine neden oluyordu. Çocukken Madame Tussaud Müzesi’nin Fransız muadilini görmüştü ve şimdi kendisinin balmumundan bir heykelini yaptırtmıştı. Bu balmumu heykeli, odalıkların gördüklerinde Sultan’ın kendilerini gözetlediğini düşünebilecekleri şekilde, Harem’de bir yere yerleştirmişti.

Aslında bu dönemde kendisinin Harem’de olmayan bir metresi vardı ve bu, bir Sultan için pek rastlanmadık bir durumdu. Hükümdarlığının ilk yılı dolaylarında Abdülhamid’in harem dışında kollarında avunduğu ince saçlı, gülen gözlü, Pera’da ana cadde üzerinde bir eldivenci dükkânını çalıştıran Flora Cordier isimli Belçikalı bir kız… Kendisiyle, Sultan oluşundan iki yıl önce tanışmış ve ona çılgınca âşık olmuştu. Flora Cordier’e sadece duygusal anlamda değil; kendisine dükkânı düzenli ziyaret eden Genç Türkler’den duyduğu dedikoduları aktarmasından dolayı da bağlıydı.

Joan Haslip'in yazdığı 1968'de yayınlanan kitabında Flora Cordier'in öldürtülüşü de anlatılmaktadır.


Başlangıçta sıcak ve mutlu olan bu aşk ilişkisinin haberi çok geçmeden Whitehall’a ulaşmış, Abdülhamid’in tahta çıkması sırasında da Disraeli tarafından Lord Salisbury’e, “Yeni Sultan’ın sadece bir hanımı var, Pera’da bir modacı, Belçikalı…” şeklinde yazıyla iletilmişti. Abdülhamid,, o dükkândan eldiven vesaire alan müdavimlerinden ve kızın da hayranı idi. Bir gün kıza, “benimle evlenir misin?” demiş, o da ”Pourquoi non? (neden olmasın?)” şeklinde yanıtlayınca mesele hallolmuştu. Kız, onu saray hayatına karşı koruyan bir tür Roxelana (Hürrem) olmuştu. Acaba o da gelecekte bir Muhteşem Süleyman olabilecek miydi?”

Bu, belki de Abdülhamid’in hayatı boyunca kendini mutlu hissettiği tek dönemdi. Anncak ikisi aslında gerçekte hiç evlenmemiş olmalılar. Flora hareme hiç girmedi, küçük bir eve gizlenip AbdülHamid’in arada bir kapalı bir araba içinde Yıldız’a kendisini ziyarete çağırmasını beklemeye başladı. Oldukça acıklı bir biçimde kızın dükkânı kapatıp Pera’dan ayrılarak tecrit bir hayata başlamasıyla anlattığı neşeli dedikodulardan da mahrum kalması Sultan için cazibesini de yitirmesine yol açmış olmalıydı. Söylentiye göre Belçika’ya geri gönderilmişti. (Bu olayın garip bir yansıması yıllar sonra İngiliz Sefiresi Lady Layard’ın Harem’i ziyareti sırasında ortaya çıktı. Sefire, Fransızca konuşan güzel bir köle kızla karşılaşmıştı. Onca yıllık dedikodu ve gizemden sonra kızın kendisine Sultan’ın Peralı çok zeki bir Belçikalı modacının küçük evinde yaşadığını söylemesi Sefireyi afallatmıştı. Haremağalarının kıza ne kadar saygılı biçimde davrandıklarını görmesi onu daha da şaşırttı. Kız, Abdülhamid’in Flora Cordier’den olma çocuğu olabilir miydi? Doğrusunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Çünkü kızın Abdülhamid’in 18 yaşındaki oğlu Şehzade Selim’le olan bir randevusunun öğrenilmesi sonrasında Selim sürgüne gönderilmiş, kız da geleneksel biçimde suda boğdurulmuştu.)


Sultan zaman zaman eğlenir, seyrek de olsa kurulan zengin sofralar için Dolmabahçe Sarayı’nı kullanırdı. Ancak, yabancı diplomatlara yemek servisi Yıldız’daki bir odada yapılır, mutfaklara olan mesafenin uzunluğu dolayısıyla da yemekler yarı soğumuş halde olurdu. Yemek genellikle sessizce yenir, sonunda da kahve içilirdi. Daily Telegraph’dan Drew Gray, AbdulHamid ile arkadaşlık etmiş ve bu merasimden çok etkilenmişti. Gray, şöyle yazmıştı: ” Sultan, kahve servisi işaretini verince bir hizmetçi gelip Mr. Colman’ın hardal tenekesi gibi bir kaptan, gümüş bir sos tavasına (cezve) az bir miktar ince öğütülmüş ve çok kokulu kahve silkeledi. Sonra bunu içinde harlı közlerin bulunduğu mangalın üstünde suyu kaynayıncaya kadar tuttu. Daha sonra, dolaptan aldığı küçük sapsız porselen fincanı tıpkı İngiliz yumurta tutucuları biçimindeki muhteşem işlemeli altın bir fincan tutucunun içine yerleştirdi.”

Aslında Abdülhamid’in atalarından gelen oryantal ihtişam çoktan gitmiş onun yerine cafcaflı ve zevksiz bir taklidi almıştı. İşlevsiz kalabalıklar – din adamları, cüceler, sağır dilsizler, hadımlar, köle Çerkez kızlar vb… – saraya doluşmuştu. Aynen bir Shakespeare oyununun günümüz elbiseleriyle oynanması gibi sarayın eski ihtişamlı havası buharlaşıp uçmuştu. Üstünde parıldayan mücevherleriyle yumurta biçimli sarığı ve beyaz ermin kürklü saten kıyafetiyle muhteşem duran Sadrazam kıyafetinin yerini eski bir Alman üniforması ve fes almış, sadrazam bu kıyafetiyle korkudan sinmiş ihtiyar bir dalkavuğa dönüşmüştü. Eskiden oryantal ihtişamıyla ürkütücü görünen zenci hadımlar, şimdi rengi solmuş Stambouli mantolarıyla tuhaf görünüyorlardı. Yakalarından taşan yağ katmanlarıyla üçüncü sınıf bir müteahit müfrezesinin İngiliz elçisini hatırlatmaktaydılar.

Şimdilerde Yıldız’daki her şey eski zamanlardaki görkemin bir parodisi idi. Gerçeklikten tamamen kopmuştu. Sultan’ın bilgi kaynakları sadece hadımlar, cariyeler, ve her tarafa dağılmış geniş casus ordusundan ibaretti. Bunlar da Sultan’a kendi işlerine geldiği biçimde sahte bilgiler taşımaktaydılar. Sadece İstanbul’daki polis sayısı, askeri birlik mevcudundan fazlaydı. Çok geçmeden Abdülhamid, istisna durumlar dışında, kendi nazırlarını bile görmeyi reddeder hale geldi ki o istisna durumlarda bile Sadrazama emirlerini iletmesinden sonra herhangi bir tartışmaya izin vermezdi.

Hükümet yetkilileri genellikle sadece Sultan’ın isteklerini bildiren mesajlar– emirlerin kibar hali- alırlardı. Kuşkusuz ki Sultan, fırtına bulutlarının toplanmasına aldırmıyordu. Ve kuşkusuz ki nazırlar da onu bilgilendirmeye cesaret edemiyorlardı. Bu yüzden, Avrupa güçleri “Doğu Sorunu”nu – diğer bir deyişle Bulgarlar ve diğer Hıristiyanların problemlerini – çözmek üzere ikinci bir kez daha girişimde bulunduklarında, onların bu girişimlerini Osmanlı İmparatorluğu’nun içişlerine karışıldığı gerekçesiyle öfkeli bir biçimde reddetti.

Çar’ın beklediği de bunun yapılmasıydı. Onun beklediği an, bir başka gerekçeyle de Kraliçe Viktorya’nın en korktuğu an gelmişti. Çünkü Kraliçe, Rusya’yı İngiltere’nin en zorlu rakibi olarak görmekteydi. Kırım Savaşı’ndan bu yana Rusya, Orta Asya’daki ilerleyişini sessizce sürdürmekteydi. Ve Kraliçe Viktorya şimdiden hükümetini Rusya’nın Hindistan’ı istila planları yaptığı konusunda uyarmaktaydı. Ancak, Kraliçe’nin kabinesini Rus tehdidine ilişkin uyarması başka, buna karşı kabineyi herhangi bir eyleme girişmeye ikna edebilmesi – hatta bu konuda bir niyet beyanı yayınlaması tamamen başka bir şeydi. Kraliçe bu konuda Başbakan’a yazdığı resmi yazıda hükümeti tahttan çekilmekle şöyle tehdit etmişti; “Eğer İngiltere, Rusya’nın ayaklarını öpmek durumunda kalacak olursa Kraliçeniz bu aşağılanmanın bir tarafı olmaktansa tacını çıkartacaktır.” Ardından da kabineye yazdığı bir bildirgede Rusya’nın Osmanlı zaferinin tehlikesini şöyle anlatmıştı. “Söz konusu olan şey dünya hakimiyetinin Rusya’da mı İngiltere’de mi olacağıdır.”

Tüm bunlara rağmen, İngiltere için savaşa girmek düşünülemez bir durumdu. Bulgaristan nasıl olsa Whitehall’ın uzağında kalmaktaydı. Gladstone, koltuğunda rahat oturan adam öfkesiyle yazdığı (kendisine de 12,000 pound kazandıran) bir kitapçıkta;çiğnenmiş, sindirilmiş 5 milyon Bulgar göklerdeki babamıza yüz çevirmekten aciz, ellerini size uzatıyorlar… şeklinde birşeyler söylemişti gerçi. Yine de İngiliz çocukların uzak ülkelere savaşmaya gönderilmesinin söz konusu olamayacağının da altını çizmekteydi.

Rusya’da ise durum çok farklıydı. Her şey bir yana Çar, İstanbul’u istiyordu ve onu ele geçirme hazırlığı içindeydi. Önce Romanya’dan askerleri için geçiş izni, Avusturya-Macaristan’dan da tarafsızlık vaadi aldı. Şimdi Bulgaristan’daki vahşet tablosu ve Sultan’ın Avrupa Protokolü’nü reddetmesi Çar’a istediği fırsatı vermişti.

24 Nisan 1877 günü Çar tarihte defalarca tekrarlanmış olan o repliği bir daha tekrarlayarak; “Artık sabrının taştığını”” söyleyip Osmanlı’ya savaş açtı. Bu gibi durumlarda aslında var olan toprak ihtirasları genellikle bunun Hıristiyanlığı kurtarma davasındaki kutsal bir savaş olduğu, savaşın haç ve hilal arasında görüleceği iddiasıyla maskelenirdi.

Bu yazının tamamı yazarın Altın Boynuzun Efendileri isimli eser orijinalinin 9. bölümünden alınmıştır.

Abdulhamid ise gelmekte olan savaşı mazeret göstererek parlamentoyu feshetti. Hemen ardından da iki güçlü Rus ordusu Osmanlı’yı istila etmeye başladı. Avrupa’dan yaklaşık 200 bin mevcutlu Grandük Nicholas komutasındaki ordu Tuna Nehri’ni geçti. Asya’dan da 150 bin mevcutlu GranDük Michael komutasındaki ordu Kafkasları aştı.

İstanbul karmakarışıktı. Sultan’ın bilgi alma konusunda güvendiği casusların hepsi çaresizdi. Hakikaten Sultan’ın son havadisleri alma konusunda güvenebileceği tek kaynak kendisini muntazaman ziyaret etmekte olan İngiliz Elçisi Layard’dan başkası değildi. Elçi, Sultan’ın o günleri; “Kendisi aracılığıyla, Kraliçe Viktorya’dan yardım istediği sırada Sultan, gözleri içeri çökmüş, etrafında uykusuzluktan kara çizgiler oluşmuş, yüzü de her gün sürdüğü allığın altında adeta grileşmiş haldeydi”” diye anlatır.

Yine de Rusya’nın Avrupa askerleri, kısa zamanda İstanbul’un surlarına ulaşacakları inancıyla Tuna Nehri’ni geçtikleri sırada önlerine çıkan bir engel onları durdurdu. Nehrin yirmi mil güneyindeki bir vadinin içinde bulunan uykulu küçük bir kasaba… Dünya savaş tarihinin en kahramanca savunma mücadelelerinden birine sahne oldu. Kasabanın adı Plevne idi.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.